Hüsamettin Arslan için eksik bir Fatiha

Asım Öz / Yazar
6.01.2018

Hüsamettin Arslan 1987’de Kitap Dergisi’nde yayımlanan bir yazısında “Ebediyete intikal eden düşünür için okunacak Fatiha” der ve şöyle devam eder “Onun düşünceleri üzerine yazılmış aklı başında bir eleştiridir.” Farkındayım, bu metin onun kastettiği manada dört başı mamur bir Fatiha olmadı. O, yıllarca üzerinde çalıştığı iktidar ve bilgi kavramlarını bizatihi hayatında yaşamıştı, kimseye dayanmadan, hiçbir erk ve yapının payandası olmadan, yerleşik entelektüel tekellerin ezberlerini bozmayı başardı.


Hüsamettin Arslan için eksik bir Fatiha

Merhum Hüsamettin Arslan’ın yazma serüveni 1980’lerin sonlarına rastlar. Akademik hayatının başlangıç yıllarından itibaren dönemin önemli dergilerinde-ki metinlerinde Türkiye’deki düşünce sorunları, epistemolojik bunalım ve bilgi sosyolojisiyle ilgili yerleşik kanaatlere karşı çıktığı hemen fark edilir. İlginçtir; o yıllarda dönemin acil siyasi sorunları üzerine neredeyse hiç yazmadığı görülür.

İlk ve temel kitabının meseleleriyle alakalı metinleri 1987’den itibaren çeşitli dergilerde yayımlanır. Yazdıklarının anlamlandırılması açısından ka-pağında bir Kazimir Malevich tablosunun yer aldığı Epistemik Cemaat kitabının 2007’deki ikinci baskısına yazdığı “entelektüel itiraf” niteliğindeki, önsözün özel bir değerinin olduğu muhakkak belirtilmeli. Zira çekiçleyişiyle tipik bir Hüsamettin Arslan önsözü olarak anılmayı fazlasıyla hak eden bu metninde o, bir yandan kendisine çalışma alanı olarak seçtiği bilgi sosyolojisinin Türk akademik çevrelerince hiç bilinmeyişini ortaya koyar, öte taraftan temel entelektüel duruşunu sahiplendiği kitabın daha gelişkin adının ne olması gerektiğini de izah eder. Haliyle kitabın adı meselesinin bu önsözde tam üç defa gündeme gelmesi sebepsiz değildir. Merak edenler için söyleyelim: Hüsamettin Arslan “epistemik” kavramını fazla Anglosakson bulduğu için “Şimdi yazsaydım metnimin adını Yorum Cemaatleri koyardım” der. Entelektüel statükoyla mücadele eden Arslan’ın yazamadığı ve tercüme edemediği kitaplar bir yana adı en çok bilinen kitabı belki de onun en çok ihmal edilen eseridir. Herhalde Türkiye’deki entelektüel alanın pozitivist bilim ideoloji-since kurulduğunun en önemli göstergesi bu kitabın baskı sayısının azlığı olsa gerek. Ayrıca yaratıcı yanlış okumalara konu olmayışını da zikretmeden geçemeyiz.

Entelektüel mütercim

Bildiğim kadarıyla Hüsamettin Arslan, hakkında birkaç metin kaleme aldığı Cemil Meriç dışında Türkiye’den herhangi bir düşünüre dair müstakil bir metin yazmadı.  Zira öteden beri kendisinin Cemil Meriç’le adeta bir “baba ve oğul” ilişkisi söz konusudur. Belki de ömrünü harcadığı yayın ve tercüme faaliyetlerinin başlangıç noktasına yerleştirilebilir bu entelektüel babalık. 1970’lerin ortalarında “Gençlik yıllarımın en büyük keşfi” dediği ve belli ölçüde “hafızı olduğu” Bu Ülke kitabıyla başlayan münasebeti 1980’lerde bir yazı ve uzun bir söyleşiyle, 1990’larda Dergâh dergisindeki metinle, ardından ise heyecanlı bir sempozyum konuşmasıyla devam eder.

