20. yüzyılda ortaya çıkan ideolojik devlet, onu tahkim eden oligarşik grupların devlet üzerinden yaşama total müdahalesiyle, Ortaçağ'ın tanrısal devletinin ve onunla özdeşik ruhban sınıfının yeni varisleri oldu. Türkiye'de gerçekleşen tüm darbe ve darbe girişimleri de milletin hak bilincinin hakimiyetini ortadan kaldırıp oligarşik bir devlet dini icat etmeye matuftur.
Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
Cumhuriyet, kurucu iradenin millet iradesi olduğu ve bu yüzden hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir devlet rejimidir. Bu yönüyle o, millet iradesinin hakimiyeti dışında hiçbir kayda bağlanamaz. Buradan değerlendirildiğinde onun bir ideoloji olması veya millet iradesinden ayrı, ideolojisi olan bir devletin rejimi olabilmesi mümkün müdür? Laiklik tanımının münhasıran dinler üzerinden yapılması, tüm özellikleri ile dinlerin yerini almaya çalışan ve onların niteliklerini farklı boyutlara evirerek yaşamsallığı düzenlemeyi amaçlayan ideolojilerin dini yapısını göz ardı ediyor. Hıristiyanlığın devlet dini olarak yaşamsal tüm alana totaliter biçimde müdahale eden baskıcı uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan laiklik anlayışı Hıristiyan Batı açısından elbette bir gelişmedir. Tanrıyla özdeş Hıristiyan ruhban sınıfının, Tanrısal irade olarak devlete dönüşmesi karşısında insanın kendini savunması ve insana yer açma çabası olarak ortaya çıkan laiklik, inancın ve buna dayalı yaşam biçiminin dayatılmasına bir tepkidir. Laiklik kavramının İslam dünyasında ortaya çıkmayışı bir eksiklik değil, İslam'ın bir devletin dini iddiası taşımaması hatta buna karşı olmasından kaynaklanıyor. Zorla dayatılan bir inancın inançla bir ilgisi yoktur.
Devletin dini meselesi
Bu topraklarda ilk kez devletin dini fikri 1876 Kanun-ı Esasi ile ortaya çıkmıştır. Bunun da anayasa yapım sürecine müdahale etmeye çalışan Batı etkisine karşı korumacı bir tepki olarak anayasada yer aldığını düşünüyorum. Çünkü bu topraklarda, suç teşkil etmedikçe, devletin inançlara müdahalesi söz konusu olmamıştır. Buradaki hassasiyet hiç kimseye hak kabul etmediği bir uygulamanın dayatılamayacağı inancıyla insana saygıdan kaynaklanır. 1876 Anayasası'yla 21 ve 24 anayasalarında da yer alan devletin dini maddesi bu bağlamda bir devlet dini anlamıyla uygulama bulmamıştır. Din gerçek kişilere mahsustur ve millet, inancıyla ulaştığı hak bilinciyle ürettiği hukuk ile devletini kurur. Bu bağlamda devletin dini değil, onu cumhuriyet olarak kuran milletin hakimiyetini gerçekleştirecek ilkeleri ile hukuku olur. Zaten devlet milletin hak bilinciyle ortaya çıkan değerlerin merkezde yer aldığı siyasi ve hukuki bir varlıktır. Elbette amacı da insanca yaşamayı mümkün kılacak hakların düzenlenmesini ve korunmasını gerçekleştirmektir. Unutmayalım ki Batı'da laiklik kavramı devletin bu görevini ihlal etmesi karşısında ortaya çıkmıştır. Laikliği sadece devletin dini olmayacağı üzerinden din ve devlet bağlamında ele almak, modern çağın dinleri olarak ortaya çıkan ideolojilerin, devletle özdeşik olmasını ve devlet dininden hiç de farklı olmayan uygulamalarını önleyememiştir.
