Her zaman biz bize yeteriz

Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
10.04.2020

Türkiye küresel salgın konusunda pek çok ülkeye kıyasla başarılı bir mücadele vermekte.


Her zaman biz bize yeteriz

Yetkililer bir yandan tıp biliminin gereklilikleri doğrultusunda önleyici adımlar atarken diğer yandan da tedbirler kapsamında hareketi kısıtlanan toplumun zihinsel bir çöküntü yaşamaması için gayret sarf etmekte. Bu çerçevede Türkiye’de geçtiğimiz günlerde bir dayanışma kampanyası da başlatıldı. “Biz Bize Yeteriz” sloganı ile başlayan bu bağış kampanyası büyük bir destek görürdü. Bu esnada sayın Cumhurbaşkanı yakın tarihte bir gönderme yaparak bu kampanyayı “Tekalif-i Milliye”ye benzetince toplum tarihçilere sormaya başladı: “Nedir bu Tekalif-i Milliye?”

Her milletin tarihî macerasında berraklaşmış özellikleri vardır. Bunlar masa başında, düşünürler ya da politikacılar tarafından tasarlanamaz. Her milletin ruhu ve bu ruhun belirlediği tavırlar, zaman içerisinde, zaferlerin ve yenilgilerin, bolluk ve kıtlık günlerinin, felaketlerin ve büyük refah hallerinin bir bu kutba bir diğerine salınan sarkacıyla kendiliğinden oluşur. İşte milletler de kendiliğinden oluşan bu tabiatlarına uygun davranırlarsa yeryüzünde başarı elde edebilirler.

İşte Türk ruhunu oluşturan bu tarihi özelliklerinden birisi belki en önemlisi “dayanışma” tavrıdır. Bu tavrı anlamak için tarihe bir projektör gezdirmek yerinde olacaktır.

Hicaz Demiryolu ve bağışlar

19. yüzyılda Mısır’ın İngiltere kontrolüne girmesi ve Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu hakimiyeti ciddi tehdit altına girmişti. Bu nedenle karşı bir hamle gerekiyordu. Hamle bulundu. İstanbul’dan Hicaz’a uzanan bir demiryolu yapılacaktı. Böylece artık Süveyş Kanalı’na ihtiyaç kalmayacak, Devlet-i Aliyye Hicaz’a ve Yemen’e bu demiryolu sayesinde hızlıca asker sevk edebilecekti.

Ayrıca bu hat ile Müslüman hacılar daha kolay Hac’ca gelebilecekti. Bu durum hem Osmanlı halifesinin prestijini artıracak hem de hac mevsiminde bir araya gelen Müslümanlar İngiliz emperyalizmine karşı bilinçlendirilecek, belki de örgütlenecekti.

Fakat bu projenin kendi kaynaklarımızla vücut bulması gerekiyordu. İşte bu nokta çok sıkıntılıydı çünkü Batıya tutkun Mustafa Reşit Paşa’nın marifetleriyle Osmanlı Devleti 1838’den beri tüm pazarlarını İngiltere’ye teslim etmiş, Kırım Savaşı’ndan bu yana da ciddi bir borç yükü altına girmişti. Bunun yanında hesaplamalara göre Demir yolunun maliyet yekûnu 4 milyon lira olarak tahmin ediliyordu. Bu ise Osmanlı bütçesinin neredeyse yüzde 20’siydi.

Devletine gemi alan millet

O halde kaynak nerden ve nasıl sağlanacaktı? İşte tam bu noktada II. Abdülhamid Osmanlı insanının dayanışmacı ruhuna seslendi. Ülke çapında bir bağış kampanyası açıldı. Bağış yapanlara verilmek üzere Hicaz Demiryolu Madalyası çıkarıldı. Başta padişah olmak üzere hanedan, devlet adamları, zenginler ve elbette halk kampanyaya bağış yapmaya başladı. Ama bununla da kalmadı. Yeryüzündeki Müslümanlar da imdada yetişti. Kampanya sonucu bağışlarla 1 milyon 127 bin 893 liralık bir tutar birikti. Bu tutar hattın maliyetinin üçte birini karşılayacak ölçüdeydi. Hattın yapımına 1 Eylül 1900 yılında törenle başlandı. Tam sekiz yıl sürdü ve 1 Eylül 1908’de hat Medine’ye ulaştığında proje tamamlandı. Böylece bu hat hem İngilizlerin emperyal girişimine karşı bölgesel dengeyi savundu hem de Müslüman toplumların dayanışmasını sağladı.

10 Temmuz 1909 tarihinde dört kişi donanma hakkında konuşurlarken akıllarına bir proje geldi. Eğer donanmamızı kuvvetlendirmek için bir dernek kurulur ve üyelerden ayda 40 para alınırsa toplanan paralarla gemiler satın alınabilirdi.

