İğne deliğinde demokrasi bıçak sırtında seçim

Prof. Dr. Murat Çemrek - Necmettin Erbakan Üni.
6.06.2015

Adam Przeworski, demokrasinin konsolidasyonunu, “kasabadaki yegane oyun” haline gelmesine bağlarken demokratik hegemonyanın seçimleri kaybedenlerce de içselleştirilmesiyle mümkün olacağından dem vurmaktadır. Bugün işte öyle bir gündür!


İğne deliğinde demokrasi bıçak sırtında seçim

İhtimal siz bu yazıyı okurken malum-u-a’liniz Türkiye ahalisi sağır sultanın bile duyduğu 07 Haziran 2015 genel seçimlerini idrak etmektedir. Bundan kelli gerek seçim yasakları gerekse de asgari nezaket gereği kanunen reşitliğine binaen seçme yetkisi kazanmış seçmeni seçim günü etkilemeye çalışmanın edebe mugayirliğinden, bu yazı kimsenin oy tercihini etkilemeye yönelik en ufak bir yönlendirme hevesinde değildir. Yazının başlığı, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve/ya demokratik konsolidasyonu hakkındaki İngilizce literatürde sıklıkla kullanılan ¨bottleneck¨ (darboğaz) tabirine atıfla demokratikleşmenin önündeki engellerin son karadüzen 1980’deki askeri darbeden ve ona müteakip 1997’deki post-modern olanından bu yana kısmen aşılmasına rağmen yapısal sorunların devam ettiğinden hareketle yerel ve/ya genel seçimlerin ülkede ya hep ya hiç havasında bıçak sırtı geçmesini anlatmaya yöneliktir. Yoksa seçim sürecinde sıklıkla işlendiği üzere iktidar partisinin tek başına iktidarını devam ettirebilmesinin veya bir diğer partinin yüzde 10’luk seçim barajını aşıp aşamayacağına dair ¨bıçak sırtı¨ hali zaten herhangi bir analize ihtiyaç duymayan gereksiz bir malumun ilanının tekrarı olurdu. Mesela, yapısal bir sorun olarak oy kullanmak Türkiye’de halen bir ¨vatandaşlık hakkı¨ değil vergi vermek gibi ¨vatandaşlık ödevi¨ sayıldığı ve yerine getirmeyenler için 22 TL para cezası anlamına geldiğinden -her ne kadar cezanın uygulanması için dosya ve yazışma masrafının daha fazla olmasından dolayı genellikle uygulanmamasına rağmen- yazar seçmen okuyucularını oy kullanmaları yönünde teşvik etmeyi benimsemektedir.

7 Haziran bir ara seçim

Türkiye, 30 Mart 2014 yerel seçimleri ve 10 Ağustos 2014’deki ilk kez halkoyuyla yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile yaklaşık iki yıldır aralıksız bir seçim atmosferi yaşamaktadır. Daha ilginci ise 7 Haziran Genel Seçimleri, bütün debdebesine rağmen, Başkanlık tartışmaları gölgesinde geçtiğinden ve seçim sonuçlarına göre muhtemel Anayasa ve içereceği Başkanlık sistemiyle ilgili referandum dolayısıyla kerameti kendinden menkul bir seçimden ziyade bir ara seçim gibi durmaktadır. Kısacası, seçmenlerin 2019’dan evvel sandıkla tekrar buluşmaları hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Peki demokrasiyi ve bundan hareketle genelde seçimleri özelde 07 Haziran Genel Seçimlerini bu kadar önemli kılan nedir? Mefhum-u-muhalifinden hareketle demokrasi ve onunla özdeşleştirilen yerel ve/ya genel seçimler olmasa, Vatan Yahut Silistre’nin unutulmaz kahramanı Abdullah Çavuş gibi sorarsak, kıyamet mi kopar? El-cevap: Kıyamet ile demokrasi/seçimler arasında henüz lineer bir korelasyon tespit edilmiş değil, öyle olsaydı kıyametin çok önceden kopmuş olması gerekirdi. Sakın bu ifadelerimden demokrasi ve/ya seçimler olmasa da olur anlamı çıkarılmasın. Zira herhangi bir seçimi ontolojik olarak anlamlı kılan en önemli etmen, seçebildiklerimiz ve seçeneklerimizin sınırlı olmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, dünyaya gelişimizle başlayan yaşamımız aslında kendi seçimimize dayanmıyor. O yüzden antik Yunan’daki Stoacıların ¨dünyaya fırlatılmış olduğumuzu” söylemeleri de bundan besleniyor işte. Dünyaya gelişimizi kendimiz seçmediğimiz gibi bizi biz edenbirçok asli veriyi de kendimiz seçmiyoruz. Örneğin, doğum yerimizi ve doğum tarihimizi, biyolojik ve toplumsal cinsiyetimizi, deri, saç ve göz rengimizi, boyumuzu, biyolojik anne ve babamızı ve kronik hastalıklar da dahil olmak üzere onlardan tevarüs ettiğimiz kalıtsallıkları vs...

