‘Hidayet romanları’ ve bazı değerlendirmeler

ASIM ÖZ/ Yazar
2.03.2019

Günümüzde çoğu akademisyen ve eleştirmenin gözü nedense hep bireycilikte, liberalizmde ve bedende olduğu için romanların diğer yönleri pek dikkate alınmıyor. Oysa bugün yeni bir hissetme ve düşünme şekli için parçalanması gereken söylem bu üçlünün bizzat kendisi olmalıdır.


‘Hidayet romanları’ ve bazı değerlendirmeler

Türkiye’de İslâmcılık ve edebiyat ilişkisi ele alınırken belli bir dönemden sonra özellikle “hidayet romanları” adı verilen popüler edebiyat ürünleri üzerinde daha çok durulduğu görülüyor. Bunların adlandırılmasından ve bu alttüre başlangıç teşkil eden yılların özellikleri dikkate alınmadan yapı-lan değerlendirmeler çoğu zaman yazarları ve sembolik hâle gelen ilk örneklerin değerlendirilmesini güçleştiriyor.

27 Mayıs 1960 darbesinden sonra solun yaygınlık kazanması hatta bir müddet sonra “devrimci şiddet” pratiklerine gönlünü kaptırmasıyla eş-zamanlı bir şekilde dindar gençliğin kültürel hayatta yavaş yavaş teşekkül ettiği, dini içerikli gazete ve dergilerin dolayısıyla yayıncılık faaliyetlerinin birbiri ardına yayın ortamında görünür olduğu biliniyor. Tercümelerden süreli yayınlara kadar uzanan, uyuşukluktan ve çöküntüden kurtuluşun, sol basınla yarışacak sağcı yazarların engelleri aşarak kamusal alanda belirginlik kazanmaları şeklinde ele alınan bir dizi gelişme içinde gazetelerde tefrika şeklinde başlayan ardından peş peşe kitaplaşan anlatılar da yer almaktaydı.

Karşılaştırmalı okumalar 

Sonraki yıllarda bilhassa popüler emtia hâline geldikten sonra “hidayet romanları” şeklinde anılan eserler toplamı, 1960’ların sonundan itibaren değişik yazarlarca kaleme alınmış, uzun vadeli bireysel ve toplumsal değişimlerle yakından bağlantılı bir ana temaya sahiptir. Ne yazık ki, beden odaklı tekil akademik uzmanlıkların inatçı ayrıcalık iddiaları genellikle bunun üstünü örtmüştür. Dolayısıyla söz konusu anlatılar hem yazarlarının hem de okuyucularının hayatlarıyla doğrudan ilişkili olduğu için edebiyatın ötesinde tarih ve toplum değerlendirmelerinin konusu olmayı hak etmek-tedir. Hekimoğlu İsmail imzalı Minyeli Abdullah ilk olarak 1967 senesinde Babıali’de Sabah gazetesinde tefrika edilir ve kendince erkek dindarların çilesini anlatmayı dener.   Şule Yüksel Şenler’in senaryosundan hareketle romanlaştırdığı ve inanmış kadının karşı karşıya kaldığı sorunları dile getiren Huzur Sokağı ise önce Bugün gazetesinde okuyucuyla buluşur sonra 1970’te kitaplaşır. Toplumsal hafızada güçlü etkiler bırakması bakımından birbirini tamamladıkları şeklindeki yaygın kabulü dikkate alarak “hidayet romanlarının” bu iki eser ekseninde ele alınıp değerlendirilmesi doğru olacaktır.

