Hikayeden Filme:Uzun Hikaye

Prof. Dr. NÂMIK AÇIKGÖZ Muğla Ünv. Fen Edebiyat. Fak.
19.01.2013

Uzun Hikâye, bir trenler, tren istasyonları ve kasabalar hikâyesidir... Dışa kapalı, basit ve sade iç olaylarıyla zengin kasabalardır bu kasabalar. Filmde diyordu ya: “Ah bu küçük kasabalar!... Her biri bir karşılıksız sevda cehennemi!...”


Hikayeden Filme:Uzun Hikaye

Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini severim. 1970’lerde, Hareket dergisinde okumuştum ilk hikâyelerini. Bizim gibi olan, içimizden birinin hikâyesini anlatırdı hep. Gönül İşi ve Ortadaki Adam ilk hikâye kitaplarıydı. Uzun Hikâye’yi okuduğumda, 1950’li 1960’lı yılların taşra kasabalarındaki günlük hayat kesitlerinden izler görmüş ve bu kasabaların merkeze veya “medeniyet”e bağlanma sırrı olan demir yollarının ve tren istasyonlarının büyüsünü sezmiştim. Öyle ya, yüzyıllardır sadece toprak yollar kullanan taşra kasabaları, ilk defa teknolojik ve “medeni” demiryollarını görüyor; istasyon binaları ve lojmanlar, o kasabaların “modernleşen” yüzleriydi. Kasaba halkını şaşkın ve hayran bırakan yüzleri... Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki şaşkınlık ve hayranlık... Trenlere, raylara, istasyonlara çocuk safiyeti ve masumiyeti ile bakış... Uzun Hikâye’yi okuduğumda çocukluğum ve ilk gençlik çağımın tren istasyonlarına gittim. Duman ve buhar içinden çıkıp gelen, tiz düdüğüyle gelecek istasyona mesaj gönderen o dev trenin yanındaki küçük çocuk hep tren ve istasyon sevdası taşıdı ömür boyu. Nazım Kurşunlu’nun “Dumanlı’da Telâki” piyesin de o yüzden sevmiştim zaten.

Uzun Hikâye’nin kısa kurgusu

Hikâye ile filmin karşılaştırması için, hikâyenin kurgusuna kısaca girelim...

Hikâye, Bulgaristan göçmeni Pelvan Sülüman’ın torunu Ali’nin hikâyesi... Vaktiyle Bulgaristan’dan İstanbul’a göçen Pelvan Sülüman, İstanbul’da da tutunamaz ve bir süre sonra ölür. Torunu Ali, bir sinemacının kızını kaçırır ve Anadolu’ya geçer. Çünkü yazarın amacı, Anadolu kasabalarını anlatmaktır; İstanbul’u değil... Ali ve karısının ilk durağı küçük bir kasabadır ve orada ev olarak eski bir vagon’a yerleşirler; Ali bir okulda kâtiplik bulur. İkinci kasabada zahire tüccarı kâtibi, üçüncü kasabada arzuhalci, dördüncü kasabada kitapçılık yapar. İkinci kasabada anne ölür; Ali ve oğlu Mustafa sonraki hayatlarında ve kasabalarda baş başa kalmışlardır. Her gittikleri kasabada başı bir belaya bulaşan Ali, sonunda hapse girer. Son kasabada oğlu Mustafa, eşraf kızı Feride’yi kaçırmak ister ama Feride buna yanaşmaz. Mustafa o kasabadan trenle ayrılır ve babasının hayatını yeni baştan yaşamaya, yani yeni bir “uzun hikâye”ye başlar.

Ali’nin başı bir kasabada okul müdürüyle, diğer kasabada belediye başkanıyla derde girer. Buralardan trenle ayrılırlar. Diğer kasabada ise Mustafa ile savcının kızının aşkı yüzünden. Bu defa taşıtları kamyondur. Son kasabada ise Yeşilhanyeri gazetesindeki bir yazısından dolayı Ali hapse girer. Hikâyede, olay ve şahıs zenginliği üçüncü kasabada artar. Ali’nin arzuhalcilik yaptığı kasabada, olaya Çerçi Abdullah ve oğlu Celal, öğretmen Saadet, savcının kızı Ayla, Üçgen Erdoğan, leblebici Tahir, gazozcu Nurettin, sinemacı Refik olaya dahil olur. Kas erimesi hastalığına tutulduğu için yatalak olan Celal, Ayla’ya tutkundur; Mustafa da aynı kıza tutkundur ama Celal için aşkını itiraf etmekten vaz geçer.