Hüsamettin Arslan, o yılların entelektüel tartışmalarının da etkisiyle Cemil Meriç için hiç tereddütsüz “erken postmodern” ifadesini kullanır. Aslında sebepsiz değildir bu niteleme: Arslan 1990’larda mantıki pozitivizmin ruhsuz aşırılıklarına karşı çıkmak konusunda pek çok düşünür gibi postmodernizmi bir imkân olarak gördü. Oldukça farklı tartışmaları içinde barındıran bu sürece ilişkin şu kadarını söylemek yeterli olur: Hüsamettin Arslan, Paul Feyera-bend’i Karl Popper’e tercih etmek konusunda yalnız değildi, hâlâ da öyle. Belki bunun da etkisiyle Cumhuriyet Kitap’ta 1992’de yayımlanan metni “pozi-tivist mabedin Türkiye’deki eşik bekçilerinden” biri tarafından sert bir şekilde eleştirildi. 2007 sonrasında ise Hüsamettin Arslan, bilimsel epistemik cemaatten kurtulmak için rölativizme yaptığı vurgunun özellikle etik bağlamında aşırı olduğunu belirtti. Keza bu yıllarda Cemil Meriç hakkında 1990’larda söylediklerini de tashih etme gereği duyacaktır. Ayrıca entelektüel yörüngesinin belirleyicileri arasında daha mühim bir yeri olan Heidegger bahsi var.

Öte yandan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlükleri çok meşhur olmadan evvel, 1980’lerin ikinci yarısında günlüklerdeki birkaç pasajdan hareketle Tanpınar üzerinde durdu. Toplumun parçalanmışlığının neticesi olan bunalımı hangi noktalarda yaşadığını göstermek üzere, onun günlüğüne başvurdu. Aynı metinde bu isimlerle birlikte Nurettin Topçu, Erol Güngör, Sabri F. Ülgener ve Mehmet Kaplan’ı bir arada ele alarak Türk düşüncesindeki temel sorunları tespit etmeye ve çıkış yolu bulmaya çalıştı. Keşke bu isimleri ve başkalarını daha ayrıntılı bir şekilde yazabilseydi. Her zaman Türk modernleş-mesindeki çelişkiler dolayısıyla da bunun neticesinde ortaya çıkan epistemolojik bunalımın düşünce dünyasını karakterize eden biricik olgu olduğunda ısrar etti.

Entelektüel mütercim

Hiç şüphesiz Hüsamettin Arslan, kimlik bunalımını epistemolojik bunalımın somut hali gördüğü için ömrünü teliften daha ziyade tercümeye adadı. Ne var ki, ilk tercümesi entelektüel ilgileri belirgin meşhur bir yayınevinde sürünmekten kurtulamadı. Başka bir tercümesi ise hayli gecikmeli olarak yayımlanabildi. Arslan, sadece kişisel tarihini değil ilim hayatını da kendi açtığı yol üzere inşa etti denilse abartılmış olmaz. Erken tarihli makalelerindeki dipnotları, Paradigma Yayınları’nın kurulmasında tercümelerinin vaktinde basılmayışının da etkili olduğunu ispatlar. Şayet biri çıkar da Hüsamettin Arslan’ın Türkiye için neden bu kadar önemli olduğunu sorarsa, hiç tereddüt etmeden “Entelektüel mütercim olduğu için” cevabı verilebilir. Ancak onun tercüme serüveninin Türkiye’deki yerleşik sosyal bilim ve felsefe alanından farklılığına dikkat çekmek yerinde olacaktır. Zira tercümeleri ve derlemeleri ekseriyetle pozitivist geleneğe hücum eden kitaplardan oluşuyordu.

