Herkesin kazanmak istediği oyun: İran Nükleer Anlaşması

Hakan Çopur / Yazar
11.04.2015

Nükleer anlaşmanın sağlıklı yorumlanması için cevaplanması gereken bir soru da Arap Baharı ile silkelenen, Suriye ve Mısır’daki katliamlarla trajikleşen ve DAİŞ ile çıkmaza giren Ortadoğu coğrafyasında ABD’nin yeni jandarmasının İran olup olmayacağıdır.


Herkesin kazanmak istediği oyun: İran Nükleer Anlaşması
2 Nisan 2015 Perşembe, yakın tarihimizin önemli günlerinden biri olarak şimdiden takvimdeki yerini aldı. Zira P5+1 ülkelerinin İran ile Lozan’da imzaladığı ortak mutabakat metni, İran’ın nükleer enerji çalışmalarıyla ilgili müzakereler bakımından tarihî bir nitelik arz ediyor. İmza atılan metnin bir ön anlaşma olduğu ve nihai anlaşmanın Haziran ayı sonunda imzalanmasının öngörüldüğü bir ortamda İran ile Batı (özelde de ABD) arasındaki ilişkilerin bütününe dair çok iddialı sözler söylemek için henüz erken. Ancak bu anlaşmayı tarihî kılan diplomatik, jeostratejik ve ekonomik unsurlara yakından bakıldığında hem Ortadoğu coğrafyasını hem de dünya enerji jeopolitiğini doğrudan ilgilendiren hususları görmek mümkündür. Ancak her şeyden önce insanlar, kısa bir süre öncesine kadar birbirini şeytanlıkla suçlayan ABD ve İran’ın aynı masa etrafında nasıl buluştuğunu ve bu anlaşmanın Tahran’ın bir zaferi olup olmadığını anlamaya çalışıyor.
 
Makro unsurlar
 
İki makro unsurdan bahsedilmeden nükleer anlaşmanın sağlıklı bir şekilde yorumlanmasının mümkün olamayacağını düşünüyorum. Bunlardan ilki, Arap Baharı ile silkelenen, Suriye ve Mısır’daki katliamlarla trajikleşen ve DAİŞ ile çıkmaz sokağa giren Ortadoğu coğrafyasında ABD’nin yeni jandarmasının İran olup olmayacağı sorusuna verilecek cevaptır. Diğer makro unsur ise, son birkaç yıldaki çalışmalarıyla önemli kaya gazı ve kaya petrolü kaynaklarına ulaşan ABD’nin enerjide artık bağımsız bir ülke konumuna gelmesidir.
 
Son dönemdeki ABD-İran yakınlaşmasını komplo teorilerine kaçmadan anlamlandırmak bazıları için kolay olmayabilir. Ancak eğer rasyonel ve kendi çıkarlarını düşünen devletlerden bahsediyorsak bu yakınlaşmanın (ve dolayısıyla nükleer anlaşmanın) açıklanabilir bir temelinin olması gerektiğini görmemiz lazım. Bu minvalde ABD’nin, bundan sonra Ortadoğu’da Şii jeopolitiğinin önünü daha fazla açacağı ve bu yolla hem siyasal hem de fiziksel (askerî, ekonomik) anlamda Sünni eksenin gücünü azaltmayı planladığı yönündeki tartışmalar kayda değerdir. Ortadoğu’daki (Sünni) “siyasal İslamcılığın” demokratik yollarla Mısır’da ürettiği Mursi tecrübesi, özelde ABD, genelde ise Batı için “ürkütücü” bir deneyim oldu. Bir daha yaşanmaması için demokrasi dışı yöntemleri rahatlıkla onaylayan Batı başkentleri, darbeci Sisi’ye alkış tuttular.  Bugün (Şii) İran’la aynı masada buluşmak ile dün (Sünni) Sisi’yi alkışlamak, aslında aynı yaklaşımın farklı yansımalarıdır; en iyi kimlerle çalışılıyorsa partner onlardır. Bu teze, ikinci bir unsur olarak, yeni yöntemlerle ciddi düzeyde kaya gazı ve petrolü üreterek enerjide artık kendi kendine yeten bir ülke haline gelen ABD’nin, ipleri biraz gevşetilmiş bile olsa İran’ın dünya enerji piyasasında belirleyici bir ülke olamayacağı yönündeki öngörüsü de eklenmelidir.
 
Bugüne nasıl gelindi?
 