İdeolojik devlet
20. yüzyılda ortaya çıkan ideolojik devlet, onu tahkim eden oligarşik grupların devlet üzerinden yaşama total müdahalesiyle, Ortaçağ'ın tanrısal devletinin ve onunla özdeşik ruhban sınıfının yeni varisleri oldu. Burada tanrısal devlet, ideolojik devlete, bu devletin tanrısal parçası olan ruhban sınıfı da oligarşik sınıfa tevarüs etmiştir. Sovyetler Birliği'nde vücut bulan Marksizm, Marksist olmayanın yaşamasına müsaade etmeyen bir devlet dinine dönüştü. Aynı şey Almanya ve İtalya'da farklı biçimlerde bir devlet dini olarak farklı olana yaşama hakkı tanımayan yapılar olarak ve bunun dışında da birçok ülkede farklı biçim ve derecelerde ortaya çıktı. Bu açıdan laiklik tanımını sadece devletin dini olmayacağı hususu üzerinden kurmak bu tehdidi ortadan kaldırmıyor. Bu açıdan kavramların bağlamlarını hangi amaca matuf olduğu gerçekliğinden ayırmak o kavramı işlevsizleştiriyor. Bir dönem Türkiye'de laik–antilaik ayrışmasının altında yatan sebep de laiklik kavramının içeriğinin boşaltılmış olmasına dayanıyor. Bu anlayışta laiklik, oligarşik bir sınıf tarafından bir yaşam biçimi olarak tanımlanmış ve bu tanıma uymayan yaşam tarzları dışlanarak milleti bölen ve devletle karşı karşıya getiren devlet dini haline dönüştürülmüştü. Bu topraklarda hiç yaşanmamış, inançlar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan ötekileştirme, ne yazık ki bunun güvencesi olma iddiasını ifade eden laiklik üzerinden yapılmıştır. Belirli görüş ve yaşam biçimiyle tanımlanmış üniformal standarda uymayan kişiler bu uygulamada adeta günahkar muamelesi görmüş, kamu haklarından mahrum bırakılmıştır. Bu bağlamda bir devlet dini gibi tevarüs etmiş ideolojik devlet, laiklik bağlamı dışında bırakılabilir mi? Türkiye'de laiklik kavramını gerçek bağlamından kopartıp, onu devlet dini olarak dizayn etmeyi amaçlayan bu oligarşik sınıfa, bunu Atatürk istismarı ile yapmalarına karşı söyleyebileceğim, Atatürk'ün eşi ile birlikte kamusal ortamda çekilmiş fotoğraflarını inceleme tavsiyesi olacak. Türkiye'de gerçekleşen tüm darbe ve darbe girişimleri milletin hak bilincinin hakimiyetini ortadan kaldırıp oligarşik bir devlet dini icat etmeye matuftur. 15 Temmuz'un diğer darbelerden farklı olarak dini saikler içerdiği iddiasına bu açıdan hiç katılmıyorum. Çünkü öncekiler de aynı saikle, milletin inanç sistemini devreden çıkartıp, icat ettikleri bir inancı devlet dini olarak millete dayatmak amacıyla bunu yaptı. Evet devletin dini olamaz. Dini inançlar ve inanmak gerçek kişilere mahsustur. Devletin, başta kendisinin de riayet ettiği hukuku olur ve bu hukuk milleti millet yapan değerlerin ifadesi olan iradenin göstergesi olarak herkesin inanç, düşünce ve yaşam güvencesinin teminatıdır.
Devletin kişiliği tartışması
İdeoloji, siyasal ve toplumsal öğreti oluşturan düşünceler bütünüdür. Fikirlerin savunulması, inanç ve düşünce hürriyeti kapsamında bir önerme teşkil eder ve eğer bu önermeler toplumsal hayatta bir davranış olarak yer bulursa toplumsal ahlakın içinde yer alabilirler. Bu yönüyle fikirlerin toplumun halk olmasında elbette önemli bir yeri vardır. Hatta toplumun kalkınması, gelişmesi ve ahlaki değerler üzerinden halk olmasında o toplumda üretilen fikirlerin, milletin değerlerini yorumlaması bakımından önemli birer veri oluşturacağı tartışılamaz. İnanç ve düşünce özgürlüğü bu açıdan çok önemlidir. Halk, karşılaştığı veya ürettiği bilgiyi içselleştirip ahlaki değerlere dönüştürebilmesiyle ortaya çıkabilir. Bu yönüyle halk, ahlaki değerleri ile kamu düzeni tesis edebilmiş ve bunu içinden geçtiği süreçlerle geliştiren bir toplumdur. Devletlerin bir ideolojisi olabileceğinden söz etmek devletin kişiliği üzerinde bir tartışma başlatır. İnançlar gerçek kişilere mahsus olabileceğine göre ideolojik devlet tasarımı devleti gerçek kişi gibi, sahip olduğu inancı gerçekleştirmeye yöneltir. Böyle bir durumda devlet bu inancın kendince yorumuyla hukuku da milletten bağımsız üretebilecek, aynı inancın farklı yorumlarında dahi milleti karşısına alabilecek demektir. Ancak bir devletin, onu kuran milletin genel kimliğini ifade eden kavramlarla ifade edilmesi o devletin bir inancı olduğunu değil onu kuran milletin inancıyla şekillenen bir hukukla kurulduğunu ifade edebilir. Bu açıdan, devletin dini ve milletin dini ifadeleri birbirinden çok farklı içeriğe sahiptir.