Belli mefhumları yeniden gündeme getiren keskin üslubundaki hoş ve parıltılı benzetmelerin felsefe ama aynı zamanda güçlü bir edebiyat okurluğu-na işaret ettiği açık… “Edebî metin tadı veren ‘bilimsel’ metinler yazmak isterdim” demesi boşuna değil. Farklılıklarıyla, tekrarlarıyla ve üslubuyla ente-lektüel ortodoksilerle başı belada olan herkese yürek ferahlatıcı düşünceler sunan önsözleri var bir de. Gerçekten de onun felsefe, sosyoloji ve edebiyat birikimini yansıtan önsözleri, dar sosyologları üzücü biçimde yetersiz gösterecek kadar muhteşem göndermeler içerir. Ne var ki, can alıcı kitapların giri-şindeki bu önsözlerden “sıkıldığı” için olsa gerek 2015’te yayımlanan son tercümesi Eğitim ve Toplum Eğitim Sosyolojisinde Sorunlar ve Açıklamalar (Rob Moore) kitabında müstakil bir önsöz bulunmuyordu. Yeri gelmişken söyleyeyim, önsöz yazımında mütereddit davranmayan Hüsamettin Arslan, sonsöz konusunda oldukça perhizkârdı. Sağlığında yayımlanan son kitabına sonsöz yerine şunları yazacaktı: “Hiçbir yazar “sonsöz”ü söyleme imtiyazına sahip değildir. Her metin bitmemiş metindir. Son söz ölümündür. Son sözü ölüm söyler. Son söz Tanrı’nındır.”

Kriz ve karar anları

Hüsamettin Arslan, 2009’dan itibaren bilhassa Gezi Parkı olaylarından sonra yorumları, söyleşileri ve köşe yazılarıyla öne çıktı. Siyasi gelişmeleri değerlendirme biçimi Star Açık Görüş, Yeni Söz, Derin Tarih, Kriter gibi gazete ve dergilerdeki metinlerinden anlaşılmaktadır. Gazete ve dergi yazıları dışında konferans ve sempozyum tebliğleri de dünyadaki ve Türkiye’deki olayları nasıl ele aldığını bütünlüklü olarak görebilmek için mutlaka dikkate alınmalıdır.

Bilindiği üzere Türkiye’de bilhassa 2000’li yıllarda muhafazakâr politik ideolojinin ya da muhafazakârlığın doğuşu ve gelişmesi siyasi ve entelektüel gündemde sıklıkla ele alındı. Gelgelelim muhafazakârlık, çeşitli mahfillerde neredeyse birbirinin tıpkısının aynısı kalıplarla konuşuldu. Bu bakımdan Arslan’ın çoğu zaman aşağılanan muhafazakârlığı belli bir bakış açısıyla savunmuş olması da onun fikrî hissiyatının önemli bir parçasını oluşturur. Hiçbir zaman müesses nizamı, müesses gelenekleri ve dünya görüşlerini savunmayan Arslan’ın adım adım yuvaya dönüşüyle de ilgilidir muhafazakârlığa yükle-diği anlam. Babasını anlattığı ve Babalar ve Oğulları adlı derlemede yer alan etkileyici metnini başka yazılarının önünde mühim bir başlangıç sayabiliriz. İkinci kitabının değişik bölümlerinden alıntıladığım aşağıdaki birkaç cümle, ona özgü muhafazakâr tavrı bir şekilde yansıyor: “Muhafazakâr ‘modernleş-menin’ bedelini ödeyen kişidir. (…) Köylülerin muhafazakârlaşması ile şehirlilerin muhafazakârlaşması, işçilerin muhafazakârlaşması ile ev hanımlarının muhafazakârlaşması farklıdır. Tek bir muhafazakârlık yoktur, çok şey paylaşıyor olsalar da birbirinden farklı muhafazakârlıklar vardır. (…) Türkiye’de muhafazakârlık, dünyanın yeni efendileri karşısında ortaya çıkmış ‘korkulu ve sessiz’ bir bekleyişin, korkularla yüklü bir bilinç durumunun adıdır.” Muha-fazakârlığın imkânları, çelişkileri ve ıstırabı hakkında belli bir fikir edinebileceğimiz bu ifadelerini aynı zamanda onun otobiyografisinden pasajlar şeklin-de de okumak mümkün. Bu yüzden Novalis’i, Dostoyevski’yi her zaman hayırla anar. Nasıl ele alınırsa alınsın onun muhafazakârlığa kendi başına bir değer atfetme noktasındaki yorumları başkalarından önemli ölçüde farklılaşır.

