Henry Kissinger’dan Ahmet Davutoğlu’na: Yeni Dünya Düzeni’nden Yeni Türkiye’ye

Yrd. Doç. Dr. Adem Palabıyık / Muş Alparslan Ünv. Sosyoloji Bölümü
4.04.2015

Büyük devletlerin tarihine baktığımızda “büyük devlet” olabilmenin şartının kazanmak olduğunu görürüz. Bugün Türkiye’nin verdiği mücadelenin arkasında işte böylesine bir siyasi gerçeklik yatmaktadır; oyuna dahil olmak ve sürecin gidişatının belirlenmesine ortak olmak.


Henry Kissinger’dan Ahmet Davutoğlu’na: Yeni Dünya Düzeni’nden Yeni Türkiye’ye
Dünya düzenine her yüzyılda önemli bir biçimde yön veren liderler, kendilerini ve yaşadıkları toplumu asla dünya düzeninden ayrı görmemişlerdir. Bu devlet geleneği, büyük devlet olabilmenin ilk şartıdır. Bir doğa kanunu gibi işleyen dünya düzeninde, bütün uluslararası sistemi kontrolü altına alabilecek ülkeler ise muhakkak çıkacaktır. İşte tam bu noktada büyük devlet olmayı teorik anlamda düşünen ama pratik olarak gerçekleştirmeyen devletlerin önünde iki seçenek mevcuttur; ya düzeni değiştirmek için oyuna dahil olacaklar ya da olan biteni seyredip, kendi payına ne düşerse kabulleneceklerdir. İşte bugün Türkiye’nin verdiği mücadelenin arkasında oyuna dahil olmak ve sürecin gidişatının belirlenmek gibi bir siyasi gerçeklik yatmaktadır. 
 
Diplomasi ve S. Derinlik
 
Dünya siyasetinde etkin olan ülkelerden birisi olan ABD’nin eski dışişleri bakanı Henry Kissinger’ın önemli çalışması olan Diplomasi, işte böylesine bir yargı sunmaktadır. Bu çalışmasında Kissinger, Yeni Dünya Düzeni’nden bahseder ve şu cümleyi kurar: “Sanki bir doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral gücüne sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır”. Dünyayı yönetmeye aday olan ülkelerin genel kanısı budur ve bu tanıma uygun olarak geliştirilen siyaset, bir süre sonra dünya siyasetinde yer bulacaktır; Büyük Britanya, Bismark’ın Almanya’sı ve Metternich’in Avusturya’sı bunun örneklerindendir, der Kissinger. ABD’nin geçmişten beri gelen bu siyaseti son birkaç yıldır Türkiye tarafından artık doğru okunmaktadır. Özellikle Ahmet Davutoğlu’nun hem dışişleri bakanlığı hem de şu an devam eden Başbakanlığı döneminde atılan adımlar, önemli siyasi okumaların neticesidir. Kissinger’ın Diplomasi adlı çalışmasına karşın, Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabı da, dünya siyasetini anlama adına önemli kodlar içermektedir. Davutoğlu, çalışmasının giriş kısmında, Kissinger’ın genel ifadesini sistemleştirerek şu ifadeye yer verir: “Uluslararası ilişkiler alanını da bünyesinde barındıran sosyal nitelikli çalışmalar temelde beş boyutludur; tasvir, açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirme”. Öyle anlaşılıyor ki Davutoğlu, Kissinger’ın sonucuna ulaşmayı pratik olarak izah etmiştir. 
 
