Himaye altındaki Yunanistan veya Türkiye neden AB’ye üye olmamalı

Doç. Dr. Alain Gabon / Virginia Wesleyan College
15.08.2015

Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi, AB bölgesinin üyelerinin ulusal egemenlik ve bağımsızlığına mutlak müdahale tehdidi, Türkiye’nin neden bu projeye dâhil olmaması gerektiğinin gerekçelerinden ilkidir. Yunanistan örneği gösterdi ki, kendilerine tanımladıkları şekliyle ‘kurumlar’ ellerindeki silahı doğrultarak seçilmiş hükümetlere yabancı güçlerin isteklerini dayatmak için bütün bir toplumu esir almaya hazır ve muktedirler.


Himaye altındaki Yunanistan veya Türkiye neden AB’ye üye olmamalı

Son birkaç haftada Yunanistan’da meydana gelen gelişmeler Türkiye’nin neden Avrupa Birliği’ne katılmaması gerektiğine dair harikulade kanıtlar sunuyor. Ana gerekçe: AB bir ulusun özgürlüğü / bağımsızlığı için ölümcül bir tehdit.

Şu anda ciddi manada zarar görmüş Avrupa Hayali’ne inanan Yunanistan artık ne bir egemen devlet ne de bağımsız bir ulustur. Şu anda olsa olsa AB’ye hem ekonomik, hem siyasi, hem de ciddi ölçüde toplumsal olarak bağlı ve ona tabi bir devlettir. Ve tünelin ucunda kimse ışık göremiyor.

Ünlü Fransız gazeteci Jean-François Kahn’ın büyük bir şok ve keder içinde incelediği 13 Temmuz antlaşmasından, bizim de büyük ölçüde paylaştığımız gözlemi şu şekildedir: “ [Bu dokümanı okuyunca] kişi bir darbe sonrası yayınlanan hükümler zincirini veya 1940 ateşkesinden [22 Haziran, 1940 tarihli, Fransızların teslim olup Alman İşgali’nin başlamasına sebep olan antlaşma] bazı kısımları okuduğu hissine kapılıyor”. Her ne kadar abartılı ve acımasızsa olsa da, 2. Dünya Savaşı işgal-direniş temaları, Angela Merkel’e karşı çığ gibi büyüyen ve imparator ya da Hitler olarak resmedildiği karikatürlerde olduğu gibi, hala herkesin zihninde ve dilinde.

Yunanlar artık bağımlı

Bu tip kışkırtıcı retorikler kısmen, Avrupa’nın bilinen sebeplerden ötürü edindiği yeniden dirilen Alman düşmanlığından kaynaklanıyor ve Angela Merkel’in ‘eğilmez’ otoriter tavrı ve bunun yanı sıra Almanya’nın AB üstündeki artan ekonomik ve siyasi etkisiyle güçlü bir şekilde tekrar hayat buluyor. Ancak Yunanistan’ın otoriter Almanya etkisindeki AB ve arkasındaki muhafazakar ve nüfuzlu finans çevrelerince acımasızca ezildiğine dair oluşan yaygın inancı göz ardı etmek bir hata olur.

Birçoklarını şoka sokan, Orwellci bir bilinçle “anlam-bozum”un metnin ve paragrafın ortasına dahil ettiği “[Yunan] hükümeti halk müzakeresine [mesela referandum] veya Parlamento’ya konuyu açmadan [AB, IMF ve benzeri] kurumlara danışmalı ve onay vermelidir” şeklindeki ibare, Yunanistan’ın artık ne halk referandumları düzenleyebileceğine ne de ‘kurumların’ onayı olmadan kendi parlamentosundan kanun geçirebileceğine, yani şu an sadece AB’ye tabi bir devlet olduğunu göstermeye yetiyor. Yunanistan meşru gelişiminin de kontrolünü bir cümlede kaybetti.