Dinler ve ideolojiler her biri kendine göre temel esasları çerçevesinde sorumluluk bilinciyle yaşamsallığa ilişkin öğretilerdir. Ancak bir inanca sahip olan toplum bu inancı yaşam biçimine bir değer olarak aktarabildiği yorumuyla kimlik kazanır ve devletin kimliği bu kimlikten ayrışamaz. Bir öğretinin devlet dini olması, devleti milletin yaşamsallığı ile ürettiği değer bilincinden ayrıştırır. Bu devletlerin anayasaları ve hukuku hemen her cümlesi ile, ama ve ancaklarla yaşamın tüm ayrıntılarını milletin yaşamsallığında değere dönüşmemiş öğretilerle düzenlemeye çabalayan, millete değer dayatan istisnalarla öne çıkar. Böyle bir ortamda kamu düzenini bozmasa ve başkalarına zarar vermese de farklı düşünce, inanç ve yaşam biçimleri tehdit, devlet öğretisi ile aynı düşünce ve yaşam tarzı ise birlik ve beraberlik olarak algılanır. Özü itibari ile dinlerin böyle bir misyonu yoktur. Ancak bir din devlet dini haline getirilirse ideolojik öğretiye, bir ideoloji de devlet ideolojisi haline getirilirse dini bir öğretiye dönüşür.
Devlet aygıtının temel gayesi hayatın korunması ile sağlanacak güvenlik ortamında, insanın sahip olduğu kapasitesini yaşayarak geliştirebilmesinin güvencesi olmasıdır. Yaşam biçimlerini doğrudan belirlemeye matuf dinlerin ve ideolojilerin devlet dini haline getirilmesi ise hayatı koruma görevi olan devletin, bunun karşılığında koruduğu insanların nasıl yaşayacaklarını belirleme yetkisini ele geçirdiği anlamını taşıyor. Oysa millet devleti, başta güvenliği sağlama amacına matuf kurarken onunla bir sözleşme yapmaz. Devlet ve millet arasında bir sözleşme olması mümkün değildir. Çünkü devlet başta güvenliği sağlamak için milletin icat ettiği bir aygıttır. Böyle bir aygıtla sözleşme yapmak sözleşme tanımına aykırıdır. Devlete vasfını kazandıran hukukun teşekkülünde milleti millet yapan değerlerin ve inançların göz ardı edilmesi devleti milli iradeden ayrıştırır. Modern hukuk anlayışında da din, ahlak, örf ve adet kuralları millet aklı ve değerleri ile hukukun kaynakları arasında yer alır ve kanunların yapılışında kanun koyucu toplumun normali olan hak anlayışının somutlaştığı bu kaynakları merkeze almak zorundadır.
Sonuç olarak; insanın varoluş sürecinde sahip olduğu nihai gerçekliği onun hayatıdır. Bu gerçeklik yaşamı boyunca, inanan için yaşamdan sonra bile onu terk etmeyen tek gerçekliğidir. Bunun dışında sahip oldukları ile insan arasında hep bir mesafe söz konusudur ve insan diğer tüm varlıkla ilişkilerini bu mesafelerde yaşar. Bu onun yaşam olarak sarf edeceği tek sermayesi olan hayatına sahip çıkma biçimidir. Bir kişi ve toplum, hayatının öznesi olan inancıyla yaşayarak kendi hakikatini ortaya koyar. Bu özneliği kaybolduğunda hakikatini de kaybeder. İşte devlet insanın bu hakikatini gerçekleştirmesine matuf millet iradesinin ürünüdür ve bu vasfı taşıdığı sürece milletin devleti olur. Buradan ayrıştığında ise insanı değersizleştirip kendini kutsallaştıran bir irade olarak ortaya çıkar.