İhanet geçer akçe!

M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
17.10.2015

Devlet gerçekten seri katil olsaydı, siz “DEAŞKP-C” veya “HDPKK” gibi olağan şüpheliler olarak cinayet mahallinde sırıtarak seçim propagandası yapamazdınız! İhanet şimdilik geçer akçe, ama bilin ki bugünler de geçer!


İhanet geçer akçe!

İhanetin geçer akçe olduğu günlerden geçiyoruz. Cinayet mahalline sırıtarak geri dönen katil, Agatha Christie romanlarındaki gibi yakayı ele vermiyor artık; feryat figanlarının arasına hınzır gülümsemeler sıkıştırarak ortalığı velveleye veriyor. Yüzündeki o ifadeyi yakaladığınız nadir anlarda ise, aniden bir uluslararası kanalda belirip “katil devlet” sloganı atıyor ve küresel mahfillerde itibar görmeye devam ediyor.

Hayatı durduran terör

Kendisi terör örgütünün siyasi kanadının lideri olmaktan zerrece yüzü kızarmaksızın failler sıralıyor; “saray gladyosu”, “hükümet”, “MİT”, “katil devlet” diyor, hatta daha da hızlanıp “katil değil, seri katil devlet” diye höykürüyor. Kutsanmış kırık cam medyası, 100 cesedin üzerine basarak seçim mitingi yapan siyasi kanat liderini kanatlandırıyor, uçuruyor. Algıların yönetilebileceğini, masumların mahkûm, vatanseverlerin hain, teröristlerin mağdur ilan edilebileceğini ve buna en çok da eğitimli kitlenin ikna edilebileceğini gösteriyorlar bize. Eski devletin kimlik karşıtı politikasından şikâyet edenler, teröristin “kimlik kontrolü”nden kaçmaya çalıştığı için eşinin ve 3 yaşındaki çocuğunun gözleri önünde şehit edilen polisten hiç bahsetmeksizin insanlık, barış, hukuk nutukları atabiliyor. Daha ilk dakikada, patlamanın barutu kokar, dumanı tüterken, terör örgütünün siyasi kanadının başı, Cumhurbaşkanı’nı ve Başbakan’ı tehdit ediyor. Sonra, terör durmaksızın devam ederken “hayatı durduralım” diye kampanya başlatıyor. Kendisi kudururken, hayatı durduran terör!

Ülkenin cinayet tarihini çıkarırken Hamidiye’nin bombaladığı Rize’yi, İskilip’i, Bozkır’ı, Yozgat’ı, Başbağlar’ı görmediği gibi, kanı ellerinde ve dillerinde hâlâ akan Yasin Börü’yü bir yıl sonra yarım ağızla anıyor.

Hükümete hitaben “Suruç’un, Diyarbakır’ın faillerini yakalamadığınız gibi, Ankara’nın faillerini de yakalamayacaksınız!” derken elbette zekâ sorunu yaşamıyor, sadece zekâmızla alay ediyor. Zira canlı bomba patladıktan sonra parçalanır ve cansız hale gelince de ancak teşhis ve tespit edilir, tevkif edilemez. Böylece, onu cezalandıramaz ya da kısasa kısas yapamaz, adalet duygusunu gerçek anlamda tesis edemezsiniz. İşte, bu boşluk fırsatçılar ve ölüm tacirleri için elverişli bir alan haline gelir. Kendisi bu boşluktan dünyaya seslenirken, ölülerin ele geçirilemeyeceğini çok iyi biliyor. Tıpkı, hâlâ izah bekleyen “saray gladyosu” rezaletinin ya da çoğu Kürt 50 kişiye mezar olan Kobani provokasyonunun yalan olduğunu bildiği gibi... Kabul edelim ki, rolünü çok iyi oynuyor. Bu topraklarda ustası ve çırağı zor bulunacak bir algı yönetimi dersini yaban ellerde tahsil ettiği belli. Başka başkentlerde bir başka coşuyor o yüzden. Aynı anda hem eğitim seviyesi düşük, hem de yüksek olan kitlenin birlikte inanacağı yalanlar üretmek kolay iş değil!

