İdlib’te rejim ilerleyişi: İnsani kriz ve güvenlik riskleri

Dr. Göktuğ Sönmez / ORSAM Güvenlik Çalışmaları Direktörü
5.01.2020

Rusya, rejimin ülkedeki kontrolü tamamen sağlamasında tavizsiz bir tutum izlerken süreci Türkiye ile ilişkilerinde minimum hasara yol açacak şekilde yönetmelidir. Hem Suriye’de ılımlı muhaliflerin masada kalması hem de Türkiye’nin hayatiyet arz eden Doğu Akdeniz hamlelerindeki tutumunu gözden geçirmesi gerekmektedir.


İdlib’te rejim ilerleyişi: İnsani kriz ve güvenlik riskleri

Türkiye-Rusya ve İran arasındaki Ekim 2017’de Astana sürecinde ortaya konan dört çatışmasızlık bölgesinden biri olan İdlib’teki gelişmelerin bölge siyasetinde 2019’da olduğu gibi 2020’de de en önemli gündem maddelerinden biri olacağı anlaşılmaktadır. Bu dört bölgeden Rastan ve Talbise, Doğu Guta ve Deraa ve Kuneytra bölgelerinin rejim kontrolüne girmesinin ardından ilerleyiş, beklendiği üzere rejim Rus hava desteğiyle İdlib’e dönmüş durumdadır. Bu üç bölgeden gelenlerle birlikte İdlib Suriye’deki çatışmanın en önemli son zemini olarak ortaya çıkmış, 45 bin civarı silahlı unsurla birlikte iç savaş öncesinde 2 milyon civarı nüfusa sahip İdlib, 3.5 milyondan fazla sivilin sıkıştığı bir saatli bombaya dönüşmüştür. 2018’in Eylül ayı başında Rusya tarafından düzenlenen hava saldırılarında Cisr-eş Şuğur’un hedef alınması, buradaki HTŞ’ye bağlı gruplara yönelik hava saldırılarının genişlemesiyle birlikte taraflar Soçi’de bir araya gelmiş, 17 Eylül 2018’de İdlib üzerine sağlanan mutabakatın ortaya çıkarılmasını gerekli kılan çok taraflı yoğun bir çatışma iklimi potansiyeli doğmuştur. Soçi’deki mutabakata göre 15 kilometrelik bir genişlikte rejim ile muhaliflerin kontrolündeki bölgeler arasında Türk-Rus ortak kontrol bölgesi oluşturulması, bu bölgenin Ekim ortası faaliyete geçmesi, burada Türk askeriyle birlikte Rus askeri polisinin görev alması ve Astana sürecini müteakip kurulan gözlem noktalarının güçlendirilerek faaliyetini sürdürmesi planlanmıştı. Anlaşmaya göre Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar İdlib’te kalmaya devam ederken HTŞ ve benzer çizgide diğer radikal grupların bu alandan çıkarılması ve silah bırakması sağlanacaktı. Bu son maddeye dair nihai tarihin ise 15 Ekim olduğu kararlaştırılmış, bu tarihe kadar özellikle HTŞ’ye referansla kullanılan radikal gruplar sınıflandırmasındaki yapıların silahsızlandırma bölgesinden tamamen çıkarılması hedeflenmişti. Bununla birlikte süreç içerisinde ağır silahların bölgeden çekilmesinde kısmi başarı sağlanmakla birlikte bu süreç İdlib’te HTŞ’nin ılımlı muhalif grupları hızla sindirdiği ve bu grupların etki alanına hakim olduğu bir manzara ortaya çıkarmıştır. Bu kapsamda özellikle

Türkiye’nin rolü

Nurettin Zengi hareketi ve Ahrar Şam’ın önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Hareketi yapısının hâkim olduğu bölgelerin hızla HTŞ kontrolüne geçmesi Soçi mutabakatı açısından en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. Neticede Zengi Hareketi Afrin bölgesine çekilmek durumunda kalarak TSK destekli Ulusal Ordu’ya entegre olmuş, Ahrar Şam ise savaşçılarının güvenliğini ve diğer bölgelere geçişini sağlamak adına ağır silahlarını HTŞ’ye teslim etmek ve İdlib’in sivil idaresini HTŞ kontrolündeki Kurtuluş Hükümeti’ne devretmek zorunda kalmıştır. Böylelikle İdlib hızla sivil ve askeri anlamda HTŞ ve bu örgüt çizgisindeki daha küçük örgütlerin kontrolüne girmiştir.