Elbette listeyi daha da uzatmak mümkün. Evleneceği kişi ve mesleğini seçebilmek  bile modernite öncesinde büyük kitleler için bir hayal olduğunu akılda tutarsak bir ihtiyar ve irade tecellisi olarak herhangi bir seçimde bulunabilmek bile kendi başına önemli bir maharete dönüşüyor. İnsanların seçme ve seçim şansları arttıkça ve doğumla gelen kendi ihtiyarları dışındaki özelliklerini değiştirebilmeleri mümkün oldukça toplumların siyasi liderlerini seçmeleri ve değiştirmeleri de mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Yani ¨demokratikleşme¨ dediğimiz siyasal süreç insanın tarihsel yürüyüşünden bağımsız tecelli etmedi. Bundan dolayı toplum içinden çıkan ¨devlet¨ olarak adlandırdığımız ¨siyasal toplum¨un seçkinleri olan yöneticilerimizi seçmek anlamında demokrasi kabaca, iktidarın belirli sürelerle belirlenen adil seçimler aracılığıyla kanlı veya kansız darbelere tevessül edilmeden el değiştirmesi üzerine kuruludur.

Hesap bilen iktidar olur

Bu bağlamda, demokrasiyi sadece bir siyasal sisteme eşitlemek aynen maddeyi cevheri saymak kadar yanıltıcı ve bir o kadar da haksız bir indirgemecilik olacaktır. Zira demokrasi sadece tüm toplumun işlerini yönetmek anlamındaki siyasal elitleri değil sınıf başkanlığı seçiminden site yöneticiliği seçimine kadar kamusal işlerin görülmesinde bu işleri deruhte etmeye namzet birey ve/ya grupların diğerlerini ikna ederek ve en önemlisi ilanihaye değil belli bir zaman diliminde yönetmeye talip olmalarıdır. Bu minvalde demokrasi, kamusal işlerin tanzimi ile başladığından en küçük kamusal ünite olan aile içi ilişkileri de dönüştürmektedir. Kısacası, toplumun en küçük birimi demokrasiyi ne kadar içselleştiriyorsa büyük resimdeki demokratik konsolidasyon da o derece muhkemleşmektedir. Aynı şekilde demokrasiyi sadece seçimlere veya seçim sandığına hamletmek de bir o kadar indirgemeci ve yanıltıcı bir yaklaşımdır. Zira seçim ve demokrasi arasındaki ilişki doğrusal değildir çünkü seçimle işbaşına gelen Hitler Almanyası’nda Nazi Partisi ve Mussolini İtalyası’nda Ulusal Faşist Parti iktidarlarının seçimle işbaşına geldikleri halde demokrasiyi nasıl ortadan kaldırdıkları gibi formel anlamda seçimlerin varlığına rağmen diktatörlerin rejimlerini seçimlerle makyajlamalarını da demokrasi olarak adlandırmak insafsızlık olacaktır. Keza demokrasiyi sadece siyasi partilerin varlığına indirgemek de oldukça yanıltıcıdır. Birer fraksiyon olarak partiler adına parti denmeden bütün yönetimlerde vücut bulabilirler fakat demokrasiler bunları ayan beyan görünür kılar. Aslında siyasi partiler toplumsal fay hatları üzerinde şekillenirler. Toplumdaki etnik, dilsel, dinsel, mezhepsel, sınıfsal, toplumsal cinsiyet veya cinsel tercih kısacası ne kadar farklılık varsa duruma göre birer siyasi parti haline gelebilir. Siyasi partiler ontolojileri gereği iktidara gelmek ve gerek parti programındaki gerekse de seçim beyannamesindeki vaatlerini/taahhütlerini yerine getirmek durumundadır. Bu her zaman gerçekleşmeyebilir zira siyasi iktidarlar bazen koalisyonlar şeklinde tecelli edebileceği gibi uzun süre iktidara gelemeyen partiler de sönüp giderler. Aslında siyasi partiler yapıları gereği birer koalisyon olduklarından ve koalisyonların göreceli zor işlemesi, her biri birer koalisyon olan partilerin biraraya gelince daha fazla koalisyonun ortaya çıkmasından kaynaklanan sorunlara teşnedirler. Öte yandan nasıl ki her bir parti kendi içinde uyumlu bir koalisyon olarak işliyorsa koalisyon iktidarları da illa olumsuzlukla sonuçlanacak anlamına gelmez. İdeolojik partiler denilince sanki bu partilerin iktidara gelme gayreti yok sadece toplumu kendi fikirlerine davet ediyor gibi anlaşılmaktadır. Halbuki tüm partilerin temel gayesi iktidara gelmektir ve bundan dolayı ne kadar çok oy alırlarsa iktidarı o kadar kolay alacaklarından dolayı ideolojik partiler de zaman içinde kitle partilerine doğru evrilirler ve böylece ideolojik söylemleri daha kucaklayıcı bir dil benimsemek durumunda kalır. Çünkü demokrasi kabaca bir aritmetik oyundur, hangi seçim sistemi olursa olsun en çok oyu alan parti iktidarı garantiler. Ama demokrasi çoğunluğun tiranlığı da değildir zira oy vererek iktidara taşıdığınız partinin bile hoşunuza gitmeyen söylem ve icraatlarını şiddete bulaşmamak kaydıyla 365 gün 24 saat eleştirme, protesto etme hakkına sahipsiniz hatta mevcut partilerden rahatsız olup yeni bir siyasi parti kurma hakkınız da her dem bakidir. İşte bundan dolayı, demokrasi siyasi elitleri geniş gönüllü olmaya mecbur ederken protestolara ve eleştirilere daha fazla kulak kabartmalarını gerektirir. 

