Hiç ölmeye değer mi!

HALİME KÖKCE
19.01.2013


Hiç ölmeye  değer mi!

Bir imtihan haftasıydı, geçtiğimiz hafta. Barış için ne kadar istekli olduğumuz sınandı. Acılara ne kadar saygılı olduğumuz, geçmiş defterleri kapatmaya ne kadar niyetli olduğumuz. İmtihanı geçtik demek için daha çok erken, ama kalmadık da. En azından bir kur atladık, bu kesin.

MİT-Öcalan görüşmeleri kamuoyuyla paylaşıldığından bu yana sabotajlar birbirini izledi. Neyse ki her seferinde akli selim öne çıktı. Hükümet yetkilileri dört bir koldan sürecin önemini anlatan, sağduyuya çağıran konuşmalar yaptı. BDP’li siyasetçiler ilk günlerin nereye konuşulduğu anlaşılmayan ümit kırıcı söylemlerini bir kenara koydular ve omuz vermeye koyuldular sonu barış olsun istenilen bu sürece. CHP durumun ciddiyetini algıladığı izlenimi veriyor. Kredi polemiği de unutuldu gitti. Bir tek MHP net bir şekilde sürece karşı olduğunu ifade ediyor. Bunda da şaşılacak bir durum yok, hatta MHP’nin kendinden beklenen performansın altında kaldığı bile söylenebilir. Ve aslında Kürt sorunuyla ilgili Türkiye’nin aldığı yolu anlamak için bir tek MHP’yi takip etmek bile yeterlidir. Eskinin MHP’si ile bugünün MHP’sinin Kürt sorunuyla ilgili söylemlerini karşılaştırdığımızda dahi bir arpa boyu yolun çok ötesine geçildiği görülecektir.

En çok da Paris’te öldürülen PKK’lı kadınların cenazesi tedirgin etti herkesi. Akla hep Habur geldi. Devletin birkaç adım sonrasını planlayarak başlattığı Habur süreci kamuoyunun nazarında silahlı terör örgütünün propaganda alanı haline gelince ipler kopmuş, bir adım ötesine geçilememişti. Ya şimdi de öyle olursa diye adeta diken üstünde beklenildi. Ve bu süreçte kamuoyu provakasyonu artık iyiden iyiye tanır oldu. Bu bir yerde süreci sabotajlara, provakasyonlara karşı da korunaklı hale getirdi.

Diyarbakır barış istediğini beyaz yaşmaklarıyla dile getirdi. Cenazeler olaysız defnedildi. Habur tekrar etmesin diye Emniyet de, siyasiler de halk da azami gayret sarfetti.

Artık iyimser olmak için daha çok sebebimiz var. Başta, iyi düşünelim iyi osun, diyerek söze başlıyorduk, şimdi ise “barış yolcusuyuz” diyebileceğimiz bir noktaya geldik. Kelimeler özenli seçiliyor, ihtiyatlı tavırlara ihtimamlı sözler eşlik ediyor. Şehit anneleri de PKK’lı anneleri de “artık yeter” diyor. “Ne için öleceğiz, daha ne kadar öleceğiz?” Bu soruyu evladı toprakta olanlara, karakolda nöbet tutanlara, dağda ‘esir’ olanlara sormak gerek. Bakalım onlar ne diyecekler? Derlerse ki, ölmeye, öldürmeye devam, tamam. Demek barış değil hakettiğimiz. Ama galibi-mağlubu olmayan bu kavgada bir kişinin daha toprağa düşmesine tahammül yok. Silahlar sussun ki herkes birbirini daha iyi duyabilsin.

Silahlara yaslanmadan konuşabilmek için bu süreci ihtiyatla ve ihtimamla sürdürmek gerek. Tam da burada Meyda Yeğenoğlu “barış sürecinin ilk ve en temel koşulu tek sesli otorite olma ısrarından vazgeçip, çoksesli otoriteyi kabullenmektir. Bu durum siyasetin alanının genişleyip, çeşitlenmesini getirecektir beraberinde. Barışın ortak bir ürün olacağı fikri tüm sürece damgasını vurduğunda tek sesli otoritenin çok-aktörlü ve çok-sesli bir siyaset ile yer değiştirmesi söz konusu olacaktır” diyor.

Yani barış en az iki tarafın yapacağı bir eylemdir. Barış katkı veren herkesindir. Barış sürecini devam ettirmek ne kadar zorsa bozmak bir o kadar kolaydır. Halis niyet, öfke kontrolü, kendini karşıdakinin yerine koyabilme, ehh biraz da kusurları görmeme. Barıştır asıl insanı özne yapan, çokluk içinde her bir teki biricik kılan. Çünkü barış bir tek kişinin istemesiyle savaşa dönüşebilir ve bin kişi toplansa savaşı barışa çeviremeyebilir.

Birbirimizin yüzüne bakabilmek için, etnik aidiyetlerimizin asabiyetini gütmeden bir millet olarak yaşayabilmek için, bu imtihanı verebilmemiz şart.

Gerçekten barışı istiyor muyuz?

[email protected]