İdlib’te HTŞ’nin ılımlı muhalif grupları bertaraf ederek güçlenişi buraya yapılacak Rus hava destekli rejim harekatının en önemli meşruiyet zeminlerinden biri olmuştur. El-Kaide’ye bağlılığını bitirdiğini ilan etmesine karşın bu çerçevede değerlendirilmeye devam edilen HTŞ ve DEAŞ Astana’da ateşkes dışında tutulmuş, böylece bu yapıların ancak askeri araçlarla ortadan kaldırılması ve herhangi bir müzakere zemini oluşturulmaması üzerinde mutabık kalınmıştı. 2019’un başından başlayarak TSK’nın gözlem noktaları rejim tarafından defaten hedef alınmış, ateşkesin güvenliğini temin için oluşturulan mekanizma bu saldırılar neticesinde delinmiş, ancak taraflar mutabakatın sürdüğüne dair açıklamalarla tansiyonu düşük tutuma gayreti göstermiştir. Özellikle HTŞ’nin İdlib’te diğer grupları hızla eriterek İdlib’e hakim konuma yükselmesinin hemen akabinde Nisan ayı sonrasında rejim ve Rusya tarafından sıkça Türkiye’nin rolü ve buna dair gereklerin yerine getirilmesine dair açıklamalarla birlikte Soçi Mutabakatı’nda öngörülen hedeflerin rejimin askeri hamleleriyle uygulanmaya çalışılacağı belirgin hale gelmeye başlamıştır. Bu bağlamda ilk somut hamle Ağustos sonunda Han Şeyhun’un kontrol altına alınmasıdır. Han Şeyhun’un kontrolü sürecini takip eden üç aylık dönemde çatışma donmakla birlikte rejimin İdlib’in kontrolü için ilerleyişine devam edeceği öngörülmekte ve bu bağlamda Han Şeyhun’un kontrolü neticesinde rejim bölgesinde kalan 9 no’lu gözlem noktasından sonra diğer gözlem noktalarında da benzer süreçlerin işleyebileceği değerlendirilmekteydi. İşte bu kapsamda Cercenez’in rejim tarafından kontrol edilmesiyle birlikte Türkiye’nin Sırman yakınlarındaki 8 no’lu gözlem noktası Aralık 22 itibariyle rejim bölgesinde kalmıştır. Han Şeyhun’un rejim tarafından kontrol edilmesine kıyasen oldukça hızlı bir ilerlemenin görüldüğü son hamle Aralık sonunda dört günde 25 köyün kontrolüyle ilerlemiş ve TSK gözlem noktaları kuşatma altına alınmıştır. Bu ilerleyiş sırasında Rus hava desteğiyle ilerleyen rejimin İdlib’in güneydoğusunda toplamda 40’tan fazla köyün rejim kontrolüne geçtiği değerlendirilmekledir. Rejimin öncelikli hedef olarak İdlib’in kontrolünü tamamıyla sağlama ve genel olarak kontrolünden çıkan tüm Suriye topraklarını ele geçirme amacı bağlamında Türkiye, Suriye ve Ürdün’ü birbirine bağlayan ve rejimin Akdeniz çıkışı için hayati önem taşıyan M5 otoyolunu kontrol altına almayı belirlediği görülmektedir. Soçi Mutabakatı’nda hem M4 hem M5 yolunun güvenliğinin sağlanması hedeflendiğinden bu takvimle uyumlu biçimde rejimin saldırılarının şiddetini artırdığı görülmektedir. Bu kapsamda muhtemelen ileriki günlerde M4 ve M5 otoyolunun kontrolü adına rejimin Zaviye, İştebrak ve Zeytinlik’teki 10, 11 ve 12 no’lu gözlem noktalarına ilerlemesi ve Maarat el-Numan ve Serakib’in bu noktada iki yolun kesişimin kontrolü için öncelikle hedeflerden biri olmaya devam etmesi, bu durumun rejim kontrol alanında kalması muhtemel gözlem noktalarına 7 no’lu gözlem noktasını da ekleyebileceği görülmektedir.

Göç dalgası

Yalnızca Han Şeyhun’un rejim kontrolüne geçmesini takiben 100 bine yakın sivilin yerinden ayrılarak İdlib merkeze doğru zorunlu göç ettiği ve süreç ilerledikçe toplam rakamın 300 bini geçmiş olduğu ve bunların 120 binden fazlasının Türkiye sınırına ilerlediği değerlendirildiğinde öne çıkan en önemli sorunlardan birinin bu kişilerin güzergahı ve bu bağlamda oluşacak insani kriz olacağı öngörülmektedir. İdlib’in rejim kontrolüne tamamen girmesi halinde Türkiye’ye yönelebilecek 1 ila 1.5 milyon sivil nüfus olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye açısından hem bu yoğun göç dalgasının önlenmesi ve/ya en azından zamana yayılması ve muhaliflerin Suriye’de anayasa sürecinde masada bulunmasını sağlamak adına gözlem noktaları büyük önem teşkil etmekle birlikte bu noktaların güvenliği ve bahsi geçen amaçların sağlanması adına etkisi giderek tartışmalı bir hale gelmektedir. Bu kapsamda Türkiye tarafından yeni bir göç dalgasının istenmediğine dair açıklamaların geçtiğimiz günlerde gelmesi ve mevcut göçmen kitlesinin entegrasyonu ve şartlarının iyileştirilmesine yönelik çabaların sosyal ve ekonomik sıkıntıları ve orta uzun vadeli olası güvenlik endişeleri değerlendirildiğinde bölgeden gelecek göç dalgasının öncelikli muhatabı olacak Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetinin özellikle Rusya tarafından dikkate alınmasının önemi gözükmektedir. Böylesi bir dalganın absorbe edilmesinde karşılaşılacak güçlükler değerlendirildiğinde göçmenlerin Türkiye’den Avrupa’ya geçişine dair yeni bir itici motivasyon oluşacağından hareketle özellikle AB üyesi ülkelerin kriz derinleşmeden pozisyon almaları da önem arz etmektedir. Rusya ile ikili ilişkilerde Barış Pınarı Harekatı sonrası güvenli bölge konusu halihazırda önemli bir gerilim noktası oluşturur ve rejimin Rusya arabuluculuğuyla YPG ile görüşmeleri kendisine önemli bir alan açarken İdlib üzerinde tarafların tutumu ve birbirleriyle koordine hareket etme kapasitesi hem Barış Pınarı bölgesindeki bu risk hem de iki tarafın farklı aktörleri desteklediği Libya sahasındaki adımlar açısından da belirleyici olacaktır.

