İdeolojilerin sonundan medeniyet krizine doğru

Prof. Dr. Siyaset Bilimci Hamit Emrah Beriş
20.01.2024

Az gelişmiş, üçüncü dünya, kolonyal gibi sıfatlarla anılan ülkeler, artık içine sokulmaya çalışıldıkları cendereden çıkıyor. Haklar ve özgürlükler konusunda izlediği çifte standart, Batı'nın hegemonyasının kırılması sonucunu doğuruyor. Gazze'de yaşanan soykırıma karşı sesini yükselten Batı'daki vicdanlı insanların tavrı da dünyanın kaostan çıkıp daha eşit ve daha adil bir görünüme kavuşmasına katkı sağlayacak.


İdeolojilerin sonundan medeniyet krizine doğru

Avrupa'da birbiri ardına toplumsal eylemler gerçekleşiyor. Son dönemde başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın pek çok ülkesinde çiftçi eylemleri ortaya çıkmaya başladı. On binlerce çiftçi, Berlin'de traktörlerle seslerini duyurmaya çalıştı. Sektörün bir diğer paydaşı durumunda olan taşımacılar da kendilerine destek verdi. Tarım sektörünün yaşadığı krizler, doğal olarak kamyon taşımacılığı başta olmak üzere diğer pek çok alanda olumsuz etki doğuruyor. Yine aynı günlerde Fransa, Hollanda, Polonya ve Bulgaristan'da da benzer nitelikli eylemler düzenlendi. Elbette bu eylemler, tek tek hükümetlerin kararı olmanın ötesinde Avrupa Birliği'nin (AB) tarım ve iklim politikalarının değişmesiyle yakından ilişkili. 2050'ye kadar sıfır emisyona ulaşmayı hedefleyen AB, önümüzdeki beş yılda da kimyasal pestit kullanımının yarı yarıya düşmesini amaçlıyor. Eylemlerin temel nedeni, belirtilen politika değişikliklerinden dolayı, hükümetlerin uzun yıllardır çiftçilere yönelik sübvansiyonları kaldırma kararı alması. Ancak meselenin farklı ve geniş bir boyutu var. İşin ilginç yanı, Almanya'da tarımda sübvansiyonları kaldıracağını ve vergileri artıracağını, Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Partiden (FDP) oluşan koalisyon hükümetinin açıklaması. Uzunca süredir Fransa'da da çiftçiler ve işçiler çeşitli eylemler yapıyorlar. Fransa'da Macron'un öncülüğünde sol koalisyona yönelik özellikle düşük sosyo-ekonomik statüye sahip kesimlerden yükselen eylemlerin hem geçmişi hem de kapsamı daha da derin. Geçmişten itibaren sosyal devleti savunan bu partilerin ekonomi politikaları açısından keskin bir dönüş yaşadıkları dikkat çekiyor.

KESKİN AYRILIKLAR ORTADAN KALKIYOR

Aslında diğer neden ve sonuçlarından bağımsız şekilde bu politika değişiklikleri, ideolojilerin arasındaki keskin ayrılıkların ortadan kalktığını gösteriyor. Başka bir açıdan bakıldığında ise küresel ölçekte solun toplum ve siyaset konusunda sözünün kalmadığı görülüyor. 1990'ların başında Antony Giddens'ın "üçüncü yol" nitelemesiyle andığı, kapitalizmle sosyalizmin dışında, ancak her ikisinin de eklemlenmesiyle oluşan yeni bir istikamet beliriyor. İdeolojilerin yalnız ekonomi politikaları değil, toplum ve siyaset tasavvurları da aynılaşıyor. Bu durum, sol ve sağ siyaseti giderek daha fazla şekilde birbirlerine yaklaştırıyor. Ancak ortaya çıkan yeni yaklaşım, daha demokratik bir gelecek vaat etmiyor. Daha açık bir ifadeyle, bütün sorunları aşırı ve abartılı şekilde işleyen popülist bir söylem tüm siyasî alanı giderek daha fazla ele geçiriyor. Nitekim çiftçi eylemlerinde radikal sağ partilerin önemli bir etkisinin olduğu biliniyor. Bundan daha fazla dikkat çeken durum, sol siyasetin çiftçilerin çıkarlarını gözeten yeni politika önerileri geliştirememesi. Aynı durum, giderek artan işsizlik oranlarıyla iyice belirgin hâle geldiği üzere geleneksel sanayi sektörünün daralması açısından da geçerli. Ekonomik hoşnutsuzluklar, demokratik siyasetin çözüm üretme kanallarını tıkıyor.