Bu dört kişi II. Belediye Dairesi’nin Sağlık Heyeti’nden; İsmail Hakkı, Başmühendis Haşim Bey, Doktor Hafız İbrahim ve Doktor Papadapulo idi. Bu dört arkadaşın girişimi çok romantik bir hareket gibi görünse de, sosyal dokumuzun gerçekliğine uygun olduğundan hızla ete kemiğe bürünebildi.

Donanma İane Madalyası

Bu Donanma Cemiyeti’nin kuruluşuna atılmış ilk adımdı. Asıl adı Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Millîye Cemiyeti olan bu proje 19 Temmuz 1909’da Yağcızade Şefik Bey isminde bir tüccarın öncülüğünde hayata geçti. Ama iki nokta önemliydi: Hükûmetin desteğini almak ve halkı bu sürece katmak. İkisi de gerçekleşti. Halk ve devlet erkanı bu fikri büyük bir heyecanla sahiplendiler. Dönemin padişahı Sultan Mehmet Reşat, derneği himaye etti. Sultan Reşat’ın emriyle cemiyete katkı sağlayanlara teşekkür belirtisi olarak “Donanma İane Madalyası” adında bir madalya verilmesi kararlaştırıldı. Bu hamleye karşılık kendisine derneğin fahri başkanlığı teklif edildi. Cemiyetin milletin menfaatine hizmet etmesi dolayısıyla fikir uygun görüldü ve 5 Kasım 1909’da padişahın fahri başkanlığı irade-i seniyye ile resmileşti. Sultan Reşat, bir aylık maaşını bağış olarak derneğe bırakmıştı. Bunun yanında şehzadelerden Veliaht Yusuf İzzettin Efendi 200 bin kuruş, Vahidettin Efendi 60 bin kuruş, Selahattin Efendi 60 bin kuruş, Abdülmecit Efendi 60 bin kuruş, Mehmet Selim Efendi 60 bin kuruş, Seyfettin Efendi 60 bin kuruş, Abdulkadir Efendi, 50 bin kuruş, Burhânettin Efendi 50 bin kuruş bağışladılar. Saraya mensup yaverler, başkatipler ve mabeyn katipleri de cemiyetine bağışlarda bulundular.

Fakat kampanya asıl yankıyı halkta buldu. Cemiyet gönüllüleri her ortamda halkı bilgilendiriyor ve destek istiyorlardı. Örneğin Şehzadebaşı’ndaki tiyatrolarda ara olduğunda sahneye bir masa çıkarılır, üstüne bir çanak konurdu. Hamdullah Suphi gibi şairler, ‘Yunan Averof’u aldı, vatan elden gidiyor!’ diye halkı bilgilendiren konuşmalar yaparlardı. Sonra herkes nesi var, nesi yok, yardım çanağına atardı. Yine Tevfîk Efendi’nin 1914’te Cihad-ı Ekber fetvası okunurken halka dönerek:

“Ey ahâli! Bugün duracak gün değildir varımızı yoğumuzu âdil-i hükümetimize feda etmek zamanı gelmiştir ve katiyen tereddüt edilmemesi icap etmektedir”

Sözleri üzerine, halk çeşitli bağışlarda bulunmuştu. Bağışlar açılan bir deftere yazıldı. Defterde yer alan bilgilere göre Demiryolundan Halil Çavuş’tan bir Osmanlı lirası, beş kişiden yirmi beşer kuruş alınmıştı. Bunun yanında Çayiçi Mahallesi’nden Esad Ağazade Mustafa Efendi elindeki sırf gümüş sâati ile 40 dirhem tutarındaki gümüş kösteği donanmaya yardım olmak üzere bağışlamıştı. Kadızade İbrahim Efendi cebinde parası olmadığı için yardım olarak bir inek vereceğini söylemişti. Yine bu destek çerçevesinde halkın her kesiminin desteklerini esirgemediğini görmekteyiz. Örneğin 1914 yılında Yalova ahalisinin farklı tarihlerde yapmış olduğu yardımları gösteren listeye göre:

Kahveci Rıfat Efendi’nin bir gecelik hâsılâtı olan 20 lira 178 kuruş’u, Jandarma Sadık Onbaşı ve Jandarma Hüseyin tarafından 20 kuruş, Aşçı Ali Efendi’nin hediye ettiği Şam Baba tatlısı müzâyede bedeli olan 204 kuruş, Fahreddin Efendi tarafından tıraş hasılâtı 20 kuruş kampanyaya destek olarak bağışlanmıştır.

Padişahından şehzadesine, kahvecisiden berberine yapılan bu yardımlar sayesinde sadece toplanılan bağışlarla Osmanlı Donanması’na gemiler satın alınmıştır. Balkan savaşlarında Bulgaristan’a karşı yapılan baskınlarda adı sıkça duyulan Barbaros Hayreddin ve Turgut Reis gemileri, bizzat bu cemiyetin düzenlediği kampanya sonucu toplanan bağışlarla satın alınıp donanmaya hediye edilmiştir.