1970’li yıllarda nükleer enerji alanında ilk adımlarını atan İran, 2002 Ağustos’unda rejim muhalifi Halkın Mücahitleri örgütünün, ülkenin nükleer çalışmalarını ifşa eden belgeleri dünya kamuoyu ile paylaşmasıyla zor bir kıskaca girdi. Batılı liderler tarafından nükleer silah üretme çabasıyla suçlanan Tahran yönetimi bu iddiaları her zaman reddetti. Dönemin Cumhurbaşkanı Hatemi’nin Batı ile yaptığı müzakereler sonucunda İran nükleer çalışmalarını askıya aldı. Ancak 2005 yılında Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanı olmasıyla İran, nükleer çalışmalarına devam edeceğini açıkladı. Türkiye ile Brezilya’nın 2010 yılında önayak olduğu girişim ise, Batılı ülkelerin isteksizliği yüzünden akim kaldı. 2011-2012 yıllarında uygulamaya konulan ABD ve AB yaptırımları, İran ekonomisine çok ciddi darbe vurdu. Böyle bir ortamda 2013 Ağustos’unda Hasan Ruhani Cumhurbaşkanı seçildi. Ruhani’nin elini güçlendiren en önemli konulardan biri, İran’ın dinî lideri Hamaney’in ABD ile müzakerelere karşı olmadığını seçimlerden önce ilan etmiş olmasıydı. Muhtemelen Ruhani, İranlıların onurunu ve nükleer enerji sevdasını kırmadan ekonomik ambargoları azaltabildiği ölçüde kahraman olabileceğini öngörüyordur.
 
Eylül 2013’te New York’taki BM toplantısına katılan Ruhani, dönüş yolunda ABD Başkanı Obama ile telefonda görüştü ve bu görüşme, 1979 İran Devrimi’nden sonra bir ilk olarak uzun süre gündemden düşmedi. Bu ilk temasların ardından iki ülke dışişleri bakanları bir araya gelerek müzakere sürecinin zeminini hazırladı ve Kasım 2013’te taraflar bir ön anlaşmaya vararak süreci başlattı. Birçok erteleme ve uzatma ile bugüne gelen nükleer müzakere süreci 2 Nisan’daki ön anlaşma ile önemli bir aşama kaydetti; ancak Haziran sonunda imzalanması öngörülen nihai anlaşmaya kadar takip edilmesi gereken birçok husus var.
 
Daha çok nihai anlaşmanın parametrelerini belirleyen ön anlaşmanın genel hatları şu şekildedir: İran 19 bin santrifüjünün sayısını 6104’e indirecek, yalnızca Natanz santralinde uranyum zenginleştirebilecek, 15 yıl boyunca yeni zenginleştirme tesisi kurmayacak, Fordo Santrali’ni sadece araştırma ve nükleer fizik laboratuarı olarak kullanacak, Arak’ın ağır su reaktörünü, nükleer silaha uygun olmayacak şekilde yeniden tasarlayacak; İran’ın taahhütlerine uyup uymadığı 10 yıl boyunca UAEK müfettişleri tarafından izlenecek; İran’ın taahhütlerini yerine getirdiği UAEK tarafından belirtildiği zaman nükleer ile ilgili ABD ve AB yaptırımları durdurulacak, ancak taahhütlerini yerine getirmediği anlaşıldığı anda yaptırımlar hemen yeniden uygulamaya konulacak.
 
Elbette her şeyi madde madde yazmaya lüzum yok, ancak en önemli konular; İran’ın nükleer çalışmalarından tamamen vazgeçmeden sınırlandırıp bunları denetime açmayı taahhüt etmesi, buna mukabil ekonomik yaptırımların durdurulmasıdır. Yaptırımların tamamen kaldırılmasını ancak tüm taahhütlerin sonuna kadar yerine getirilmesi koşuluna bağlayan madde, İran’ın anlaşma süresince herhangi bir zamanda taahhütlerine uymadığının tespit edilmesi durumunda ambargoların hemen yeniden uygulamaya konulacağı anlamına geliyor. Bununla beraber İran’ın nükleer kapasitesinin tamamen ortadan kaldırılmıyor olmasını, anlaşma süresinin sonunda İran’ın nükleer silaha sahip olacağı şeklinde yorumlayanlar da mevcut.
 