Solun siyasî tarihi açısından belirli dönüm noktalarının bulunduğunu söylemek mümkün. 19. Yüzyılda sol siyasî hareketler, kapitalizmin Batı'da toplumsal hayatı tam olarak kuşatmasıyla ortaya çıktı. İşçiler, örgütlenerek hem iktidarın hem de kapitalistlerin karşısına sürekli artan taleplerle çıktılar. Bu taleplerin cevap bulması, kapitalizmin insanî yüzünün güçlenmesini ve sosyal devlet formunun ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Böylece muhtemel bir sosyalist devrimin önü kesilmiş oldu. Bunun yanında ortaya çıkan refah, geçmişe göre daha adaletli şekilde paylaşılmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Batı ülkelerinde sosyal devlet, sosyalist dünya ile baş edilebilmesinin de yegâne aracı durumunda görüldü. 1973 Dünya Petrol Krizinden sonra ise bu politikalardan vazgeçildi ve devletin ekonomi üzerindeki rolünün en aza inmesi gerektiğini savunan klasik liberal paradigmaya dönüldü. Bu süreçte, Avrupa ülkeleri ve ABD'nin politikaları açısından bir farkın oluştuğu da açık. İskandinav dünyası başta olmak üzere Kıta Avrupası ülkelerinin büyük çoğu sosyal devlet anlayışını oldukça ileri bir aşamaya taşıdılar. Buna karşılık, ABD, kapitalist gelişim dinamiklerini sürekli şekilde ön planda tuttu. Dolayısıyla son dönemde sosyal politika uygulamalarından vazgeçilmesi, Avrupa ülkelerini daha derinden etkiliyor. Bu nedenle, söz konusu eylemler, Almanya ve Fransa gibi büyük devletler başta olmak üzere Eski Kıtanın farklı ülkelerinde kendisini daha belirgin şekilde gösteriyor. Protesto eylemlerinin zaman zaman yoğun şiddet içermesi, güvenlik açısından da belirli kaygılar doğuruyor. Avrupa'yı saran şiddet dalgasının sonuçları, demokratik siyasetin zemininin daralmasına ve faşizmin yeniden neşvünema etmesine neden olabilir. Almanya başta olmak üzere pek çok Batı devletinin bu konudaki geçmişinin hiç de parlak olmadığı açık. Yani siyasî dilin sertleşmesi, Avrupa'nın geleceği açısından ciddi bir tehdit durumunda. Daha çok yakın bir geçmişte Avrupa Birliği projesi üzerinden barışa ve demokrasiye dayalı tam bir siyasî birlik sağlanması hedeflenirken giderek artan şekilde dağınık bir görüntü verilmesi dikkat çekiyor. Bu durum, Avrupa açısından bir medeniyet krizine işaret ediyor.

MEDENİYET KRİZİ

Diğer taraftan Batı'nın yaşadığı medeniyet krizi, öteden beri evrensel olarak kabul edilen değerlerin hiç de öyle olmadığının anlaşılmasıyla iyice derinleşiyor. Batı, yüzyıllar boyunca insan haklarından demokrasiye bir dizi kavramın kendi topraklarında vücut bulduğunu iddia etti. Ancak Batı'da doğan bu kavramların belirli bir coğrafyaya şamil olmadığı, dünyanın her yeri için ölçütlerin aynı olduğu savunuldu. Dolayısıyla farklı ülkelerde yaşayan insanlardan Batılı değerler sistemine tam bir itaat beklendi. Ancak aslında en baştan itibaren Batı dünyası ve dünyanın geri kalanı için bir çifte standart uygulandı. Haklardan ve özgürlüklerden yararlanma Batı dünyası için özgürlük şeklinde görülürken Batılı kodlardan uzaklaşıldıkça bunlara olan mesafe de arttı. Son dönemde Filistin başta olmak farklı yerlerde ortaya çıkan vahim tablo, bu çifte standardın en bariz göstergesi. Batı dünyasının bu durumdan rahatsız olduğuna dair hiçbir emare de yok. Tam tersine ABD ve diğer Batılı ülkeler yaşanan tüm sorunların sorumluluğunu Müslüman toplumlara ihale ediyorlar. Bu şekilde, kendileri için öngördükleri hayat tarzı ve standartlarını korurken dünyanın geride kalanının adeta ciddiye alınmaması gibi bir sonuçla karşılaşılıyor. Oysa Batı, dünyanın geri kalanı üzerinde kurduğu hegemonyayı biraz da insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve özgürlük söylemlerine borçlu.