Hikâyenin final kasabası, Hanyeri’dir. Ali burada kitapçı dükkânı açar, Yeşilhanyeri gazetesinde yazılar yazar; yazılarından dolayı tutuklanır. Olaya tabelacı Kara Turan, kuaför Mualla ve kızı Suna, Hancızadeler’in kızı Feride dâhil olur. Kara Turan, Suna’ya âşıktır, aşkı için çılgınca şeyler yapar. Bu kasabada olaya dahil olan gazete sahibi Musa Çavuş ve amatör-yerel tarihçi emekli öğretmen Şeref bey de dahil olur. Musa Çavuş, gazetesini ülke çapında bir gazete yapma; Şeref bey de bir tarihçi olarak keşfedilme ve meşhur olma sevdasındadır. Hancızadelerden fotoğrafçı Selami de bu kasabada olaya dâhil olur ve öğretmen Sevim hanımla yeğeni Feride’nin peşine takılıp taciz eder. Sevim hanım ve Feride kitapçı dükkânına sığınırlar. Onları Selami’nin elinden Mustafa kurtarır. Mustafa, Feride’ye âşıktır. İki gencin aşkı dillerde dolaşmaya başlayınca, Mustafa şehri terk etmek zorunda kalır. Babası hapistedir. Hikâyede insanlardan başka, saka kuşu, küpe çiçeği, mızıka ve bir daktilo vardır. Saka kuşu ve küpe çiçeği kırsallığı ve pastoralliği yansıtırken, mızıka ve daktilo, tren ile beraber sanayii yansıtır. Tabii en baskın sanayi unsuru trendir.

Uzun Hikâye’yi Yiğit Güralp senaryolaştırmış. Senaryoya uyarlamada Osman Sınav’ın da etkisinin olduğunu zannediyorum. Film bize bunu hissettiriyor. Çünkü filmde Osman Sınav’ın sinemacı hassasiyeti de ayan-beyan görülüyor.

Hikâyeci taşra kasabalarındaki renkliliği, zenginliği ve farklılığı aktarma çabasıyla her kasabanın ayrı özelliklerini ele alırken anlatmanın verdiği rahatlıkla hareket eder fakat sinemacı için bu rahatlık, zaaf uyandırır ve takibi zorlaştırır. O yüzden, Kutlu’nun rahatlığını, senaryoda beklemek doğru değil. Sinema bir odak etrafında anlatır/gösterir hikâyeyi. Çok odaklılık sinemada verimli değildir. Bu yüzden filmde baştaki ve sonraki “İyi insan be!...” eklemesi dışında ekleme yok ama bazı kısaltmalar, ufak tefek değişiklikler, yer değiştirmeler, kişi ve olay kaydırmalar var.

Bir filmde bir aşk yeter

İlk kasabada, Ali okul bahçesinde yetiştirdiği sebzeleri at arabasıyla dağıtırken, filmde, halkın “kayıklı motor” dediği motosikletle yapılmıştır. Bu sahne için hikâyedeki at arabası kullanılsaydı, daha etkili olurdu. Hikâyede, Feride son kasaba olan Hanyeri’nde iken, filmde, bir önceki kasabaya kaydırılmış; bir önceki kasabada olan Ayla ise, son kasabaya kaydırılmış. Bu durumda, hikâyede terk edilen sevgili olan Ayla, filmde beraberce kaçılan sevgili olmuş. Filmde, Kara Turan’ın Suna’ya olan aşkı işlenmemiş. Hikâyedeki Turan’ın uçan balondan gül saçması gibi etkili bir olayı, Osman Sınav, filmde Mustafa’ya yaptırmış ve Ayla’nın evine gül serptirmiş. Zaten anlaşılan o ki, Osman Sınav, son iki kasabayı harmanlayarak sinema için daha derli toplu hâle getirmiş. Hikâyenin finalinde, Mustafa, Feride’yi kaçırmak ister ama kaçıramaz; filmde ise Mustafa, Ayla’yı kaçırır. O sahnedeki tren görüntüsü harikadır.