Zaten yoksulluktan dizlerinin üstüne çökmüş bir toplumu, bir de vergi artışları, maaş kesintileri, sosyal yardım kısıntıları, emeklilik yaşının ileri alınması gibi ek ve zalim yaptırımlar bekliyor. Hatta askeri alanda bile yaptırımlar kendini gösteriyor. Etrafındaki çeşitli güç odaklarının, Türkiye dâhil, yarattığı tansiyona rağmen savunma harcamalarının kısıtlanmasının talep edildiğini duyuyoruz. Her ne kadar bütçe açığı ve Yunan ordusunun sözleşme ve alımları dillere destan olsa da, bütçe kesintisi uygulaması Yunanistan’ı şimdikinden daha da korunmasız bir orduyla baş başa bırakıyor. Ayrıca bölgesel bağlamda, terör ve sığınmacı krizlerine indirgenemeyecek jeopolitik zorluklar her yerde artıyor.

Yunanistan örneği Türkiye’nin neden AB projesine dâhil olmaması gerektiğinin gerekçelerinden ilkidir. Yunanistan örneği gösterdi ki, kendilerine tanımladıkları şekliyle ‘kurumlar’ ellerindeki silahı doğrultarak (Avrupa Merkez Bankası’nın Yunanistan’ın tüm sıcak para akışını keserek, Tsipras koşulsuz teslim olmazsa ekonomiden geriye ne kaldıysa boğmakla tehdit etmesi gibi) seçilmiş hükümetlere yabancı güçlerin isteklerini dayatmak için bütün bir toplumu esir almaya hazır ve muktedirler. Bu geçirdiğimiz olağanüstü birkaç hafta AB’nin sadece demokratik bir hükümeti yönetimden çekilmeye ve seçilmesini sağlayan en temel kampanya vaatlerini (Syriza örneğinde, kemer sıkma politikalarına ve daha iyi anlaşma imzalama dair vaatlerdi) çöpe atmaya zorlayabilmesini değil, bir de bunu yaparken tehdit, şantaj ve eylemlerinin sonucunu bilen kırılgan bir toplumun tamamına acı verme gibi mafyavari uygulamaları zevkle devreye sokabildiğini de kanıtladı.

AB bu olayda neo-liberal dogmatizme karşı çıkan muhaliflerin kökünü kurutma gibi eylemlerde bulunmaktan çekinmeyeceğini göstermiş oldu. Neo-liberal dogmatizm noktasında grup düşüncesi, kanıtlanmış başarısızlıklarına ve yarattığı devasa müşterek ıstıraba karşı bağışıklık kazanmış olabilecek en kör fanatizm şeklinde evirildi.    

AB seçilmiş bir hükümetin demokratik egemenliğine karşı tam bir küçümsemeyle yaklaşabiliyor. Özellikle İspanya ve Yunanistan gibi daha zayıf ve küçük ülkelere yaklaşımı adil bile değil.

Alman ekonomist Wolfgang Munchau, bildiğimiz anlamda Avrupa Rüyası ve AB projesinin son bulduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Yunanistan’ın kredi verenleri, Tsipras’ı küçük düşürücü bir mağlubiyete uğratarak Yunanistan’da bir rejim değişikliğine sebep olmak ve ülkenin avro bölgesiyle ilişkilerini tehlikeye atmaktan çok daha fazlasına sebep oldular. Bizim bildiğimiz anlamdaki avro bölgesini yok ettiler ve demokratik bir siyasi birlikteliğe uzanan bir adım olan para birliğini yerle yeksan ettiler. Bu şekilde davranarak Avrupa’yı ulusalcı güç çatışmalarının yaşandığı 19. ve 20. yüzyıla geri döndürmüş oldular. Avro bölgesini, sabit döviz kur oranı ve sadece Almanya’nın çıkarına yarayan tek bir para biriminin olduğu, karşı çıkanların da mutlak yoksullukla tehdit edildiği zehirli bir sisteme indirgediler, Bu haftaya dair bahsedilebilecek en iyi şey bu suçu işleyenlerin gaddar dürüstlüğüydü.”

