İçtihad kapısını yeniden açmak!

Prof. Dr. Kadir Canatan / Sabahattin Zaim Üniversitesi Öğretim Üyesi
31.03.2018

Hıristiyan din tecrübesinde yaşanan din kavgaları modern zamanları da etkilediği için, hep bizde bu tür kavgaların olmadığı söylenir. Oysa İslamiyet’in daha ilk asrında Haricilik başta olmak üzere Şii ve Bâtıni kaynaklı hareketler ortaya çıkmış ve ilk bölünmeler bu dönemde yaşanmıştır. Ama şu bir gerçek ki, bizdeki kavgalar dini olmaktan ziyade siyasi kaynaklıdır. Bununla birlikte başlangıçta siyasi olan anlaşmazlıklar, sonra teolojik bir karaktere de bürünmüştür.


İçtihad kapısını yeniden açmak!

“İslam’ın güncelleştirilmesi” konusunda yaptığı açıklama, konuya hâkim olmayan kesimlerin yanlış anlamalarına da müsait olduğundan, bir sonraki konuşmasında Cumhurbaşkanı, konunun “reform”la alakası olmadığını söyleyerek, bir düzeltme yaptı. Bununla birlikte iki mesele de kendiliğinden ortaya çıktı. Birincisi “güncelleme” sorunu, 19. yüzyıldan bu yana tartışıldığı halde bu tartışmalardan haberdar olmayan geniş halk kesimleri bundan neyin kastedildiğini anlamakta zorlandı. Çünkü açıklamanın yapıldığı andan itibaren sosyal medyada hararetli bir tartışma başladı. Açıklamayı tuhaf bulanlar “ayetler ve hadisler” mi değiştirilecek diye sormaya başladı. Cumhurbaşkanı’nın “reform” yapmak gibi bir amaçları olmadığını açık-lamasından sonra bir rahatlama oldu, ancak bu ikinci açıklama bazılarını da rahatsız etti. Ben ise konuyu tartışmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum.

Reform nedir ve bu sözcüğü duyduğumuzda neden rahatsız oluyoruz?

Reform, Batı dünyasında 16. yüzyılın başında Katolik Kilisesi’ne karşı girişilen bir eylemin adıdır. Bu girişimin gerçeğinden ziyade imajı bizi rahatsız etmektedir. Çünkü bizler Katolik Kilisesi’nin perspektifinden reformcuları “fitne fesat” çıkaran bir güruh zannediyoruz. Daha da kötüsü, tıpkı Katolikler gibi reformcuların dini değiştirdiklerini, başka bir deyişle tahrif ettiklerini düşünüyoruz. Bu algının, reform hareketinin gerçeğiyle hiçbir alakası yoktur. Bu algı dini statükonun algısıdır ve maalesef Katolikler bu algıyı dünyaya yaymakta başarılı olmuşlardır.

Gerçekte reform hareketi, Batı tarihinde soylu bir harekettir. Bu hareketi soylu kılan birkaç karakteristik özelliğini şöyle özetleyebiliriz. Her şey-den önce reform hareketine bizzat yenilikçi din adamları öncülük etmişlerdir. Martin Luther, John Calvin ve Ulrich Zwingli gibi öncüler İncil’i bildikleri kadar Katolik Kilisesi’nin içyüzünü de biliyorlardı. Kitap ve uygulamaları karşılaştırıp “sapma”nın (deformasyon) ne boyutta olduğunu görüyorlardı. Kendilerinden önce birçok Kilise karşıtı hareket olduğunu ve her defasında bunların bastırıldığının da farkındaydılar. Fakat buna rağmen büyük bir kararlılık ve duyarlılık örneği sergileyerek Kilise’nin muhteşem gücüne karşı kafa tutmuşlardır.

İkinci olarak reform hareketi, bir “öze dönüş” hareketidir. Reformcuların sloganı olan “Bize İncil yeter” ya da “Sadece İncil” şeklindeki ifadeler, onların ne yapmak istediklerini açıkça ortaya koyuyordu. İncil’in herkes tarafından anlaşılması için yerel dillere tercüme edilmesini talep ediyorlardı. Nitekim Luther, ilk kez İncil’i Almanca’ya çevirmiştir. Reformcular İncil’in içeriğini kavramadan Kilise’nin ve din adamlarının yaptıklarını test etmenin mümkün olmayacağını biliyorlardı.

Üçüncü olarak reform hareketi bir “protesto” hareketidir. Nitekim reformculara “Protestan” denmesinin sebebi budur. Reformcular, Endülüjans sorunu (din adamlarının insanları ekonomik olarak sömürmesi) dâhil Kilise’nin tüm usulsüzlük ve istismarlarına karşı çıkıyorlardı. Bu istismarların ne olduğu Luther’in yazdığı 95 maddelik bildirisinde tek tek açıklanmaktadır. 