Hükümet kurabilme şartı

Demokrasinin işlevsel olabilmesi için sadece politik toplumun kurumsal anlamda güçlü olması yetmediği gibi demokrasiyi besleyebilecek gönüllülük ilkesi üzerinde yükselen sivil toplumun da güçlü olması beklenir. Bu da bireyin ve onun gönüllü bir şekilde içinde yer aldığı sivil toplum kuruluşlarının güçlü olması anlamına gelmektedir. Bireyin güçlü olmasından kastımız ise kendisinin politik toplum karşısında idarenin tasarruflarına karşı çıkabileceği idari mahkemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi uluslararası mekanizmaların olmasıdır. Bireyin güçlendirilmesi, başta eğitim ve öğretim olanaklarıyla geliştirilmesi ve böylece kendi hak ve hukukunu gözetir hale getirilmesidir ki demokrasinin hayatiyeti açısından elzemdir. Demokrasi nihai kertede bir denge rejimi olduğundan kuvvetler ayrılığının yasama, yürütme ve yargı açısından özellikle en sonuncusunun bağımsızlığına ve tarafsızlığına halel getirilmeden yerine getirilmesi isabetli olacaktır. Yoksa yargı devletin klasik bürokrasisinin bir çarkına dönüştükçe adalet duygusu aşınırken en iyi ihtimalle ¨hukuk devleti¨ etiketinde bir ¨kanun devleti¨ belirecektir. Bundan öte üniversiteler de bilginin üretildiği ve öncelikle sınanarak pratiğe geçirildiği kurumlar olarak özerkliklerinin her halükarda yerine getirilmesi lazımdır. Yoksa özellikle sosyal bilimler alanında devlet gemisi ve onun dümenini elinde tutan hükümetin propagandasını üreten bir üniversite toplumsal dönüşümün nasıl öncüsü olacaktır? Kendisini statükoya hapsetmiş bir üniversite yeniliklerin ve yeni fikirlerin nasıl kuluçkası olacaktır? Bu saydıklarımdan anlaşıldığı üzere demokrasi pahalı bir rejimdir ve bu şartları sağlayamadığı sürece demokratik yönetimlerin istikrar kuramayacağı da aşikardır. Bundan dolayı seçim sistemlerinde istikrarın sağlanabilmesi adına seçim barajlarının bulunması hükümetin kuruluşunu kolaylaştırmaya yöneliktir. 1980 askeri darbesini yapanların 1982 Anayasası ile getirdikleri yüzde 10 seçim barajı böyle bir istikrarı keskin bir şekilde sağladığı ölçüde seçimlerdeki adaleti berhava ettiği tüm seçimlerdeki ana tartışmalardan biri olagelmiştir. Lakin muhalefetteyken bu seçim barajından müşteki olan siyasi partiler her ne hikmetse iktidarda iken bu barajın büyüsüne kapılıp barajı da kendilerinin yasalaştırmadıkları söylemiyle kendilerine kendilerince bir meşruiyet üretmişlerdir.

Demokrasi en iyisi...

