Hisseli kıssalar tarihi

Dr. Necdet Subaşı / Yazar
8.01.2021

Bir Âdem'le bitmiyor ki hikâye, içinde cennet, dünyaya inmek, Havva annemiz, Allah'ın bize bütün bilgileri öğretivermesi, günah-sevap, insanlığa önderlik etmek, vs. İnsan arkeolojinin verileriyle ilerlediği bir dünya haritasında gide gide ilkel bir geçmişe ancak ulaşabiliyorken Kitap'taki Âdem'in hikâyesi bize neler anlatıyordu neler. Daha çocuktuk ama insanların birbirine mesela kıskançlık ve haset nedeniyle kıyabileceğini hem Habil-Kabil kıssasından hem de kardeşlerini kuyuya atıp ondan kurtulmak isteyenlerin anlatıldığı Yusuf kıssasından öğrenmiştik. Çocuktuk, tufan nedir Nuh'tan, sürgün nedir Musa'dan, Yahudi nedir bilumum İsrailoğulları peygamberlerinden, çarmıh nedir İsa'nın kıssasından öğrenmiştik. Hepsi de değerli hepsi de hayatımız için mutlak karşılıkları olan birer hayat kapsülü gibiydiler.


Hisseli kıssalar tarihi

İlerleyen yaşlarımda peygamberler tarihi üzerine daha yakından bir okuma yapmaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Oysa hayatım onlarla geçmişti. Çocukluğumun ilk duraklarında Âdem aleyhisselamdan da Nuh tufanından da “Millet-i İbrahim”den de haberdardım. Onlara bir asker arkadaşı sıcaklığı içinde kendimi yakın hissederdim.

Şavşat’ta yazları birkaç ay durduğumuz Verhunal’daki evimizde belki de okuma yazmayı söktükten sonra ilk okuduğum kitaplar onlarla ilgiliydi. Seyyid Kutub’u da Cude es-Sahhar’ı da Mustafa Runyun’u da o gün bugündür bilirim. Babamın bir seferinde çarşıdan getirdiği 20-25 küçük ciltten oluşan setini Sahtar’daki evimizin etrafında dolaşarak satır satır okumuş, neredeyse her birini teker teker hatmetmiştim.

Benim onlardan haberdar oluşum tabii ki ne kitaplarla başlamış ne de onlarla sınırlı kalmıştı. Babamın da annemin de hemen her ciddi muhabbetlerinde sanki bizim haneden birileriymiş gibi onlardan söz etmelerini asla unutmam. Bazılarında kan vardı, acı vardı, elem vardı; bazılarında ise içlerinden aşk hikâyesi çıkaracak kadar derin melodramlar vardı. Çocuktum işte; yeri geldiğinde babam yaratılış öykülerimizden bahseder, ben o küçücük bedenimle Âdem’i öyle insanlığın atası falan değil basbayağı ailemizin bir büyüğü, hatta belki de babamızın babası olarak görecek kadar kendime yakın hissederdim. Belki onlar kendisine yetişemediğimiz dedelerimizdi, belki ailenin geçmişte kalan büyük atası. Öyle bir şey, ama kesinlikle çok uzaklarda değil.

Mucize nasıl bir şeydi?

Babamın bize o yaşlarda ne diye peygamberler tarihi okuttuğunu şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Belli ki bizde bir aidiyet, bir bellek ve tabii ki sağlam bir hayat felsefesi oluşturmak istiyordu. Bunun için söz konusu bilgiler yeter miydi onu bilmiyorum, ama şimdi işe tam da oradan başlanması gerektiği noktasında ben de aynen onun gibi düşünüyorum.

Bizim ev köyde bütün etrafı bir çırpıda görebilecek bir tepe üzerindeydi. Zaten bizim orada yükseklerde bir yerde bir kule vardı bir de bizim ev. Ev dediysem babamlar buradaki evlerini çoktan satmışlardı. Yazları geldiğimizde henüz köye inmemiş Muhlis amcamlarla, evleri hâlâ aynı tepede olan Zekeriya amcamlarda kalır, birkaç ayı onlarla geçirirdik.