Bizdeki din kavgaları

Son olarak reformcular, tüm modern tarih boyunca yaptıklarının bedelini ağır bir şekilde ödemişler ama bir adım geri atmamışlardır. Çünkü Katolik Kilisesi bu yeni hareketi bir mezhep olarak değil, yeni bir “din hareketi” olarak algılamış ve her yerde kanlı bir şekilde bastırmaya çalışmıştır. Din savaşlarında yüzbinlerce insan öldürülmüş ve davaları uğruna pek çok insan hicret etmek zorunda kalmıştır. Avrupa’da din kavgalarının ortaya çıkardığı bir kavram olan “tolerans” hoşgörüyü değil, “katlanma”yı ifade etmektedir. Sonunda, en azından birbirine katlanmanın gerekli olduğu sonucuna varmışlardır.

Hıristiyan Batı dünyasının bu tecrübesinden çıkaracağımız sonuç, taraflı bir biçimde Protestanlar karşısında Katolik Kilisesi tarafında ya da Katolik Kilisesi karşısında Protestanların yanında yer almak değildir. Bu taraflılık fikri bizi bir yere götürmez. Ama şüphe yok ki bu modern zamanlara geçerken yaşanmış önemli din tecrübesidir ve bizi, bilimsel ve entelektüel olarak ilgilendirmektedir. Buradan çıkaracağız sonuç en azından şu olmalıdır: Nerede deformasyon (bozulma, çürüme ve istismar) varsa, orada reformasyon kaçınılmazdır.

Hıristiyan din tecrübesinde yaşanan din kavgaları modern zamanları da etkilediği için, hep bizde bu tür kavgaların olmadığı söylenir. Oysa İslamiyet’in daha ilk asrında Haricilik başta olmak üzere Şii ve Bâtıni kaynaklı hareketler ortaya çıkmış ve ilk bölünmeler bu dönemde yaşanmıştır. Ama şu bir gerçek ki, bizdeki kavgalar dini olmaktan ziyade siyasi kaynaklıdır. Bununla birlikte başlangıçta siyasi olan anlaşmazlıklar, sonra teolojik bir karaktere de bürünmüştür.

İslam’da yenileşme çabaları reform kavramıyla değil, başka kavramlarla ifade edilmiştir. Ne var ki kullanılan kavramlar farklı olsa da meselenin özü değişmemektedir. İhya, tecdid, ıslah ve içtihad gibi kavramlar, bozulma kadar yeni sorunlara da çözüm bulmak için ortaya çıkmıştır. Reform ile bu kavramların ortak bir noktası da şudur: Reform kavramındaki “re” (yeniden) öneki, geçmişte yaşanmış bir altın çağa ya da asr-ı saadete dönüşü ifade eder. Geleneksel dönemdeki tüm dini hareketlerde, asr-ı saadetin ruhundan uzaklaşmaya tepki olarak eski güzel günlerin sade, diri ve canlı ruhuna dönüş özlemi vardır.

Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis 

İslamiyet’te yenilenme çabaları ne zaman ve neden başlamıştır?

Bu soruya tam bir cevap vermek için geçmişteki bazı figürlere ve fikirlerine bakmak yeterli değildir. İslam’daki yenilenme ihtiyacını anlamak için “İslam tarihi”ne ve “Müslümanların tarihi”ne uzun vadeli sosyolojik bir bakış gerekmektedir. Bazı tarihçilere göre Müslüman toplumların tarihini “İslam tarihi” olarak algılamak yanlıştır. Tarih, aktörlerin tarihidir. Yaşayan ve tarih yapan özneler Müslümanlardır, İslam değildir. Bu ayrım, oryantalist bir mantığı ters yüz etme konusunda bize yardımcı olsa da düalist bir mantık olduğu için yanıltıcıdır. Tamam, Müslümanların tarihinde yaşanan olaylar İslam’a yüklenemez, ama İslam’ın tarihi Müslümanların tarihinden de bağımsız düşünülemez.

Kısaca özetlemek gerekirse İslamiyet, ilk gelişme aşamasında eski “gelenek”le yüzleşmiş ve bu yüzleşmede başarılı olmuştur. İkinci gelişme aşamasında İslam “kurumsallaşma” yoluna girmiştir. Kurumsallaşma aşamasında, peyderpey gelen vahiy ve Hz. Muhammed’in talimatlarıyla İslam Müslümanların hayatlarını düzenlemiştir. Üçüncü aşamada ise müçtehit imamlar, kurumsallaşmayı daha ileri bir aşamaya taşımışlardır. Yeni bölgelerin fethi ve değişen hayat şartlarının ortaya çıkardıkları sorunları içtihatlar (yeni yorumlar ve kararlar) yoluyla çözmüşler, bu şekilde farklı mezheplerin ve ekollerin oluşmasına yol açmışlardır. Bu ekolleri Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis olarak iki ana grupta toplamak mümkündür. İlk grup, içtihatlar yaparak yeni sorunlara cevap arayışı içinde olurken, ikinci kesim selefin görüşleri ve hadislerle iktifa etme yolunu benimsemiştir.  