Türkiye’de dönemden döneme neyin nasıl farklılaştığı üzerinde durmak için mutlaka dergiler dikkate alınmalıdır. İlmi Etüdler Derneği’nin (İLEM)  “İslâmcı Dergiler Projesi”  adlı projesi kapsamında taranıp tasnif edilen dergilere bakıldığında “hidayet romanı” adlandırmasının ötesinde başka isimler karşımıza çıkar. Dönemin süreli yayınlarında örneğin Millî Gençlik dergisinin 1969 tarihli dördüncü özel sayısında Hekimoğlu İsmail’in namaz kılmak, oruç tutmakla meselenin hallolmadığını ortaya koymak için kaleme aldığını söylediği Minyeli Abdullah kitabı üzerine kaleme alınan metinlerden Dursun Gürlek imzalı olanında “dinî ve millî roman”  ifadesiyle karşılaşılır.  Mustafa Yalçın Nutku’nun yazdığı diğer metindeyse böylesi bir adlandırma yer almaz. Bundan 10 yıl sonra 1979’da Hilâl dergisinin 193. sayısındaki değerlendirmede herhangi bir adlandırmaya başvurulmadan bu roman ele alınır.

 “Hidayet romanı” nitelemesiyle Seher Vakti dergisinin 1 Temmuz 1971 tarihli 22. sayısındaki “makaleleri, konferansları ile Türk kültürüne ve Türk milletinin iman ve ahlak davasına katkı sunduğu” belirtilen Şule Yüksel Şenler’in kitaplarını tanıtan metinde de karşılaşılmaz.  Dönemin çok okunan kitaplarından Huzur Sokağı’nın tanıtımında 1960’ların diline uygun bir şekilde manevî buhrandan, İslâmî hayat tarzından, din ve mukadde-sattan uzak,  köksüz ve taklitçi Batı geleneklerinin ruhlarda açtığı tahribata vurgu yapılır.

Seher Vakti dergisinde Şule Yüksel Şenler’in basılan eserlerinin adları anılırken ilk sırada Hidayet (1969) kitabının bulunması dikkat çekmektedir. Aslında Hidayet, Soğuk Savaş şartlarının ikili dünyası içinden biçimlenir.  Roman, komünist bir ülkede dünyaya gelen, anne babasının ve ülke reji-minin sertliğine rağmen genç yaşta verdiği cesur bir kararla Müslüman olmuş bir genç kızın, Maria’dan Cemile’ye dönüşmesinin hikâyesidir. Bu roma-nın Müslümanlığa aşkla bağlanan genç Alman kadının hidayete erdikten sonra çevresine de iman ettiği hakikatleri anlatmak için ortaya koyduğu sebatkâr mücadeleyi anlatmasının sonraki yıllarda karşımıza çıkacak olan hidayet romanı adlandırmasını etkilediği son derece açık. Şule Yüksel Şenler’in aynı dönemde yayımlanan Yeni Bir Çığır Açılıyor (1971) kitabının önsözünde ise hidayet kelimesi üç defa geçmektedir. Buna karşın, Şule Yüksel Şenler’den sonraki yazarların şabloncu bir yaklaşımla Huzur Sokağı üzerinden “zengin sosyete kızın fakir ve Müslüman bir genç vasıtasıyla hidayete ermesini sürekli tekrarlaması”nın bu adlandırmaya temel teşkil etme ihtimali de göz ardı edilemez.

Romanların nasıl kurgulandıklarını anlamak için başka yazarları da gündeme almak yararlıdır. Şule Yüksel Şenler, hayatının takriben 15’li yaş-larına rastlayan yıllarında Türk sinemasında senaryolarıyla birincilik koltuğuna oturan Safa Önal’ın çıkardığı Yelpaze dergisine Kerime Nadir tarzına benzer hikâyelerle gidişinden bahseder. Bu durum söz konusu romanların arka planını kavramak için yapılması gereken çalışmalardan birini önümü-ze koyar. Şule Yüksel Hanım, o yıllarda Kerime Nadir’i çok okumasından kaynaklan bir etkiden söz ediyor burada. Safa Önal’ın kendisine devrik cümlelerle yazmasını tavsiye ederken “Çok istidadınız, çok kabiliyetiniz var ama böyle olmamalı. Siz romantik ve dramatik mevzuları ele alıyorsu-nuz, hâlbuki insan gerçekçi olmalı.” demiş olması da ilginçtir.  Zaten “hidayet romanı” diye anılan alttüre eleştirel yaklaşan öykücülerin her durumda Huzur Sokağı’nın farklılığına işaret etmeleri sebepsiz değil.  Bu çerçevede Şule Yüksel’i, kadın duyarlılığını öne çıkaran Muazzez Tahsin Berkant, Suat Derviş, Kerime Nadir gibi isimlerle karşılaştırmak gerektiği düşüncesi dikkat çekmektedir. 