Bir de ambarımız vardı. Vakt-i zamanında babamların ardiye olarak kullandıkları bu ambarı şimdi tatili geçirmek için bir karavan niyetine kullanıyorduk. Bizim oralarda kaldığımız o yerlere ambar denirdi.

Tek başına okumam yetmezdi

Okuduklarımı babama tekrar ederdim. Başlangıçta hepsi bana yabancı gelen bir hikâyeler demetiydi, ama zamanla onlardan her birinin bizim hayatımızda da sahici karşılıklarının olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Gerçi tek başına okumam yetmezdi. Babama irkilerek okuduğum Habil’le Kabil’in hikâyesini sorduğumda o bana belki o gün bugündür unutmadığım eşleştirmeler yaparak kendimle tarih, kendimle peygamberlerin yaşadığı evrenler arasında hoşluk üreten gidiş gelişler sunuyordu. Ona Firavun’u sorardım, ona Nemrut’u. Hele İbrahim aleyhisselamın milletin gözü önünde linç edilmek istenmesi, kaldırılıp kıpkızıl bir ateş fırınına atılması yok muydu? O günlerde ne mucizeyi bilirdim ne de olağanüstünün ne olduğunu. Hayatımızda gökkuşağından başka sıra dışı bir şey yoktu. Yağmur, zamanı gelince yağar, hatta yağacağını önceden bilen amcamlar mesela alelacele harmanı toplarlar, sapların samanların, o yazki hasadın ıslanıp heba olmaması için ellerinden geleni yaparlardı. Bir koşuşturma içinde ortalığı topladıklarında sezinledikleri şey güzeldi, emsalsizdi, ama bize mucizevi görünen bir tarafı yoktu. Yağmurdu, yağardı, ıslatırdı. Ama gökkuşağı öyle değildi. O bir çıktı mı uzaklarda rengârenk bir kuşak gibi Şavşat’ı, Kaçkarlar’ı, uzaklarda hakkında pek çok şey duyduğumuz Rusya’nın bize taraf yanlarını da altına alır bir güzel hava yaratırdı. Emsalsizdi, mucize böyle bir şey olmalıydı. Çocuktuk, aklımızdan geçirdiğimiz hayaller de ufaktı, giderek büyüyecek, giderek genişleyecekti.

Bir tarih sandığı

Sonra okumalar hem çeşitlendi hem de hızlandı. Artık din adına okuduğum kitaplar, bu bağlamda duyduğum şeyler hepsi birden karmaşık bir yekûn oluşturmaya başlamıştı. Hayattan peyderpey öğrendiklerim azdı, ama devamlılık içindeydi. Bir süreklilik hep vardı, sonra kendi zihinsel dünyam, bildiklerim, zihnimde dolaşan yeni sorular. Bazen bir sorun bazen de geliştirici bir hikmet kaynağı olarak peygamberler tarihi benim için sık sık kendi zamanlarına erişmeye çalıştığım bir tarih sandığı gibiydi.