AB ve yeni faşizm

Başlarda ulusların sevecen ortaklığı olarak başlayan yapının otoriterci / teknokratik ve fanatik neo-liberal bir canavara evrimi uzun süredir devam eden bir süreçti. Bu aslında halkların giderek artan ve sonunda her yerde aşırı-milliyetçi, AB karşıtı partilerin güçlenmesine sebep olan mutsuzluğunun, altında yatan temel etmenlerden biridir. Ancak Yunanistan örneğiyle artık AB’nin yapısal dönüşümünün ve yeni bir faşizm türüne (buna artık ‘yumuşak’ bile diyemiyoruz) kaydığı tüm boyutları ve Yunanistan için gerçek diğerleri için olası sonuçlarıyla ilk kez gözler önüne serildi. Çünkü Junckers, Merkel ve Hollande’ın halkla ilişkilerini yürüttüğü ve arka planda neo-liberal AB buldozerini kontrol eden ekonomik-finansal kapitalist güçlerin İspanya, Portekiz ve İtalya’yı ezerken iş Yunanistan’a geldiğinde duracaklarını düşünmek saflık olurdu.

Fransa gibi zengin ve güçlü uluslar bile sonunda kendilerini koruyamayıp Yunanistan’ın kaderini paylaşacaklardır. Sırada onlar var. Yunanistan’a uygulanan yöntemler ‘finansal pazarların’ güçlü kurumların ve iş lobilerinin yıllardır Fransa’ya uygulamaya çalıştıklarıyla aynıdır; bu çabalar şu ana kadar yalnızca kısmen başarıya ulaştı. 13 Temmuz’da Yunanistan’la yapılan kapitülasyon anlaşması bazıları tarafından aslında Fransa’ya, Syriza ve Tsipras gibi çizgiyi aşarlarsa başlarına neler gelebileceğini dair bir gözdağı olduğu şeklinde yorumlandı.

Gayretli ve ateşli olanları da dahil birçok Avrupacı yorumcu AB’nin şu anda sadece, mevcut veya potansiyel, şu anda veya gelecekte (İspanya, Portekiz, İtalya’dan sonra şu anda Yunanistan, sıradaki kim?) Almanya’nın kendi çıkarları için tahakküm edeceği bir avuç yarı-koloniden ibaret olduğu görüşünde.

Ayrıca, AB şu anda uluslarötesi, büyük ölçüde anonim (ancak bir o kadar gerçek) ‘9-sıfırlı maaş’ sahibi olan özel sanayiden, kredi derecelendirme kuruluşlarından, dev şirketlerden, kapitalist holdinglerden - Occupy Wall Street “%1”, insanların iyiliğini zerre umursamayan ve yalnızca ‘Neticenin Tiranlığına’ ve maksimum kâra inanan Evrenin Efendileri- oluşan oligarşik üst sınıf tarafından yönetiliyor. Bu nedenle, şimdilerde AB’den ‘Kurumsal Avrupa’ olarak bahsediliyor. Brüksel dünyada lobicilerin sermayesi olma sıfatını Washington DC’den almış durumda ve bu hiç fena bir başarı değil!

Türkiye’nin kendisine bir iyilik yapıp AB projesine neden katılmaması gerektiğine dair ikinci sebep de ‘değerlendirme’ ve ‘yükümlülüklerini’ yerine getirmek için ne kadar uğraşırsa uğraşsın birliğe alınmayacak olması. Bu durumu bu kadar açıkça ifade etmek her ne kadar can sıkıcı olsa da, yüzleşmeliyiz: AB ve onu yönetenler, devlet başkanları ve teknokratik ‘elitler’ kendi kurdukları birliklerine bir 70 milyon Müslümanı daha asla kabul etmeyecekler. Olay bu kadar basit. Atlantik’ten Rusya’ya kadar Avrupa’daki yabancı ve İslam karşıtı partilerin önlenemez yükselişinin gösterdiği üzere, tüm Avrupa İslam’a karşı toplu bir histerinin kötülük yuvası haline gelmiş durumda. Bu kültürel patoloji onlarca yıldır yükselişte. AB’deki Müslüman vatandaşları dışlamak ve şeytanlaştırmak için akla hayale gelmeyecek son derece yaratıcı yöntemler bulma konusunda epey başarılılar. AB artık kendi vatandaşları olmasına rağmen şu anki 20 milyon Müslüman’ı bile kabul edemiyor. ‘İstenmeyen’ ve çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin getireceği 70 milyon Müslüman’ı kabul edebileceklerini düşünmek ahmaklık olur. Türkler’in kat’i olarak bu üzücü gerçekle yüzleşmesi gerek: Türkiye üyelik için gereken tüm resmi zorunluluklar, standartlar ve kriterleri yerine getirebilir, hatta bunların üstüne dahi çıkabilir ancak yine de kabul edilmeyecekler. Gitgide hastalanan AB’ye hâkim, Yunanistan örneğinde gördüğümüz riyakarlık son dakikada Türkiye’yi dışarda bırakmak için ucuz bir bahane üretecektir. Hoş, kim Birleşik Krallık da dahil birçok ülkenin ayrılmak istediği bir birliğe katılmak ister ki?