Anlaşılan Osman Sınav, “Bir filmde bir aşk yeter; kafa karıştırmaya ve ‘esas oğlan’ın aşkını gölgelemeye gerek yok.” diye düşünmüş ve filmde Kara Turan’ın aşkını yok saymış.

Yeşilhanyeri gazetesinde yazılar yazan Ali’nin başına gelen olumsuzluklar, hikâyede biraz zayıf kalmışken, filmde Ayla’nın babası savcının Ali’ye buğuz bağlamasıyla, olayın akış yönünün değiştirilme sebebi daha da güçlü hale getirilmiştir. Hikâyede, Mustafa-Feride ilişkisinde maraza çıkaran tip Foto Selami iken, filmde, bu rol İstanbul’dan gelen ve savcının akrabası olan gence verilmiştir. Hikâyeyi okuduğumda beni en çok etkileyen kişilerden biri Hanyeri yerel tarihçisi Şeref bey idi. Amatör ruhla yaptığı araştırmaların Ankara tarafından keşfedileceği beklentisi taşıyan bu gayretli insana benzeyen pek çok amatör araştırmacı vardır kasabalarda. Onların hayatı, her gece ümit, her sabah hayal kırıklığıdır... Hele 1950’lerde, 1960’larda! Yeşilhanyeri gazetesini çıkaran Musa Çavuş da, ülke çapında bir gazete çıkarma sevdasındadır. Ah bu masum çocukları saf Anadolu’nun! Ben yönetmen veya senarist olsam bu çileyi de koyardım filme.

Ah bu gönül şarkıları!

Dikkat ederseniz, Ali’nin hak ve adalet aramasına hiç girmedim. Çünkü ben hikâyeyi de filmi de Ali merkezli değil, “tren, istasyonlar ve taşra kasabaları” merkezli algılamıştım. Ali’nin mücâdeleciliği ve bu özelliğinden dolayı kasaba kasaba dolaşması, sadece hikâyenin şirazesi idi benim için. Hikâyede, mızıka ve daktilo bir leit motif olarak önemli yer tutar ama filmde mızıkaya gerekli yer verilmemiş. Hikâyede Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses ve Neşet Ertaş şarkı ve türküleriyle zikredilirken, filmde sadece Safiye Ayla kullanılmış...”Ah bu gönül şarkıları”nı finalde Safiye Ayla söyleseydi çok daha iyi olurdu.


Mustafa Kutlu’nun rahat ve sinematografik anlatımı, filme de yansımış. Senarist ve yönetmen, olay odaklaması konusu dışında sinemaya aktarırken pek zorluk çekmemişlerdir muhtemelen. Filmde en beğendiğim sahnelerden biri, azgın bir boğa gibi gelen tren, baba, çocuk ve vagon evin olduğu sahnelerdir. Tren azgın, hışımlı, öfkeli ve büyük gövdesinden dumanlar çıkan bir boğa gibi girer ya istasyona...Tren, burnundan soluyan bir boğanın öfkeli soluması gibi ses çıkarır ya!... Üzerinize üzerinize gelişi sizi ürpertir ya!... Sonra o dev gibi boğa istasyona girdiğinde sakinleşir ya!... İşte bu sahneler, harika fotoğraflarla çok güzel anlatılmış... Şiir gibidir o sahneler... Ve Ali... Uzun boylu, güçlü, kendine aşırı güvenen bir tip... Güçlü görünüşü, tren gücüyle özdeşlemiş Kenan İmirzalıoğlu’na yakışmış bu rol. Uzun Hikâye, bir trenler, tren istasyonları ve kasabalar hikâyesidir... Dışa kapalı, basit ve sade iç olaylarıyla zengin kasabalardır bu kasabalar. Filmde diyordu ya: “Ah bu küçük kasabalar!... Her biri bir karşılıksız sevda cehennemi!...” Anlatmanın rahatlığından, sinemanın odak yoğunluğuna uyarlanmış güzel bir film Uzun Hikâye... Zamanı geçmeyecek ve her zaman aynı tazelikte seyredilebilecek bir film.