Okulda, daha en başta ilkokulda büyüklerimize oldukça zayıf ve verimsiz gelen şu din dersi kitaplarından da onları derslerde bize anlatan öğretmenlerimizden de çok şey öğrenmiştim. Din dersini biz o zamanlar 4. ve 5. sınıflarda alıyorduk. Bize din dersini ilk veren öğretmenimizin öğrendiğim kadarıyla dinle imanla alakası yoktu. Hem o ne bilirdi. Gerçekten de bu hocanın ortalık yerde hemen her fırsatta din hakkındaki düşüncelerini söylemekten hiç mi hiç sakınmadığını köyde bilmeyen yoktu. Ne ateist ne de agnostik, bildiğimiz bir şey değildi. Onun bu işlere kafayı takan insanlar nezdindeki adı Allahsızdı. Küçük köy yeriydi, inançsızdı ama gâvur değildi. Akrabalıklar, hısımlıklar kimsenin kimseyi gâvur saymasına fırsat vermezdi. İşte bizim oradan biriydi, inkâr etse nereye kadardı. Her neyse, o derste ne anlatırsa babamın akşamki işi onları aklı sıra düzeltmek olurdu. Dolayısıyla benim hiç aklımdan çıkmayan şeylerin başında bu kıssaların gerçekten olmuş-yaşanmış birer hikâye mi yoksa uyduruk kaydırık şeyler mi olduğuydu. Babam bunların gerçekten yaşandığını bana göstermek için olmadık zorluklara katlanıyor, zihnimde bir şüphe ateşinin dolaşmaya başlamasından en başta kendini sorumlu tutuyordu. Öyle ya, ya ben bu öğretmenlerin dizinin dibinde ileride bir daha asla toparlanamayacağım bir yüklemeyle yolumu kaybedersem! Hakikaten çocuktum ve hayranlıkla takip ettiğim insanların bana sundukları şeylerde doğru nedir yanlış nedir ayırt edecek hiçbir imkânım yoktu. Öğretmenler de bizim dilimizle konuşuyordu, onlar da sınıfta pek zorlansalar da dışarıda şu pek hoşlandığım yerli ağzı kullanıyorlardı. Bu dil, bu hançere hepimize sıcak geliyordu; ondandı bu dilden yanlış ne diye çıksındı. Öyle bir kargaşa öyle bir belirsizlik.

İbrahim’in arayışı

Son sınıfta derslerimize babam girmişti. Din dersini de ondan almıştık. Artık okul bitiyordu ve ona göre çoktan zihinleri bir önceki sınıflarda şu ya da bu şekilde zehirlenmiş çocukların iyi bir bakımdan geçirilmeleri gerekiyordu. Babam en çok da Tevhid ve nübüvvet kavramları etrafında ders yapıyor, Allah’ı birlemekten söz ettiğinde Hz. İbrahim’in arayışını ve bu uğurda göze aldığı baskıları dile getiriyordu. Daha çocuktuk ama insanların birbirine mesela kıskançlık ve haset nedeniyle kıyabileceğini hem Habil-Kabil kıssasından hem de kardeşlerini kuyuya atıp ondan kurtulmak isteyenlerin anlatıldığı Yusuf kıssasından öğrenmiştik. Çocuktuk, tufan nedir Nuh’tan, sürgün nedir Musa’dan, Yahudi nedir bilumum İsrailoğulları peygamberlerinden, çarmıh nedir İsa’nın kıssasından öğrenmiştik. Hepsi de değerli hepsi de hayatımız için mutlak karşılıkları olan birer hayat kapsülü gibiydiler.

Sorular derinleştikçe...

Gündelik hayatın içinde sık sık başvurulacak modellemelere ihtiyaç duyduğumuzda önümüzde birer atlas gibi duran peygamberler vardı. İnsan Adem’i çocukluk dünyasında tanımaya başladığında oralarda neler vardı neler. Düşünsenize bir yanda yaratılış hikâyesi sizi evrim tartışmalarının tam da ortasında dayanıklı bir şekilde muhafaza altına alıyor. Bir Âdem’le bitmiyor ki hikâye, içinde cennet, dünyaya inmek, Havva annemiz, Allah’ın bize bütün bilgileri öğretivermesi, günah-sevap, insanlığa önderlik etmek, vs. İnsan arkeolojinin verileriyle ilerlediği bir dünya haritasında gide gide ilkel bir geçmişe ancak ulaşabiliyorken Kitap’taki Âdem’in hikâyesi bize neler anlatıyordu neler. Hepsinin ayrı bir mirası ayrı bir bilgisi vardı.

Zaman geçtikçe, sorular derinleşip dertler çoğaldıkça peygamberler tarihinin bendeki kıymeti daha bir artmaya başladı. Bilgiler güncellenecek, öğrendiklerimden hayatın kıyısında kalanlar yeni bir okumayla tekrar müzakere edilecekti.

@darulmedya