ABD ile Türkiye’nin F-35 krizini henüz aşamadığı bu iklimde Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini sürdürürken bu boyutu da değerlendirmesi mümkün görünmektedir. Rusya, rejimin ülkedeki kontrolü tamamen sağlamasında tavizsiz bir tutum izlerken bunun Türkiye ile ilişkilerinde minimum hasara yol açacak şekilde yönetilmesi adına hem Suriye’de ılımlı muhaliflerin masada kalması hem Türkiye’nin hayatiyet arz eden Doğu Akdeniz hamlelerindeki tutumunu gözden geçirmesi gerekebilecektir. Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya enerji transferi noktasında Libya’da farklı aktörleri desteklemekle birlikte bu güzergaha olan muhalefet konusunda ortaklaşan bu iki aktörün ilişkilerinin geleceği açısından merkezi bir konumda bulunan İdlib çıkmazını bu ışıkta okuması mümkündür. Türkiye açısından önemli bir diğer boyut ise İdlib’te ılımlı muhaliflerin hamisi konumunda bulunmakla birlikte rejimin İdlib’i olası kontrolü durumunda bu muhalif gruplarla ilişkilerinde yaşaması muhtemel gerilim ve bu gerilimin hem Suriye sahasında hem ülke içinde mevcut göçmenlere ilaveten İdlib’ten gelebilecek göçmenler bağlamında yönetilmesidir. Bu gerilimin önlenmesi adına Rusya ile doğrudan karşı karşıya gelmesi Suriye’de öncelikli hedefleri açısından risk unsuru barındıran Türkiye’nin muhalif gruplara anayasa yapım sürecinde muhtemelen BM’nin de dahil olacağı masada bir yer ayırma çabasını akılcı yönetmesi bu çok bilinmeyenli denklemin en önemli mücadele alanlarından gözükmektedir.

Bölgesel güvenlik krizi

Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik önceliklerini takip ederken Suriye’de uzun süredir yatırım yaptığı bu güç unsurunu kaybetmeden ve savaş sonrası denklemde bunlara kimi kazanımlar sağlayabilecek bir düzlem oluşturması diplomatik ve askeri caydırıcılığın etkin kullanımını gerektirmektedir. HTŞ ve türevlerinin ortadan kaldırılma sürecinin insani dramlara neden olmaya devam etmemesinin sağlanması öncelikli hedefler arasında olmalı, bunun için BM’nin de Suriye sahasında daha etkin rol alması gerekebilecektir. Rusya ile son yıllarda ortaya çıkan konu bazlı işbirlikleri üzerinde topyekün yıkıcı bir etki sağlayabilecek adımlardan iki aktörün de kaçınması ve İdlib’te ortaya çıkmakta olan trajedinin insani açıdan yönetimi bölge adına da büyük önem arz etmektedir. İdlib’teki gruplar arasında ateşkes dışında tutulan HTŞ’nin mensuplarının Suriye geneline yayılarak uyuyan hücreler teşkil etmesi, kimilerinin oluşacak göç dalgası içinde bölgesel hareket imkanı kazanması ve buradaki sivil nüfusun oluşacak gerilim ortamında HTŞ ve benzer gruplara ve bunların fikri düzlemine yakınlaşarak örgüt resmen varlığına son verse dahi uzun vadeli bir bölgesel güvenlik krizi ortaya çıkarması olasıdır. Suriye’de YPG terör örgütüne ilaveten uzun vadeli böylesi diğer aktör ya da aktörlerin varlığı Suriye’nin istikrarının önümüzdeki onyıllarda sağlanamamasına neden olacak, yalnızca Suriye ve Ortadoğu için değil Avrupa güvenliğini doğrudan etkiler nitelik kazanabilecektir.

@GoktugSonmez