Hilvan günlerindeki iki resmin hikâyesi

Mekki Yassıkaya / Yazar
31.12.2022

Sara Kurucu Bulut, Mehmed Akif Ersoy'un izini, Mısır'ın sayfiye yerlerinden sayılan Hilvan'da bulur. Hilvanlı Arap Bakkal onu şöyle anlatmaktadır: "Evet hatırlıyorum, o zamanlar biz gençtik buralarda top oynardık. Biri vardı her gün buraya gelirdi. Hep üzgün bir halde, şurada bir sandalyede oturup derin derin düşünen birisini hatırlıyorum"


Hilvan günlerindeki iki resmin hikâyesi

Mehmet Rüyan Soydan'ın arşivinde yer alan Mehmed Âkif'in 1. Resmi 1931 yılına 2. Resim ise 11 Haziran 1932 yılına ait. Her iki resim de Mısır'daki günlerinde Hilvan'da çekilmiş, kızı Suad Hanım'a yazdığı mektuplarla Türkiye'ye postalanmıştır. Vatan cüdâ olmak; ruhunda fırtınalar estirip derin hicranlar yaşamasına sebep olan İstiklâl şairi Âkif'i bir yılda ne hale getirmiş, nasıl bir ruhi ve bedeni çöküntü yaşatmış resimlere dikkatlice bakmasak bile görebiliyoruz. Beni derinden sarsan, ruhumu tarumar eden bu resimleri buraya sebepsiz almadım tabii.. Âkif'i Sâni diye andığımız, hatırladığımız merhum Ali Ulvi Kurucu'nun muhtereme kerimeleri

Sara Kurucu Bulut'un merhum eşi Dr. Hayreddin Bulut'la alakalı hatıralarını (Hatıralarımdaki Dr. Hayreddin Bulut, Ağustos 2022, Erguvan Yayınevi) yazdığı kitabında bu resimleri görmesi üzerine yazdığı bir hatırasını okuyunca, o can yakıcı hatırayı resimlere bakarak paylaşmak istedim. Sara hanım kitabında merhum Âkif'le alakalı hatırasını şöyle anlatıyor:

"Bundan 41 sene kadar önce Hayreddin Bey ile Kahire'yi ziyaretimizde, Mehmed Akif Bey'in, Mısır günlerinde yaşadığı sayfiye yerlerinden sayılan, Hilvan şehrine Kahire'den trenle gitmiştik. Zayıf bir ümit olsa da şairimizle ilgili oralarda bir ize rastlayabilir, bir bilgi edinebilir miyiz acaba diye düşünmüştük. Karşılaştığımız birkaç kişiye Âkif'imizle alakalı sorulara sorsak da, maalesef dişe dokunur herhangi bilgiye, hiçbir ize ulaşamadık. Ümidimizi kaybetmiştik. Fakat o anda, dikkatimize calip olarak gözümüze metruk bir bahçe ilişti. Bahçenin bir yerinde bir barakayı bakkal olarak işleten yaşlı Mısırlı amcayı fark ettik. Bir de bu amcaya soralım dedik. Selam verip hal hatırını sual etmemizi müteakip, "Ya sidnal şeyh, acaba hiç buralarda, bir Türk mütefekkiri olan bir şairi görmüş veya duymuşluğunuz var mı?" diye sormuştuk. Yaşlı amcamız, ilk anda olumlu bir tepki, bir ümit vermese de, derin derin düşünüp, hatıralarını gözden geçirip, Mısır şivesiyle "Evet hatırlıyorum, o zamanlar biz gençtik buralarda top oynardık. Biri vardı her gün buraya gelirdi. Hep üzgün bir halde, şurada bir sandalyede oturup derin derin düşünen birisini hatırlıyorum" demişti. Küçük dükkânından bir şeyler alıp, bir müddet daha sohbetimiz olmuştu. Orada, belki de Mehmet Akif Bey hüzünle, kederle, gurbet yalnızlığıyla, ruhunu ifade eden; dalları kurumuş, çimleri toprağa karışmış, sadece adı bahçe olan yerde oturmuş, bir vatan cüdâ olarak kimbilir neler neler düşünmüştü. Kanon kameramızla mekânın fotoğrafını çekmiştik. Gel zaman git zaman, Ekim 2021'de, Hayreddin Bey'in vefatından sonra Ankara'ya yaptığım ziyaretimde, arkadaşlarla beraber ilk meclis binasını gezerken, Mehmet Akif fotoğrafları odasında Akif'imizin resimlerini incelerken, benim 41 sene önce fotoğrafını çektiğim kuru bahçede bir çıtası kırık sandalyesi üzerinde verdiği poza ait olan resminin önüne gelmişim. Beni bir titremedir aldı. Çok heyecanlandım. İnanamadım, yaşadığım şok büyüktü. Mısır'dan ailesine gönderdiği fotoğraftı bu. O Arap manavın anlattığı kişi işte bu resimdeki Âkif'ti. O kırık sandalye, o bank o gün halâ orada idi. Sosyal medya o kuru bahçeyi, yemyeşil güllük gülistanlığa çeviriyor ve bu bir mesaj olarak paylaşılıyor. Lütfen bu kadar olmasın. Duygularla bu kadar oynanmasın, o kırgın gönülde, kim bilir ne fırtınalar kopuyordu o zamanlarda! Ne kasırgalar kasıp kavuruyordu ruhunu..