ABD, İran ve kamuoyu
 
Her ne kadar P5+1 ülkeleri ile İran arasında bir mutabakata varılmış olsa da nihai anlaşmanın imzalanacağı güne kadar hem ABD’yi hem de İran’ı zor bir süreç bekliyor. Öncelikle Obama yönetiminin, Kongre’deki Cumhuriyetçilere, bu anlaşmanın neden “diplomatik yolların en iyisi” olduğunu anlatması gerekiyor. Çünkü Amerikan Anayasası, uluslararası anlaşmaları Senato’nun onayına bağlıyor. Senato’da Demokratların 44 sandalyesine karşın Cumhuriyetçiler 54 sandalyeye sahip ve bu durum Obama yönetimi için aşılması zor bir bariyer demek. Bunun farkında olan Obama, anlaşmayı (Senato’nun onayına gerek kalmadan) bir “yürütme anlaşması” (utive agreement) şeklinde onaylayarak geçici bir formül bulabilir. Ancak bu kadar önemli bir anlaşmanın ara bir formülle Senato’dan kaçırılması, Obama yönetimi için meşruiyeti yüksek bir adım olmayacaktır. Ayrıca İran’a bir mektup gönderen Cumhuriyetçi Kongre üyelerinin, “anlaşma önümüze gelmezse Cumhuriyetçi bir başkan seçilir seçilmez iptal olur” tehdidini de unutmamak lazım.
 
ABD’deki görece karmaşık duruma nispeten İran cephesindeki odak noktasının, anlaşma karşılığında yaptırımların ne ölçüde ve ne zaman kaldırılacağı konusuna yoğunlaştığı gözüküyor. Ancak yine de bu ön mutabakat metnindeki bazı maddelerin İran’da da yoğun olarak tartışıldığını görmek zor değil. Özellikle anlaşmanın ne zaman sonlanacağı ve ekonomik yaptırımların kaldırılmasının hangi şartlara bağlı olduğu hususları öne çıkıyor.
 
Bölgesel dinamikler
 
İran ile nükleer anlaşmanın bölgesel yansımalarına bakıldığında net olarak şu söylenebilir: Eğer ABD bundan sonra bölgede İran’la iş yapmaya başlayacaksa, bunu başta İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere müttefiklerine iyi açıklamak zorunda. “İran’ın nükleer kapasitesinin tamamen yok edilmesi” yolundaki yaklaşımını her gün tekrar eden İsrail’in ve Yemen’de İran’la kafa kafaya gelen Suudi Arabistan’ın bu durumdan duydukları rahatsızlığı görmemek mümkün değil. Obama’nın Netanyahu ile arasının pek iyi olmadığını biliyoruz, ama iki ülke arasındaki ilişkilerin bu iki ismi aşan sağlam bir niteliği var. Yine de son birkaç yıldır İsrail’in, ABD’ye kattığı değerden daha fazla yük getirdiğini iddia eden birçok kişi ve analizin ABD kamuoyuna yansıdığı gerçeğini örtemeyiz. Bu görüşlerin/tartışmaların bir sonuç üretip üretmeyeceğini elbette zaman gösterecek. Öte yandan, enerjide kendi kendine yeten ABD’nin dünya enerji piyasasında meydana getirdiği esnekliğin, petrol ve doğalgaz üreten tüm büyük ülkeler için “önem kaybı” anlamına geldiğini de not etmek lazım. 2013’te dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol üreticisi haline gelen ABD, bu alanda Rusya ve Suudi Arabistan’ı geçerek pazarı daha da fazla kontrol eder hale gelmeye başladı.
 
Türkiye’nin pozisyonu
 
2 Nisan anlaşmasını, tek başına her şeyi açıklayan bir süreç olarak okumak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Ancak Haziran sonunda nihai anlaşmanın imzalanmasıyla (eğer imzalanırsa) daha sağlıklı bir analizin yapılabileceği zorlu bir 3 aylık dönemin içindeyiz. Herkes evinde yeniden anlaşmayı masaya yatıracak ve çok önemli detaylar tekrar tekrar gündeme gelecek. Tüm bu hararetli günler geçerken, “bölgesinde hiçbir nükleer güç istememe” pozisyonunu koruyarak süreci yakından izleyen Türkiye, tüm boyutlarıyla bu yeni durumu analiz edecek, kısa ve orta vadeli senaryolarını hazırlayacaktır. Herkesin sadece kazanmak istediği bir oyunda birileri mutlaka kaybeder; ama Türkiye, alternatifleri ve “üçüncü yol”ları üreterek/kullanarak bu oyunda kirlenmeden kazanmanın da mümkün olduğunu bir kez daha gösterecektir.