Yeni kurbanlar ve katiller

Aslında biz, medyanın gündem belirleme gücünün 27 Mart 1994 seçimlerinde kırıldığını, geriye sadece etki gücünün kaldığını düşünmekle yanıldık. Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye başkanı olmaması için bir araya gelen yedi düvel medyası, ertesi sabah dağılıp mazeret bulma yarışına girdiğinde, artık onun kurucu, tasarımcı, inşa edici değil; sadece bozucu, tahrip edici, figüran rolünü yüklenebileceğini sandık. 2000 yılına doğru Demirel’in görev süresini uzatma, 5 artı 5, hatta mümkünse 5 çarpı 5 yapma lobisi yenilgiye uğradığında; 3 Kasım 2002’de, 22 Temmuz 2007’de bu zannımız pekişti. Fakat 2013 Haziranından itibaren yeni toplumsal duyarlılıklar üzerinden seferber edilen kriz lobisi, iç ve dış ortaklarla birlikte Tayyip Erdoğan’a yüklendiğinde bunun Türkiye’ye karşı bir saldırı olduğunu anlamayanlar yeni nesil algı yönetiminin yeni kurbanları oldular. Abdülhamid Han’a, Adnan Menderes’e, Turgut Özal’a, Necmettin Erbakan’a yapılan ve vaktiyle sonuç alınıp bugün anlamsızlığı aşikâr hale gelen suçlamaların neredeyse aynısı bugün Erdoğan’a yapılıyor. Yeni kurbanlar oldukça, yeni katiller elbette olacaktır!

Teröristin silahı barış!

Faşizmin iyisi kötüsü olmaz, sağı solu da belli olmaz. Ancak sol faşizmin farkı, kendine yapılanı abartma gücüdür. Kendi ölüsünü devrim şehidi, başkalarının ölüsünü yok sayan şiddet sever devrimcilik ile etnik Kürtçülüğün izdivacından sol faşizm doğdu. Allah ve ahiret inancı ile ilgisi olmadığı halde, İslam’dan daha yoğun biçimde şehitlik kavramını gündeme taşıyan da yine bu sol faşizmdir. Sonunda devrim olacaksa kanlı döngü şöyle işler: Savaş başlat, mağlup ol, barışsever ol, eylemsizlik ilan et, bomba patlat, mazlum ol, oylar gelsin, savaş başlat... Ha bir de barış var tabii; kendisi için savaşılan! Hiçbir güzel kelime bu denli anlamsızlaşmadı ve hiçbir zıt kavram barış ile savaş kadar iç içe geçmedi bu coğrafyada. Barış, mağlup olunca silah bırakması gereken teröristin sarıldığı yeni bir silah olup çıktı. Bu silahı ona vermeyen devlet ise, barış düşmanı ilan edildi!

Saldırıdan bir gün önce olay mahallinde yaşanacakları haber veren ve “Ankara’da bomba patlayacak” diye yazan hesaplara dair soruları sarakaya alan, komiklik ile gülünçlüğü birbirine karıştıran paralel eş genel başkan, bakın ne diyor: “Şimdi o isimlerle ilgili soruşturma yürütülüyor. Ben çok ciddi olduğunu da düşünmüyorum. Hiçbirinin bizimle ilgisi yok, tanımayız da, tanımam da, şahsen bilmem de... Ama ben o isimlerin bu patlamayla alakalı olacağını da düşünmüyorum. (Acaba hangi patlamayla alakalı olabilirler? Ya da bu patlamayla alakalı isimler kimler olabilir?) Şeyi de denk gelmiş, ‘bomba’ lafı geçmiş, ‘Ankara’ lafı geçmiş. Ona dayanarak insanları suçlayamazsınız veya yeterli delil değil bunlar.” Bu tahfif, bu istihza, bu gözlerimizin içine bakarak bizimle alay eden, bu kanlı medyatik projenin bu ‘şeyi de nasıl denk gelmiş’ de 99 kişiyi katledivermiş! Velhasıl, bir zamanlar “Tanırım, iyi çocuktur” deyip avukatlığa soyunan general, “Tanımam, iyi çocuktur” diyen paralel eş genel bilmem ne başkandan daha makuldür en azından.