Senaryo teklifi ve sonrası 

Şule Yüksel Şenler, Huzur Sokağı romanını yazma sürecini anlatırken Kemal Ural’ın çıkardığı Şûle dergisinden söz eder. Kendisinin henüz tesettü-re ve İslâmî hayata hazırlıklı olmadığı yıllardır bahsettiği. Derginin, ele aldığı konuları “insanın ince duygularına nüfuz edici güzel işleyişi” başı açık bir kız olarak Şule Yüksel Hanımı cezbeder, duygulandırır.  Bir iki şiirinin yayımlandığı bu dergi için uzun bir hikâye veya kısa bir roman yazmayı düşünür. İşte bu esnada Huzur Sokağı romanını kurgular. Romandaki Feyza’nın uzanışı, Bilal’in sırtüstü yatıp düşünüşü Şule Yüksel Şenler’in haya-tından izler taşır.  Şenler, kurguladığı asrî açık bir genç kız ile imanlı genç arasındaki aşkı anlatan Huzur Sokağı’ndaki Bilal’i genç ve örnek bir Müs-lüman olarak gördüğü Özer (Üzeyir) abisinin üniversitedeyken başından geçenler çerçevesinde oluşturur. Öyle ki Bilal’in arkadaşı Necati’yi ev sohbet-lerine götürüşü abisinin metodudur. Sadece abisi değil, küçük kız kardeşi Çiğdem’in başından geçenleri de Hilal’e yansıtır. Ne var ki onun kurguladığı roman yayımlanacağı sırada Şûle dergisi kapanır ve düşüncesi akim kalır.

1960’ların sonlarında Şule Yüksel Hanım’ın şöhretinden yararlanmak isteyen bir yönetmen dönemin film sektöründen hareketle ondan ya Hz. Fatıma ya sahabeden birisini ya da saadet asrından bir konuyu senaryo şeklinde yazmasını talep eder. Gelgelelim Şule Yüksel Şenler,  yazlık sinema-larda kendisinin de izlediği ama etkisi çok çabuk geçecek böylesi bir film senaryosu yerine bulunduğu şartlara uygun, gençliğin o dönemdeki hayatına ve İslâmî sorumluluklarına dikkat çekecek mesajlarla yüklü bir senaryo yazar. Kısa sürede bitirdiği bu senaryoyu abisi aracılığıyla yönetmene ulaştı-rır. Ne var ki yönetmen böylesi bir senaryoyu çekemeyeceğini belirtir. İşte tam bu esnada Bugün gazetesini çıkaran Mehmet Şevket Eygi, senaryonun romana dönüştürülmesini ve ilk önce gazetede tefrika edilmesini teklif eder. 

Hiçbir telif ücreti talep etmeden öneriyi kabul eden Şule Yüksel Şenler aynı günlerde bir yandan da yurdun değişik şehirlerinde konferanslar ver-mektedir. Romana başlamadan radyodan “Şule Yüksel Şenler, ilk romanını yazdı, Huzur Sokağı!” diye arka arkaya birkaç defa anons edilir. Döne-min basınına başka ilanların da verilmesiyle konferanslarını iptal etmek zorunda kalan Şule Yüksel Şenler, gıyabında yapılan emrivaki ile romanını yazmaya başlar ve sonraki yıllarda romanın olay örgüsünün gelenek hâlini alışından bahsederken “İslâmî romanlar” kavramını kullanır.