Üçüncü sebep ise AB’nin daha iyi bir ekonomik gelecek vaadini tutmayı başaramamış olması. AB İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra temel olarak iki hedef için kuruldu: 1) Yüzyıllardır birbirini katleden uluslara barış getirmek ve İkinci Dünya Savaşı boyunca devam eden karşılıklı yıkıma bir dur demek. 2) Ekonomik refah. Bu hedeflerden ilki şaşırtıcı bir tarihi başarıya kavuştu. İkincisi ise tam anlamıyla çöktü. Şimdi, birinci hedef Türkiye’yi ilgilendirmiyor çünkü Türkiye’nin komşuları ve diğer Avrupa ülkeleriyle barış içinde olmak için AB’ye ihtiyacı yok. Aynısı AB ulusları için de söylenebilir: Tüm bu gösterişli yapı tek bir gecede ortadan kalkabilir ve bu ülkeler yine de barış içinde yaşamaya devam edebilirler. Kim ciddi ciddi AB olmasa Fransa’nın, Almanya’nın, İspanya’nın ve Birleşik Krallık’ın yine birbirini işgal etmeye, savaş açmaya başlayacağını düşünebilir ki?

Türkiye’nin ihtiyacı yok

Daha iyi bir ekonomi vaadine gelince, bunun savunan ekonomistlerin arasında bile avroya geçişin bir hata olduğuna ve bunun oluşturuluş şeklinin saçmalığına dair bir görüş birliği var. AB onlarca yıldır yavaş büyüme, yüksek işsizlik oranları, artan yoksulluk, toplu ihraçlar ve büyüyen sosyo-ekonomik boşlukla tanımlanıyor. İronilerin en büyüğü de 2000’lerde AB ulusları yüzde 3 büyümeye bile ulaşamayıp artan işsizliği engelleyemezken yükselişteki Türkiye ekonomisi için ahkam kesiyor olması gerek! Tavsiye alması gereken AB!

Daha genel olarak, ekonomik açıdan bakıldığında AB üyeliğinin esasen etkisiz ve sonuçsuz olduğu görülüyor. Mesela, avroya dahil olmayan ve birlikten temelli çıkma ihtimali bulunan Birleşik Krallık örneğinde olduğu gibi, avro bölgesine dahil olmayan ülkelerin dahil ülkelerden daha iyi durumda olabiliyor. Bazı ülkeler AB içinde kendilerini daha iyi bir noktaya getirirken diğerleri o kadar da başarılı olamayabiliyor. Türkiye ise AB ülkelerinin rüyalarında bile göremeyecekleri yüzde 8, yüzde 10 gibi büyüme rakamlarını yakalayabilmesi için AB üyeliğine ihtiyaç duymadı.

Radikal Avrupacılar ve Nicolas Baverez gibi önde gelen neo-liberal ekonomistler bile işlerin aslında kötüye gittiğini ve AB kuralları altında artık daha az özgür olduklarını şu günlerde itiraf etmeye başladılar: “Her şeyin ötesinde, Yunanistan’ın içpatlaması gösterdi ki avro bölgesinde kalmak bölgenin sıkı disiplinine uymadan mümkün değil. Tek para birimli sistemde uluslar artık kendi ekonomilerini enflasyon veya devalüasyon gibi aygıtlarla [eskiden olduğu gibi] ayarlayamaz noktadalar. Onun yerine şirket iflasları, işsizlik, gelirlerin kesilmesi [maaş kesintileri, vs.] gibi daha doğrudan yollarla yapabiliyorlar.” Hiç de fena bir gelişme değil!

NOT: Bu yazı daha önce TurkeyAgenda sitesinde yayınlanmıştır

[email protected]