Paralel, PKK, Pers

Paralel demişken, orada da şimdilerde bunlarla birleşen ayrı bir serencam yürüyor. Risale-i Nur ve Said Nursi üzerinden meşruiyet elde edip ilk evvel onları terk eden, önce Fetullah’ın zümrüt tepeler, prizmalar, helezonlar, üçgenler, fasıllar, eleğimsağmalar, yakazalar, takazalarla dolu eklektik yamalı bohçalarını başucu kitabı edenler, daha sonra Kitabı hepten terk ettiler. “Hocaefendi”lerinin kasetleriyle başladıkları “teknik nakavt” antrenmanlarını, kamu görevlilerinin, iş adamlarının, günahı kendi boynuna kişilerin şantaj kasetleriyle uluslararası bir istihbarat kariyerine dönüştürdüler. Ve sonra ihaleye çıkıp en yüksek fiyatı veren küresel tacire kendilerini peşkeş çektiler. Davos ve Mavi Marmara’dan sonra dünya sisteminin Tayyip Erdoğan’ın ipini çekeceğine kanaat getirip Türkiye karşıtı cephedeki mevkilerini müstahkem hale getirdiler. “Dershanem olmasaydı, PKK’lı olurdum” diye ağlarken, gerçekten sözlerini tutup dershaneleri olmayınca hep birlikte PKK’lı oldular. Sonra Pers uşağı, mutacı Acem filan... Hatta hızlarını alamayıp aynı zamanda hem İsrailci, hem İrancı, hem Esedçi olmayı becerdiler. Metafizik âlemde -hâşâ- Allah Rasulü Türkiye’yi bunlara verdiğini kulaklarına fısıldarken, şimdi de Selo’ya sufle verme vazifesi onlara verildi. Dinler arası diyalog çorbasını içerken, Ezan-ı Muhammedi’den “Muhammed”i (SAV) çıkarma fikri, herhalde aynı sofraya kaşık salladıkları haham ve papazların bile aklına gelmemiştir!

Sol-fa kakofonisi

Sol-fa, yani sol faşizm ile paralelin birlikte çaldığı notaları dinliyoruz bugünlerde. Amerika ve İsrail’in cevaz vermediği hiçbir işe girmeyen, barışı Kuzey Irak ve Suriye’de bir tampon devlet kurma havucuna feda edip esaslı bir sopa yemeye hazırlanan, her şeyden önce okyanusun öte yakasında kurgulanan sınırın öte yakasındaki güç dengelerine tapınırken, Kadir-i Mutlak olanın Allah olduğunu unutan çok sesli bir kakofoni bu.

Evet, ihanetin geçer akçe olduğu günlerden geçiyoruz. Doğan görünümlü şahin grubun küçük şahini “Abdülhamid gibi ölünmesin, istifa yeter” diyerek güya Özi kalesini Ruslara kaybedince felç geçirip ölen I. Abdülhamid’e atıfta bulunur. Büyük şahin durur mu, o da Le Monde’a verdikleri sufleyi bir gürültüye çevirip tekrar içeriye taşıyarak kakofoniye katılır. Neymiş, “seçime üç hafta kala, polis ve gizli servisten oluşan derin devlet yeniden ortaya çıkmış”mış! Hakikatin bu denli perişan edildiği bir yerde başvurulacak iki şey kalıyor geriye: Sövgü ve ironi! İlkini kendimize yakıştıramayıp ikincisiyle yetiniyoruz. Ve bir de küçük bir hatırlatma: Erdoğan gerçekten diktatör olsaydı, ona diktatör diyebilme özgürlüğünü bulamazdınız. Devlet gerçekten seri katil olsaydı, siz “DEAŞKP-C” veya “HDPKK” gibi olağan şüpheliler olarak cinayet mahallinde sırıtarak seçim propagandası yapamazdınız!

İhanet şimdilik geçer akçe, ama bilin ki bugünler de geçer!

[email protected]