Zağanos Camii hutbesi

Hiçbir zaman o resmin etrafı güllük gülistanlık olmadı. Ankara'ya yolunuz düşerse, lütfen eski Meclis binasına uğrayın, o fotoğrafa orijinal haliyle şahit olun. Üstadı derin bir tefekkürle biraz daha derinden anlamaya çalışın. Mehmet Akif'imize her türlü övgülerden uzak sade haliyle sahip çıkalım. O asil biri idi, arzu ettiği gibi asil kalsın yüreklerimizde. Saf, berrak, geçirdiği çileleri derinden yüreklerimizde hissederek, yapmacıklıklardan uzak, kabuklarda değil, özde arayalım Akif'in sarsılmayan kişiliğini. Koca bir çınardı o, halisane vatanseverliği, mütevazi karakteri ile gönüllerde adını nakşettiren bir abide idi ve öyle de kalmalı." Sara hanımın Âkif'imizin bu resminin altına düştüğü not da manidardı: "Vatan cüdâ Âkif'imizin o gün ve yıllarda ruhunda esen fırtınaları keşke azıcık hissedebilsek. Ülkesine dünya şahaseri hürriyet/istiklal Marşını yazdığı toprakların hasretini yok yoksul olarak çeksin. Her gün bu parka gel, aynı sandalyeye, aynı banka otur, hüznünü paylaşacak bir kimse bulama bir yoksul arap manavdan gayrı. Aaah, aaahhh!"

Âkif, Yunanlıların İzmir'i işgalini müteakip Balıkesir'de başlayan milli hareketlere destek vermek üzere Balıkesir'e gelerek Zağanos Mehmet Paşa Camiinde heyecanlı hutbe îrad etmiş fakat bu hutbe sebebiyle İstanbul hükümeti tarafından memuriyetten azledilmiştir. Buna rağmen bu olayı müteakip Âkif bir arkadaşı ile birlikte Ankara yolunu tuttuğu zaman sevincinden, heyecanından ailesini bile unutmuştu. O, keseciğinde otuz altı kuruş parası ile Ankara'ya doğru yola çıkmıştı. 1.Millet Meclisinde Burdur Mebusu olmuştu. Harb-i umumi kazanılmış bir İstiklal Marşı yazılarak zaferin taçlanmasına sıra gelmişti. Peki bu marşı kim yazacaktı, yazmalıydı? İstiklal Marşı'nın yazılış hikâyesi çok geniş bir biçimde merhum âlimlerimizden Hasan Basri Çantay'ın Akifname isimli kitabında ele alınmış ve uzun uzun anlatılmış, bir ibret vesikası olarak tarihe emanet edilmiştir. Öyle ki, yıllardan beri bu marşın yazılışıyla alakalı bir anektod dilden dile anlatıla gelmektedir. Akif'i anlamak için bu anektod bile kâfidir ama ne çare ki, onu, yaşarken bile devri, hükümferma olan güç ve ona İstiklal Marşı'nı yazmayı talep eden irade bile anlamamış, onu Vatan cüdâ hale getirecek akıl almaz uygulamaları reva görmüştür. O günlere şöyle bir dönersek göreceğimiz manzara beynimizi zonklatacak türdendir...