Siyasî yaklaşımların geleneksel pozisyonlarından uzaklaştığı süreçte ideolojiler geleneksel anlamlarını yitiriyorlar. Başka bir ifadeyle ideolojilerin içi boşalıyor ve siyasete popülist bir anlayış hâkim oluyor. Yukarıda değinildiği üzere solun toplumun geleceğine dair bir tasavvuru kalmıyor. Sol, Dostoyevski'nin meşhur ifadesiyle "ezilenler ve aşağılananlar" için umut verici olmaktan çıkıyor. Aynı durum Batı'daki muhafazakâr ve liberal akımlar için de geçerli. Bunlar da kendi varoluşlarına kaynaklık yapan temel ilkelerin giderek uzağına düşüyorlar. Mesela aile kurumuna yönelik ciddi ve sistematik saldırı, muhafazakâr siyasetin ilgi alanından çıkıyor. Cinsiyetsizleşmiş, aile bağlarından koparılmış ve geleneksel değerlerden uzaklaşmış birey oluşturma yönündeki gayretler konusunda da muhafazakâr siyasetçiler net bir tavır almaktan kaçınıyorlar. Aynı durum dinden uzaklaşma ve manevî dünyadan kopuş için de geçerli. Özellikle gençlerdeki bu eğilim, oy kaybetme kaygısı nedeniyle siyasetçilerin çoğu için öncelikli gündem olmuyor. Batılı liberaller ise insan hakları ve siyasî özgürlükler konusunda kendi toplumları dışında kalan dünyaya giderek ilgilerini kaybediyorlar. Bu kesim, kendi ülkeleri dışında beliren güvenlik öncelikli yaklaşımlara Batı dünyası söz konusu olduğunda aynı tepkiyi göstermiyor. Hatta pek çok örnekte ABD ve diğer Batı ülkelerinin dünyanın geri kalanına yönelik silahlı müdahalelerini meşrulaştıran bir dil kullanılıyor. Böylece liberal değerlerin evrensel değil, coğrafi olduğu, yani herkes için aynı anlamı taşımadığı yönünde bir algı doğuyor.

Geleneksel siyasetin içine düştüğü açmaz, makul ve mutedil bir anlayışın uzağında kalan radikal ve marjinal akımların giderek güçlenmesine neden oluyor. Yeni toplumsal sorunlara, farklı kesimleri memnun edecek ya da koruyacak türden cevap bulma arayışına girilmiyor. Bunun yerine ötekileştirici ve dışlayıcı bir söylem etkisini artırıyor. Batı'da yükselen popülist siyasetin eşzamanlı şekilde hem sağı hem de solu etkilemesi tesadüf değil. Müslüman düşmanlığı, göçmen ve yabancı karşıtlığı ana akım siyasetin dilini de etkiliyor. Batı dışı dünya da kendisine reva görülen bu muameleye geçmişe göre çok daha duyarlı. Az gelişmiş, üçüncü dünya, kolonyal gibi sıfatlarla anılan ülkeler, artık içine sokulmaya çalışıldıkları cendereden çıkıyorlar. Haklar ve özgürlükler konusunda izlediği çifte standart, Batı'nın hegemonyasının da kırılması sonucunu doğuruyor. Elbette ortaya çıkan tablonun Batı toplumları için genelleştirmek doğru değil. Nitekim Gazze'de yaşanan soykırıma karşı pek çok Batı ülkesinde geniş katılımlı protesto gösterileri düzenleniyor. Bu vicdanlı insanların tavrı, dünyanın kaostan çıkıp daha eşit ve daha adil bir görünüme kavuşmasına katkı sağlayacak. Aksi takdirde, kronikleşen krizlerin çözülmesi de Batı'nın içine girdiği medeniyet krizinden çıkması da mümkün görünmüyor.

@heberis