Tekalif-i Milliye ruhu

Arapça teklif sözünün çoğulu olan “tekâlif”, “mükellef olma”, “yükümlülük”, “sorumluluk” anlamında kullanılır. Osmanlı tarihinde genelde vergi sözcüğü karşılığı kullanılmıştır. Burada adı geçen “Tekalif-i Milliye” ise Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa imzasıyla 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde yürürlüğe sokulan on maddelik bir emirnamedir.

Sakarya Meydan Muharebesi öncesi durum gerçekten kritik hale gelmişti. 1921 Temmuz Ayında Kütahya-Eskişehir Muharebelerinde Türk ordusu Yunan saldırısı karşısında tutunamamış, orduya ağır bir bozgunla karşı karşıya kalmaması için Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Sakarya Irmağı’nın doğusuna çekilmesi emri verilmişti. Bu belki orduyu bozgundan kurtarmıştı ama durum da nazikleşmişti. Eskişehir Yunanlıların eline geçmiş, Anakara yolu açık kalmıştı. Durum Yunanistan’ın emperyal isteklerini daha coşturmuştu. Türkleri Anadolu coğrafyasından silmek için son bir hamle kaldığına iyice kanaat getirmişlerdi.

Bu durumda artık Türk Milleti için “var olabilmek” anlamında “topyekün savaş” aşamasına sıra gelmişti. İşte dünyada ilk kez uygulanacak topyekün savaş hamlesinin gerçekleştirilebilmesi için milleti zaten verdiği destekten daha fazlası istenecekti. Türk milletinin her bir ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, cephede bulunan Ordu kadar fikren, hissen ve fiilen silahla çarpışan savaşçılar kadar kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti. İstenen buydu.

Bu istek Tekalif-i Milliye emirleri olarak somutlaştı. 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde yürürlüğe sokulan on maddelik emirler milletten ne istiyordu peki?

Tek tek maddeleri saymak yerine genel bir çözümleme yaparsak denilebilir ki:

• Halk istenen bazı malları devlete verecektir.

• Halk ve tüccar elinde bulunan bazı mamul ve yarı mamul malların yüzde 40’ını devlete verecek, bunların bedeli ileride ödenecektir.

• Halk elindeki taşıt araçları ile Ordu’ya ait malzemeyi parasız taşıyacaktır.

• Ülkeyi terk etmiş olanların mallarından Ordu ihtiyacına yaracak olanlara el konulacaktır.

• Halkın elinde bulunan savaşta kullanılabilir bütün silah ve cephane resmi makamlara teslim edilecektir.

• Bazı zanaat erbabı ve bazı imalathaneler belirli işleri yapmak ve belirli malları üretmekle görevlendirilecektir.

O halde görülmektedir ki 1921 tarihli Tekalif-i Milliye, bize yani Türk devlet geleneğinin pratiklerine özgü ve tarihsel olarak özgün bir uygulamadır. Aslında resmi bir vergi olmakla birlikte bilinen vergilendirme sistemlerine benzetmek de mümkün değildir.Vatan savunmasında milleti bütün olarak içine alan, halkın maddi ve manevi varlığını ortaya dökerek gösterdiği kişisel fedakarlığa dayanan bir sistemdir.

Bu nedenle TBMM kürsüsünden seslenen Refet Paşa Tekalif-i Milliye ruhunu şöyle dile getirmiştir:

Refet Paşa şöyle dem ektedir:

“Bu kesin zaferin milletin yüceliğine borçluyuz. Milli Savunma bakanı olarak Ordu’nun şükranını milletin ayaklarına sererken göz önünde kağnı arabalarıyla çalışan köylülere ve köylü kadınlara bu şükranı bir daha ifade ederken, geçim kaynağını kaybeden, her şeyini severek veren, Tekalif-i Milliye vecibesini fazlasıyla eda eden, o günkü yiyeceğini, giyeceğini Ordusuna veren, tüccarsa dükkanını boşaltan, zanaat sahibi ise müdafaa için zanaatını esirgemeyen küçük çocuğundan evvel huduttaki asker kardeşine çorap dokuyan, çarığını hediye eden ve Tekalif-i Milliye yükümlülüğünü emirden evvel vatan görevi sayan necip ve asil milletimize arz-ı şükran ederim.”

Yine Başkomutan Mustafa Kemal Paşa da aynı ruhu şu kelimelerle anlatır:

“Gerçekten milletimiz, düşmanın hazırlıklarına karşılık vermek için hiçbir fedakarlıktan çekinmedi. Ordumuzu takviye için, para, insan, hayvan, araba velhasıl her ne lazımsa ciddi bir istekle esirgemeden verdi. Avrupa’nın en mükemmel araçları ile donanmış olan Konstantin Ordusundan Ordumuzun teçhizat itibariyle de geri kalmaması ve hatta ona denk olması gibi inanılmaz mucizeyi Anadolu halkının fedakarlığına borçluyuz.”

Kısacası Tekalif-i Milliye ruhu ve anlayışı yurt ve millet imkanlarını en kısa zamanda derleyip toparlayarak tek hedef emrine vermenin, dün, bugün ve yarın için en mükemmel örneğidir.

[email protected]