Kissinger, ABD’nin siyaseti açısından şu iki önermenin hep güncel kalmasını dillendirir: Kusursuz demokrasi ve değerleri dünyaya yayma. Her ne kadar bunun emperyalist bir söylem olduğunu kabul etsek de, ABD’nin genel politikasının bunun üzerinden yürüdüğünü bilmekteyiz. Lakin Davutoğlu, Kissinger’ın bu emperyalist söylemini bir yana bırakır ve medeniyet inşası açısından şunu ifade eder: “Türkiye’nin barındırdığı insan unsurunun tarihi tecrübe derinliğine nüfuz edebilmek ve bu tecrübenin yol açtığı siyasi sosyal ve kültürel özelliklerin nabzını tutabilmek ise medeniyet-eksenli ve kültürel özelliklerin derinlikli bir tarih analizini kaçınılmaz kılmaktadır”. Aynı amaç ifade edilmesine rağmen, Davutoğlu, insani, vicdani ve medeni bir söylem geliştirmişken Kissinger, emperyalist ve rasyonel batı aklının bir sonucu olarak belirmektedir. ABD’nin, siyasi açıdan bir güç haline geldiği yılların önemli aktörü olan Kissinger, bununla da yetinmez ve şöyle devam eder; “dünya, ABD’nin sitemini kabul ederse ancak refaha ve barışa kavuşabilir”. Davutoğlu ise dünyanın refaha ve barışa kavuşması için “Medeniyetler İttifakı”ndan bahsetmekte ve Türkiye’nin bölge adına önemli bir kazanım ve medeniyet beşiği olduğu üzerinde durmaktadır. Böylelikle Kissinger’ın dile getirdiği ABD kültürünü ve siyasetini dünyaya yayma görüşü, Türkiye’nin kültürünü dünyaya anlatma ile eş değer görülmekte ama yine Davutoğlu tarafından sömürge dili kullanılmamaktadır. Sovyetlerin çöküşü için, “ABD’nin yükselişi” ifadesini kullanan Kissinger, ABD’yi tek kutup halinde kabul etmekte ve bunun Ortadoğu’ya şekil vermek için önemli bir fırsat olduğu üzerine durmaktadır. Sovyet bloğunun yıkıldığı zamana karşın bugün Irak ve Suriye’de olanlar benzerlik göstermektedir, çünkü Şia Hilali parçalanmıştır. 
 
Sömürü değil, adalet
 
Davutoğlu’nun “Yakın Kara Havzası” olarak tanımladığı Ortadoğu için ise, Kissinger’ın söyleminin aksi bir siyaset izlenmiştir. Aslında Davutoğlu da, Türkiye’nin Ortadoğu’da güçlü bir devlet olmasından bahsetmiştir ama bunu şekil vererek değil, Türkiye’nin insani ve vicdani tutumunu sergileyerek yapma gerekliliğinden bahsetmiştir. Kissinger’ın, “Birleşik Devletler, komünist olmayan dünyanın savunmasını organize etmek için politik, ekonomik ve askeri tüm araçlara sahipti” ve komünizme karşı geldi derken, Davutoğlu’nun Filistin meselesinde İsrail’e karşı duruşu da, yukarıda bahsedilen vicdani ve insani duruşun bir yansıması olarak kabul görecektir.
 
Kissinger, hiçbir zaman “güç dengesi kuramını” ciddiye almamıştır; ABD’nin denge gözetici değil denge kurucu rolünü anlatmaya çalışmaktadır. Davutoğlu da, “kendi bunalımından ve parçalanmışlığından dahi güç üretebilen toplumlar tarihe ağırlık koyma hakkını ve imtiyazını da elde ederler” ifadesiyle denge politikasını benimsememekte ve güçlü bir devletin ağırlığını koymak zorunda olduğunu vurgulamaktadır. Entelektüel bir siyasetçi olan Davutoğlu, akademisyen bir siyaset bilimci olan Kissinger ile ortak bir bakış açısına sahiptir ama bu bakış açısı sömürüye değil adil devlet adamlığına ve adil siyaset izlemeye dayanmaktadır. Kissinger, güçlü devlet olmanın her yolunun mubah olduğunu ileri sürmekte ve dolayısıyla bunun için insani refleksleri görmezden gelmektedir lakin Davutoğlu bunun aksine güçlü devlet olmanın önce adil olmakla başladığı savunmakta ve “anlama-anlamlandırma” üzerinde durmaktadır. Bu yüzdendir ki, Türkiye bazı uluslararası konularda insani öğelerden dolayı bazen ciddi sıkıntılara maruz kalmaktadır. Bunun en önemli sebebi Davutoğlu’nun İslami, Kissinger’ın ise seküler Hıristiyanlığın temsili olarak kabul edilmesi olabilir.