Heybendeki ne?

Mehtap Şahin/ Yazar
25.12.2023

İletişim hepimizin zannettiği gibi yalnızca bir söz sanatı değildir tabiri caiz ise” öz sanatıdır“. Kimin heybesinde ne varsa size onu verir…


Heybendeki ne?

İletişim, ama nasıl? Kime, neye, nerede, nasıl ve neyi iletelim öyle değil mi? Öncelikle bunun için bir ihtiyaç hasıl olması gerekmez mi? Sonrasında da bir sahicilik ve iyi niyet... Ve dahası da var. En önemli kriterlerden birisi bu ki o da derdimizi nasıl yani ne şekilde ifade ettiğimizdir. Çoğunun zannettiği gibi iletişim yalnızca bir söz sanatı değildir. Bazen göz, bazen davranış, bazen bir dokunuş bize çoğu sözden iyi gelmiştir yani iletmek demek birçok duyu organımızın harmanlandığı harika bir akış desek mübalağa etmiş olmayız. Hayat bu, türlü türlü hallerden geçtiğimiz, çeşitli dert ve tasalarla hemhâl olduğumuz, geçmişin hüznü ve geleceğin kaygısıyla baş edemediğimiz ve bir takım kayıplarla gücümüzün tükendiği anlarda herkes kendi meşrebinde kelimeler sarf eder. Ama birisi gelir ve tek kelime söylemeden sadece bakar ve öyle bir sarılır ki öncesinde söylenen tüm teselli sözleri artık kifayetsiz kalmış ve siz ihtiyacınız olanı almışsınızdır. Veya tam tersini düşünelim. Sizin için hayati önem arz eden bir başarı sergilemişsinizdir. O gün tebrikler, hediyeler ve bilumum kutlamalar devam ederken bir arkadaşınız karşıdan ışık saçan gözleriyle size doğru gelir, hiçbir şey söylemez, yaklaşır ve sırtınıza iki yumruk atar işte bu" seninle gurur duyuyorum" mesajı tüm günün tebrik sözcüklerinden evladır. Yani demem o ki iletişim yalnızca hepimizin zannettiği gibi bir söz sanatı değildir tabiri caiz ise" öz sanatıdır". Kimin heybesinde ne varsa size onu verir...

Hal dili

İletişim dili öyle bir deryadır ki bazen söylemek istediğinizi, durumunuzu "hâl dili" ile bildirirsiniz. Ve her dönemde kıymetli olan bu durum ecdadımızın çok ehemmiyetli yaklaştığı hususlardandır. Öyle ki o dönemde genellikle evler cumbalıydı ve içerisi görünmezdi. Cumbaların önüne asılan çiçekler hem eve hem de sokağa zarif bir görünüm kazandırırdı. Çiçeklerin renklerine göre anlamları vardı. Saksıda kırmızı çiçek varsa bu evde gelinlik kız var, sokaktan geçerken konuşmalarınıza dikkat edin demektir. Kırmızı çiçeği gören ve evlenme yaşına gelmiş olan delikanlılar ailelerini alıp kıza talip olurlardı. Kızın ailesi ise damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için dizlerine bakardı. Saksıdaki sarıçiçeğin anlamıysa bu evde hasta var dikkat edin gürültü yapmayın demektir. Demem o ki; aslında o dönemde çiçekler bile bir iletişim aracıydı. Şimdilerdeki gibi sadece birkaç kuruşa satın alınan meta hükmünde bir sembol değil aksine ev halkının halini arz eden harikulade bir iletişim aracıydılar ve en mahrem sırların paydaşıydılar. İnsanlara nezaketi öğreten o zarif düzenin en önemli unsurlarından biriydiler. Bırakın insanları, zamanında çiçekleri konuşturan ecdat şimdilerde kendimizi ifade etmek için ne hallere büründüğümüzü görse üzülürdü elbet...

Yaralayıcı ifade türü

Evet, gel gelelim zamane iletişimine. Çocukluğumdan beri anlam veremediğim toplumun sosyolojik ifade türlerinden tabiri caizse çapraz anlatım diyebileceğim "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla"cılar vardır bir de. Bu iletişim türünde esas muhataba söz söylemeyip, sevdiği birisinin üzerinden meramını iletme derdi mevcuttur. Oysaki ne lüzûm var bu kadar alengirli halleri bürünmeye. Ben çocuk aklımla bile bunun ne denli yaralayıcı bir ifade türü olduğunu taa o zamandan kavramışım. Şimdiyse niyeti halis olan ve kendini bilen birisinin, birleştirirken kimseyi karıştırmaması, herkesin biricikliğini devam ettirmesi ve muhatabını dosdoğru yolla belirtmesinin kıymetini daha iyi anlıyorum.