Yukarıda anlatılanların ışığında hiç şüphe yok ki demokrasi, XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasal dağarcığımızın en afili kavramıdır. Demokrasiyi desteklemeyenler kısacası demokrat olmayanlar adeta küfürle itham edilir gibi ‘faşist’, ‘totaliter’, ‘otoriter’, ‘diktatör’ veya ‘dikta yanlısı’ olmak durumundadır. Kaldı ki demokrasi dediğimizde herkes kendi evsafına uygun bir şekilde demokrasiyi yeniden biçimlendirmek temayülündedir; muhafazakar demokratlık veya sosyalist ya da sosyal demokratlık tam da böyle bir şeydir. Kısacası liberal demokrasi elde ettiği hegemonya ile kendisini demokrasi ile adeta özdeşleştirmiştir ve liberal demokrasinin sunduklarını genişletmeye yönelik sıkı birer eleştiri olarak duran diyalojik ve radikal demokrasi henüz geniş kitlelere ulaşmamış birer teoriden öteye gidememektedir. Aslında teorik olarak bir “serbest pazar demokrasisi” olarak liberal demokrasi, 1945’te II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle Birleşmiş Milletler’in (BM) bünyesinde neşv-ü-nema bulan Yeni Dünya Düzeni’nin 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve 2001’deki 11 Eylül saldırıları sonrasındaki düzenlemelere rağmen hâlâ dimdik ayaktadır. Eğer bir kavramsal deneme yapılacaksa hepimiz 1945 sonrası dünyada yaşamaya devam ediyoruz. Buna dair en sağlam delilim, BM’nin kuruluşundan bu yana üye sayısındaki astronomik artışa rağmen BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto hakkına sahip beş daimi üyenin sayısal sabitliğidir. Örneğin Sovyetlerin dağılması sonrasında bile sandalyesi en büyük mirasçısı Rusya Federasyonu’na (RF) kaldığı göz önüne alınırsa II. Dünya Savaşı’nın galiplerinin kurduğu düzen işlemeye devam etmektedir. BM’nin kurucu üyesi olma şartı arasında Almanya ve Japonya’ya savaş açmak ve çok partili demokrasiye geçme şartı bulunduğundan Türkiye’deki dönemin siyasi elitleri de tek parti yönetimlerini çok partili yaşama tebdil etmek durumunda kalmışlardı çünkü yeni bir dünya kuruluyordu ve Türkiye de bu yeni dünyada yerini almak zorundaydı. O çok atıf yapılan iki kere çok partili demokratik yaşama geçme denemeleri dönemin tek parti iktidarını fena halde ortadan kaldıracağı için akamete uğraması, eşyanın tabiatı gereğiydi ama ¨demokratikleşiniz¨ emri bu sefer çok yukarılardan geliyordu. 1946’daki açık oy gizli sayım şeklinde özetlenebilecek tek partinin ayak sürümesi şeklinde tecelli eden hilkat garibesi genel seçimleri saymazsak -ki saymamalıyız seçim denilen fenomenin  ontolojisi, epistemolojisi ve metodolojisi gereği- 1950 genel seçimlerinden bu yana bu topraklarda askeri darbelerin ket vurduğu dönemleri de görmezden gelirsek bir seçim ve demokrasi tarihinden bahsedebiliriz. Geç Osmanlı-Türkiye modernleşmesi bağlamında bu tarihi parlamenter geleneği de hesaba katarak elbette I. Meşrutiyet’e kadar götürülmesine de itirazım olmayacaktır.