 Huzur Sokağı’nın önce senaryo şeklinde kaleme alındığını belirten Şule Yüksel Şenler’in yukarıdaki açıklamaları birçok tartışmayı da beraberin-de getirir. Şöyle ki, Türk Sinemasında Yerli Arayışlar (2010) kitabında yer alan Elif Filmden Ali Osman Emirosmanoğlu imzalı yazıdaki iddialarla çelişir bu. Emirosmanoğlu, “Roman sonlara yaklaştığı hâlde tefrikası bitmeden sonunu biz kendimize göre şekillendirdik” der ve şöyle devam eder: “Şule Hanımın da hoşuna gitti ve romanı bizim hikâyemizdeki gibi bitirdi.” Ne var ki onun anlattıkları sinema ve millî sinema odaklı yayınlarda değişik türevleriyle yer alırken, Şule Yüksel Şenler’in açıklamaları ise hayatını anlatan kitaplar ve hakkındaki övgü dolu metinlerin satırları arasında kaybolup gitmektedir. Temelde tekrara yakalanmış olanların anlatımlarını kritik bir bakışla değerlendiremediğimizden bu çelişkili muğlaklık hükmü-nü icra etmeye devam etmektedir. Oysa büyük bir sorundur bu.

Tekrar adlandırmaya dönersek; “Hidayet romanı” tabiri çoğunlukla bu roman türünü edebî açıdan zayıf kabul eden değerlendirme biçiminin bir yansıması.  Zira bahsettiğimiz anlatıların sadece hoş vakit geçirilsin, duygu patlamaları olsun, tozpembe hayaller kurulsun diye yazılmadığı biliniyor. Anlatıların hemen tümü özellikle genç nesle İslâmî mesajlar vermeyi daima ön planda tutuyor. Günümüzde çoğu akademisyen ve eleştirmenin gözü nedense hep bireycilikte, liberalizmde ve bedende olduğu için romanların diğer yönleri pek dikkate alınmıyor. Oysa bugün yeni bir hissetme ve dü-şünme şekli için parçalanması gereken söylem bu üçlünün bizzat kendisi olmalıdır. Bu yüzden romanlarda “Hayatımı dilediğim gibi yaşamak benim hakkımdır!” gibi anlayışlara pek yer yoktur. Şartlar ne olursa olsun, iyiye, güzele ve doğruya yönelmeye teşvik etmeyi esas tutan anlatım biçiminin baskınlığı hemen fark edilir.

Yeni değerlendirmeler için

1960’ların sonundan itibaren adını andığımız yazarlar ve eserleri bağlamında kaleme alınan ilk metinlerin Mahir İz’in Minyeli Abdullah’a mey-dan okuyan yazısı ve mektubu dışında genel olarak abartılı ve dönemin soluna karşı konumlanışı ifade eden tanıtma yazılarıyla sınırlı kaldığı söyle-nebilir. Haddizatında ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Duygu yoğunluğunun peşinden gitmekle beraber daha derine inen, anlatımın sembolik değerinin farkına varan geniş perspektifli okurlar da yok değildir.  Necdet Subaşı’nın bir dönemin okuma hikâyelerini gayet başarılı bir biçimde gözler önüne serdiği Tedavüldeki Kitaplar (2015) adlı eserinde Minyeli Abdullah, Huzur Sokağı ve Ahmet Günbay Yıldız romanları özelinde sunduğu çerçeve bu bakımdan önemlidir. Duran Boz’un derlediği Okuma Hikâyeleri (2014) kitabında “hidayet romanlarını” anan metinlerin çoğunun sadece yazar adı sıraladığı dikkate alınırsa Subaşı’nın değerlendirmelerinin içerdiği psikolojik ve sosyolojik bakışın derinliği daha da belirginleşecektir.  

İnsan davranışının pek çok düzeyine temas eden romanların tüm örneklerinin kapsamlı bir sosyolojik analize tâbi tutulması dönüşüm süreçlerini ve etkilenmeleri kavramak için çok önemli ipuçları verecektir. Hiç şüphesiz bunlar ne denli öznel olsalar da ancak bir dönemi renklendirenlerin anılarıyla bütünleşmelidir. Ancak bu sayede edebiyat eleştirisi yahut beden düzle-mine yaslanan sınırlılıklar aşılabilir; ilgili anlatılar 1960 sonrasındaki dönüşümleri incelemek için başvurulan kaynaklardan birini teşkil edebilir.

[email protected]