Kriz ve karar anları olması bakımından 2009-2017 yılları arasındaki yorumlarına bakılması son derece yararlı olacaktır. Bu anlamda iki kitabı üzerin-de durmak hem süreklilikler hem de kopuşlar bağlamında anlamlı sonuçlar çıkarılmasını sağlayabilir. Bahsettiğimiz eserlerden ilki 2012 yılında yayımla-nan ve Türkiye’nin belli sorunlarını doğrudan ele almayı denediği Jöntürkler, Jönkürtler, Muhafazakârlar kitabıdır.  Aynı zamanda Hüsamettin Arslan’ın en çok baskı yapan kitabı da olan bu eserin içeriği kadar ikinci ve üçüncü baskısındaki önsözleri de değerlidir. İkinci kitap ise ilkinden tam dört yıl sonra 2016’da yayımlanan Twitmania, Etnomania, Şiddetmania üzerinde ayrıca durmak gerekmektedir. Bu kitaptaki yazılar ve söyleşiler 2013 sonrasındaki siyasal gelişmeleri anlatmaktadır. Aynı yorumlar bu kitabına dâhil olmayan yazılarında da yer alır. Ne var ki Hüsamettin Arslan’ın bu kitaplarındaki metinleri için  “Eski tüfek bir İttihatçının hezeyanları” nitelemesinde bulunmak, Türkiye’deki zihinsel gerilemenin işaretlerinden sadece biri. Ama kendi-lerini “kentli” dolayısıyla üstün gören bazı eski talebeleri kendisini böyle sanıyor ne yazık ki. Kaldı ki böylesi bir itham onun eğitim ve öğrenim hayatın-daki belli başlı tercihlerini görmezden gelmek pahasına sarf edildiğinde öfkelenmemek mümkün değil. Biraz ukalaca da olsa işin garip yanı bunun Türk akademik çevrelerinin Hüsamettin Arslan’ın yönelimlerini anlamak bir yana kendi sınıfsal konumlarını ona “saldırarak” örtmeye matuf sakarlıklarının tabii bir göstergesi olmasıdır. Oysa ilgili kitapların kontekstten bağımsız ve kontekstin dışında değerlendirilmesi en hafif tabirle “ortodoksluk lüksü”. 

İktidar ve bilgi

Hüsamettin Arslan, yıllarca üzerinde çalıştığı iktidar ve bilgi kavramlarını bizatihi hayatında yaşamıştı, kimseye dayanmadan, hiçbir erk ve yapının payandası olmadan, yerleşik entelektüel tekellerin ezberlerini bozmayı başardı. Zor şartlar altında entelektüel put kırıcılığından taviz vermedi, bu topluma efendilik edenlerin hiyerarşilerini çözmeye çalıştı. Bir genelleme yapmayı göze alarak söylersek; tercüme, düşünce ve siyasi yazılar şeklinde çerçevelenebi-lir onun entelektüel yolculuğu. Eğitim kurumlarımızın entelektüel altyapısını irdelediği akademi, iktidar, üniversite konulu makaleleri ile Retorik Herme-neutik ve Sosyal Bilimler, İnsan Bilimlerine Prolegomena, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler derlemeleri bir türlü yazılamayan Anlam ve İktidar kitabının girizgâhı kabul edilebilir. Ya da okurları olarak bununla teselli olabiliriz. Bahsettiğimiz makaleleri kitaplaşınca yahut adını andığımız derlemelerin yeni basımlarının kapağında Rene Magritte olur mu bilemem ama resmin felsefesine kafa yoran Kazimir Malevich çizimi de sarsıcı olabilir. Hüsamettin Arslan 1987’de Kitap Dergisi’nde yayımlanan bir yazısında “Ebediyete intikal eden düşünür için okunacak Fatiha” der ve şöyle devam eder “onun düşünceleri üzerine yazılmış aklı başında bir eleştiridir.” Farkındayım, bu metin onun kastettiği manada dört başı mamur bir Fatiha olmadı. Gelgelelim kendisi hayat-tayken 2013’te iki defa Fatiha okumayı denemiştim. Kaldı ki “hakkında en rahat konuştuğumuz konuların, en az bildiğimiz konular olduğunu ortaya koyan” tercümeleri, kitapları ve yazıları her şeye rağmen müstakbel meçhul okurlarıyla buluşmaya ve konuşmaya devam edecek.

[email protected]