Yenilgiyi hazmedebilmek

Demokrasi, Churchill’in ifadesiyle “kötü bir rejimdir ama elimizde olanların en iyisidir” zira insanlık tarihini bir özgürleşme ve bireyi devlete karşı korumanın tarihi olarak okuduğumuzda en işlevsel siyasal yapı olarak bu yürüyüşün sancak taşıyıcılığını üstlenmiştir. Demokrasi dediğimizde rasyonel bir oyundan bahsediyoruz ve bunu teorik olarak birey temelli çerçeveliyoruz. Bireyin seçim sandığı başında kendisiyle baş başa kaldığına ve tercihini bireysel çıkarlarını maksimize edeceği partiden yana kullanacağını varsayıyoruz. Halbuki bireylerin bu anlamdaki ¨birim kodlu¨ rüyalardan bağımsız rasyonel kararlarında parçası bulundukları aile, cemaat, cemiyet ve hemşerilik gibi bağlardan ivedilikle koptuklarını düşünmek çok havada kalıyor. Adam Przeworski, demokrasinin konsolidasyonunu “kasabadaki yegane oyun” haline gelmesine bağlarken demokratik hegemonyanın seçimleri kaybedenlerce de içselleştirilmesiyle mümkün olacağından dem vurmaktadır. İşte demokratik rasyonalite tam da böyle bir ön kabul gerektirdiğinden Weberyen anlamda şiddetin meşru tekelini devlete atfetmeyi gerekli kılmaktadır. Yoksa zaten her tekel doğası gereği meşruiyetini kendi üretir ve aynı Westphalian anlamdaki egemenliğin münhasır olması gibidir. Yani egemen olunca başkasının egemen olamayacağı gibi herhangi bir tekel de kendisine meydan okuyan hiç bir oluşumu meşru kabul edemez. Sonuç olarak demokrasi, kimsenin şiddete bulaşmayı aklından dahi geçirmediği ve bunun karşılığında barışçıl şekilde fikirlerini örgütlü ve/ya bireysel şekilde her olanağı kullanarak yayabildiği ve bu fikirlerine iktidar talep edebildiği ve iktidara talip veya değil diğer fikirleri eleştirebildiği veya protesto edebildiği oyunun adıdır. Türkiye’de bu oyunun daha muhkem ve centilmence oynanması hepimizin menfaatinedir ve demokratik rasyonalite de bunu gerektirir. Yoksa demokrasimiz her daim  iğne deliğinde ve seçimlerimiz de bıçak sırtı kalmaya mahkumdur.

(Prof. Dr. Murat Çemrek - Necmettin Erbakan Üniversitesi  Uluslararası İlişkiler Bölümü) [email protected]