Gönüllü sürgün

İstiklal Marşı şairimiz, milli mücadelenin camilerde yükselen, milletimizin manevi dinamiklerini canlı tutan ve harekete geçiren mev'izelerin sesi, mebusluğunun bitmesinden sonra İstanbul'a dönmüş, çoluk çocuğunun rızkını kazanabilme derdine düşmüştür. Kendisine milletvekili olduğu için herhangi bir maaş, tazminat v.s. bağlanmamış, memuriyetinden dolayı emekli edilmemiş hiçbir geliri olmayan bir çaresiz insandır artık o. Ancak derdi sadece bu değildir onun. Ayrıca 24 saat peşi sıra takılmış bir polis kontrolünde de yaşamak zorundadır. Dönemin istihbarat birimleri onu polis takibi altına alarak adım adım takip ettirmektedirler. İşte böyle bir zamanda Akif Mısır'a hicret etmeye karar verir. Âkif, Cumhuriyet hükümetinin sürgüne gönderilecekler listesinde olmamasına rağmen, onun 1925-1936 yılları arasındaki on bir yıllık sürgünlüğü tamamen kendi kararıyla gerçekleşen gönüllü bir sürgündür. Bu onun için çok zor bir karardır ama bu takip işi onu çok derinden üzmüştür. Yakın arkadaşlarının her biri onu bu kararından caydırma gayreti içine girmişlerdir.

Peki, neydi Âkif'e "Mısır'da on bir gün daha kalsaydım, çıldırırdım" demesine rağmen gönüllü olarak sürgünü tercih ettiren sebep? O günleri Neyzen Tevfik'in kardeşi ve Akif'in Ankara soğuğunda donmamak için muşambasını ödünç aldığı samimi arkadaşı Baytar Refik Kolaylı Bey şöyle anlatır: "Bir Cumartesi günü idi. Yanında Fazlı Yegül de vardı. 'Yarın Mısır'a gideceğini ve arz-ı vedaa geldiğini söyledi..' Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır'a gitmekle çocuklarının tahsillerinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Akif, büyük bir hüzün ve teessür içinde dedi ki; "Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum."

Onun tek kusuru dava adamı olmaktı

"Âlemde edânîye müdârâdan usandım,

Nâ-hak yere takdîr ile gavgâdan usandım,

İkbâl etek öpmekle müyesser olacakmış,

Ben öyle rezîlâne temennâdan usandım."

"Tek kusuru; Dâva adamı olmaktı onun. Ahlâki meziyetleri, insani vasıfları, şiirinden de, malumatından da yüksekti. Âkif'in bir kusuru, bir baş belası vardı ki, o da sırf mefkûresinin (dâvâsının, ülküsünün, idealinin) adamı olmaktan ibâretti. İşte onun içindir ki, hiçbir yerde barınamamıştır. (Şayet o) Abbas Halim Paşa'ya tesadüf etmeseydi, âkıbeti çok hazin olurdu. Çünkü insanlar hiçbir mefkûre sahibini hâl-i hayatında takdir edememişlerdir." Seniyyüddin Başak Bey (1867-1963) böyle anlatır Âkif'imizi. Evet, o yaşarken takdir edilemeyen değerlerimizdendir maalesef.