Büyük müçtehit imamlardan sonra, onların yaptığı içtihatlara benzer içtihat yapma cesaretini gösteremeyen kişiler ve toplum taklid sürecine girmiştir. 13. yüzyıldan itibaren başlayan bu süreç, İslam’ın durağanlaşmasına ve eskilerin yüceltilmesine yol açan bir gelişmeyi tetiklemiştir. Bu dördüncü aşama (taklid aşaması) çok uzun sürmüştür.

Neden başarılı olamadı?

19. yüzyılda Batı’yla hesaplaşma, İslamcılık denilen entelektüel akımı doğurmuş ve İslamcılar bir yandan “öze dönüşü” (Kur’an ve Sünnet) savunurken, diğer yandan da “içtihat kapısının açılması”nı ve dini hayatın baştan aşağıya güncelleştirilmesini gündeme getirmişlerdir. Bu görüşleriyle İslamcılar doğal olarak dini statükoyu ifade eden geleneksel-tutucu ulema ve yerleşik kurumları da hedef tahtasına koymuşlardır. Çünkü gelenekçi Osmanlı uleması, kanunu kadim ve geleneksel mezhepleri/görüşleri izlemekten başka çıkar yol olmadığını savunuyordu. Sözgelimi Batı dünyası, 19. yüzyılda köleliğin kaldırılmasını ilan edince, tutucu ulema bu “şeriata aykırıdır” diyerek karşı çıkmıştır.

Bu dönemde İslamcılarla Batıcılar arasındaki en önemli tartışma konusu, neden geri kaldığımız noktasında düğümleniyordu. Batıcılar, doğrudan ve dolaylı olarak geriliğimizin nedeni olarak dini, yani İslam’ı sorumlu tutuyorlardı. Oysa İslamcılar dinin “terakkiye mani olmadığını” söylüyorlardı. Said Halim Paşa ve Mehmet Akif gibi düşünürler, bir noktada Batıcılara hak veriyorlardı. Onlara göre bizi din değil, dinin tarih içinde oluşan müktesebatı engelliyordu. Bu nedenle de ilerlemek için, bu tarihsel mirası bir tarafa koyup dinin öz kaynaklarına dönmek gerekiyordu. Bugünden bir değerlendirme yaptığımızda entelektüel İslamcılık başarılı olamamıştır. Bunun nedeni içtihat ve yenilenme karşısındaki ikircikli tutumları ve zamanın ruhudur. Said Nursi örneğinde görüldüğü gibi İslamcıların bir kısmı içtihat kapısının açılması gerektiğini söylemekle birlikte, zamanın koşullarının buna elverişli olmadığını belirtiyorlardı. Zamanın ruhu ise, İslamcılıktan ziyade Batıcılık ve milliyetçiliği kolluyordu. Nitekim İkinci Meşrutiyet’te en güçlü düşünce akımı olan İslamcılık, sonraki gelişmelerle gerilemiş ve Batıcı/Milliyetçi kanat siyasal ve sosyal gidişata yön verir olmuştur.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İslamcılık Müslüman dünyada doğmuş bir Protestanlıktır. Hem öze dönüşçü hem de anti-statükocu fikirleriyle İslamcılık bir reform hareketidir. Ancak Batı dünyasındaki reformcular gibi büyük bedeller ödeyecek kadar kararlı ve radikal olamamıştır. Üstelik toplum katmanlarında da kendisine yer bulamamış ve entelektüel bir hareket olarak kalmıştır. Bir hurafe eleştirisini de içinde taşıyan bu hareket halka sempatik gelmemiştir.

Batı dünyasında din ve dini geleneği temsil eden Kilise olduğu için Protestanlık Kilise karşıtı bir harekettir. İslamcılık ise, bizde Kilise şeklinde bir kurum olmadığı için tarih içinde oluşan dini geleneği ve bu geleneğin temsilcisi olan tutucu ulema ve kurumları hedef almıştır. Tarihsel İslam’ın güncelleştirilmesini, yeni sorunlara yeni cevaplar üretilmesini talep etmiştir. Bugün hala aynı noktayız. Tarihteki Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis çatışması bugün bir şekilde devam etmektedir. Cumhurbaşkanı “İslam’ın güncelleştirilmesi” söylemiyle, Ehl-i Rey’e destek vermiştir. Bu destek sürdüğü müddetçe Ehl-i Rey akımı güçlenecek ve Türkiye’de dini reformlar dönemi açılacaktır. Ancak burada en önemli sorun metodolojik ve kurumsal sorunlardır. Yani kimler bu yenileşme sürecine öncülük yapacak ve sorunlar nasıl (hangi yöntemle) çözülecektir?

[email protected]