Baktığımızda bu tarz bir insan tipolojisi yani iletişim dilini bu yönde kullanan kişi, çözüm üreteceğime boşu boşuna kalp kırdım demez. Hatta ve hatta dönüp kendini temize çeker, hak etmiş ki söylemişim diye içinin ateşine bir tas su döker. Ne yapsaymışım ya sussa mıymışım? Susulmuyor diye de gözünün ucuyla bile bakmaz kırıp döktüklerine. Sor mesela herkese, herkes kendince iyi. Hatta bazısının bütün kayıpları iyilikten. Kötüydüm ve şerrimden düştüm, nefsimden kördüm ve kibrimden boğuldum diyen yok. Velhasıl kelam, cümle iyilerin arasında, hepimiz cennetin kapısında sıra sıra dizilmiş inciler, çalışkan arılar ve belki de yerinden yurdundan edilmiş koparılan çiçekleriz. Elbette bazı iri kıyım kötülükler karşısında, senin benim cılız şerrimizin lafı mı olur? Bana göre olmaz ama Allah'ın sırrı hikmeti hiçbir şey ayırt etmemek üzerine. Ha sızmışsın ha taşmışsın, zarar aynı zarar. Ben hiç sapmadan yürüyelim arkadaşlar demiyorum. Sapalım, kaybolalım ve karıştıralım ama nihayetinde düzlüğe çıktığımızda bütün bu hay huyun içinde bizi biz yapan şeylerin farkında olalım. İşte biz buna karakter diyoruz. Kendine saygı da olabilir. Evet, tüm bu duygularla başa çıkmak öyle her yiğidin harcı da değildir ve hakikaten bazen sistem seni buna da zorlayabilir. Hani devlet dairesinde sesin çıkınca hallolan işler var ya hah İşte böyle olmak lazım diye seni kışkırtabilir. Ancak o kapıdan çıktığın an, sorunları çözme şeklinle normal hayatta olan sen arasındaki uçurumdan düşersin. İnsan iki ucu birbirine bağlayarak devam edebilir zanneder ama iyi olmakla-kötü olmak arasındaki zıtlık eninde sonunda birinden birini galip getirir. Toplum olarak tüm bu ve buna benzer iletişim türlerini analiz ettiğimizde söylemlerimizi, odak noktamızı değiştirmedikçe korkarım ki benzer enkazlarımız devam edecektir.

İnsanız ve anlaşılmak istemek en değerli duygumuz. Fakat herkese karşı bir yandan empatik ve sempatik olmak çok yorucu. Her insanın herkesi ve her şeyi tam bir anlayışla kucaklaması, onca olumsuz şeyi sindirip yola devam etmesi de benden duymuş olmayın ama uzak bir hayalden öte değil. Hepimizin bir derviş huzuru ile sakin bir şekilde kemâle ermesini ben de isterim. Keşke yeryüzündeki her canlı gibi insan da nihai noktasına bu sükûnetle varsa. Ama varılmıyor. Aksine günün sonunda herkesi sevmekle kendini kaybetmeyi tercih etmek arasında bir yerde durup nefesleniyorsunuz. Gerek var mı cidden? Herkese anlamaya, kucaklamaya ve iyi bir yere taşımaya? Hem biz kimiz ki ... Artık kabul edelim. Hâbil de var Kâbil de. Kâbil'i Hâbil kabul etmek ne haddimize. Bazısı öyledir, sen de böylesindir. Çok basit ve düz. Ortak bir yere varılamaz, iki kelime yan yana gelemez, gelse bile seyri insana keyif vermez. O halde zorlamanın, anlamaya çalışmanın, içine sindirmenin bir gereği var mı? Yok. Peki bu şekilde olmanın bir mahzuru var mı? Hayır. İkinizin birbirine karışmadan kendisi olarak devam edebildiği bir dünyada, herkesle ve her şeyle hemhal olayım diye tutturanın aklına şaşayım. Bir bırakalım, bir salalım. Kâfi efendim...

İletişimin çileli yolları

Görüyoruz ki iletişimin başımıza açtığı bu çileli yollar hepimizi canımızdan bezdirmiş durumda. Ve maalesef günümüzde bahsettiğim olgunluğa gelmenin de öyle meşakkatsiz olduğunu söyleyemeyeceğim. Öyle ki, güçlü bir otokontrol sisteminin duvarlara çarpa çarpa gelmemesi pek tabii olmasa gerek. Baktığımızda; doğrusunu bilmiyor, bilse böyle yapmaz dediğin herkes alınganlar dünyasında gezinmekten hiç gocunmuyor. Olur olmaz her şeyden pay almaya ve kendi hayallerindeki önemli yere kavuşmak için seni, beni ve her şeyi çekinmeden kullanmaya dünden hazır. Öte yandan değerli ve önemli olmak açlığını sayende doyurmaya çalıştıkları ne kadar da açık oysa! Ve onların gönülleri olsun diye uğraşmanın beyhudeliğiyle bir bakmışız ki bir vakit sonra olanlar bükmüş belimizi, yıkmış heveslerimizi. Kaldırıp çok uzaklara atmış, yıpratmış bizi. Hâlbuki olan olmuştur ve her olan da bizimle doğrudan ilgili değildir. Bazen de de kendine dönmek iyi gelir. O çukurda kalmak isteyenleri oracıkta bırakmak gerekir. Kendi karanlığında yolunu bulmasına izin verilir. Zorlamayla olmayacaktır. Çünkü herkes kendinden bilir, herkes kendisi kadar bilir...

Bir damla suyla okyanusun arasındaki ilişkiyi, kimin kimden ve neyin hangimizden üstün olduğunu açıklamak da bana düşmez fakat düştüğümüz yerden kaldıran ve hatta düşmekten korkutmayan, katında her türlü güzelliği vadeden, imtihanlarında dahi müminlere destekleyen kâinatın sahibi bizleri iyilere eş, iyilere yoldaş eylesin. Âmin...