Çünkü onun davası, gayesi; taviz vermeden yaşadığı ve yoluna her şeyini feda ettiği, ızdırap çektiği, sonunda uğruna vatanını da kaybettiği "mefkûresi" idi. Yaşamına yüklediği anlam bu idi. Akif, müthiş bir karakter ve inanç sahibiydi. Rüzgâr nereden eserse, onun önünde sürüklenip gidenlerden değildi. Doğru bildiklerini yaşayan, hareketlerini inançlarına uygun hale getirmeye çalışan bir cemiyet adamıydı. Azim sahibiydi. Azmettiğini yapmak onun için mes'ele değildi. Vefakârdı. Güvenilir bir dosttu, dostluğu çetin olanlardandı. Dostluğuna çok güvenilirdi.

Vefasızlık onun lügatinde namertlikti. Gösterişi sevmeyen mütevazı yaşayandı. Sırası gelmemişse ilmini bile izhar etmezdi. Hayatı boyunca kimseye zillet göstermemiş, zilletlik yaşatmamış izzet-i nefis sahibi örnek bir şahsiyetti. İzzet-i nefsini rencide edecek bir muameleye asla tahammül göstermedi. Yumuşak başlı idi ama asla uysal bir koyun olmadı. Şeref ve haysiyetine ömrü boyunca sahip çıkmış asla toz kondurmamış cesur bir mü'mindi. Metanetliydi. Yeis, korku nedir bilmezdi. Soğukkanlıydı, kendisini frenlemesini bilirdi. Mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğin meftunuydu. Korkaktan, acze düşmüşten, zayıftan, güçsüzden intikam almak onun defterinde yazmazdı. Zaten intikamcı biri değildi. Çok hayırhahtı. Dostlarını, arkadaşlarını mutlu görmek onun en büyük zevklerindendi. Sözünde duranlardandı. Sözünde durmayanı insan olarak bile görmezdi. Dosdoğru bir insandı, yalan nedir bilmezdi, hep doğruları söylerdi. Hayatında hiç yalan söylememişti. Utangaçtı. Kendinden yanında bahsedilmesinden hiç hazzetmezdi. Izdıraplar karşısında tahammüllü idi. Hep iyilik düşünürdü, fenalıklara karşı bile iyilikle karşılık vermeye çalışır, bundan büyük zevk alırdı.

Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Haksızlık karşısında her şeyi kırıp dökerdi. Halkın ızdırabı onun ızdırabıydı, sıkıntısı onun sıkıntısıydı. Buna lakayd kalanlara müthiş öfkelenir, onları adeta hasım bellerdi.

Sevdiğini tam severdi. Asla kindar değildi. Hoşsohbet biriydi. Sohbetine doyum olmazdı. Susması bile bir anlam ifade ederdi. Ona susmak da yakışırdı. Sevdiklerine, inandığı şeylere asla söz ettirmezdi. Başkalarının sevdiğine, inancına da hürmetkârdı. Kendi işlerine karşı lakayddı ama sevdiklerinin işlerine ziyadesiyle alaka gösterirdi, benimserdi ve eksiksiz tamam etmeye çalışırdı ve bundan da büyük zevk alırdı.

Yalnızlığı severdi

Yalnızlığı ve sükûneti şehrin dağdağasına karşı severdi. Mütefekkir adamdı. Nüktedandı. Çok fıkra bilirdi. Bunları tekrarlamaktan da hoşlanırdı. Okumayı sever, ezber yapardı, hafızası çok kuvvetliydi. İrfan ve liyakat meftunu bir insandı. Kudret ve fazilet sahibi kimseleri millete hizmette teşvik ederdi. Cehalete, kör taassuba, sapıklığa müthiş düşmandı. Siyasetten hoşlanmazdı. Geniş düşünen, hür fikirliydi. Müsamahakârdı da. Ancak Dininden asla taviz vermezdi.

Musikiyi sever, ney üflerdi. Birçok şarkı, ilahi, mevlid ezberindeydi. Erken kalkmayı şiar edinmişti. Uyanınca hemen kalkardı. Kimsenin şahsiyetine karışmaz ama toplumu tenkit eder, çekiştirirdi. Kişilerle işi olmazdı...

Velhasıl; O tam bir insan-ı kâmildi.

Ruhun şâd, makamın âli, mekânın Cennet-i Firdevs olsun yüce şahsiyet, büyük şair!