III. Milli Kültür Şurası yaralara merhem olur mu?

Gülcan Tezcan / Gazeteci-yazar
18.03.2017

Toplumsal barışı mayalayacak, küreselleşmenin dayattığı tek tipleşmeye karşı kültürel çoğulculuğu güçlendirecek, üstenci bir dil yerine kuşatıcı ve kucaklayıcı bir anlayışla sanat üretimine zemin hazırlamak hayati önem taşıyor. Bu yaklaşımın sıkça dillendirildiği III. Milli Kültür Şurası’nda kültür politikaları üretme konusunda -yer yer saha tecrübesi görmezden gelinse de- olabildiğince katılımcı bir yaklaşımın benimsenmesi ümitleri artırdı.


III. Milli Kültür Şurası yaralara merhem olur mu?

Hem bireysel hem toplumsal olarak ‘kim’ olduğumuz sorusuna anlamlı cevaplar veremediğimiz için savrulmalar yaşıyoruz uzunca zamandır. Osmanlı’da başlayan Batılılaşma serüveni, sonrasında Cumhuriyet’le birlikte ‘medeniyet’ anlamında tek ölçü haline gelen Batı’yı sorgusuz sualsiz değerler hanemizin en üst noktasına yerleştirmemiz kültürel açıdan da giderek kimliksizleşmeyi getirdi beraberinde.

Kendi müziği, türküsü, ağıdı, mimarisi, sanat dalları, sahne sanatları, estetik duygusu, meselleri, masalları yokmuş gibi köksüz, bağsız bir anlayışla, kadük bir kültürel zemin üzerinden ilerlemeye çalışan sanatımız gelinen noktada kimliksizlik problemiyle karşı karşıya. Tiyatro, sinema ve müzikte ‘Batı tipi sanat’ kabulü öylesine keskin bir tutuculuğa dönüşmüş durumdaki ‘yerli’, ‘milli’, ‘ait olduğu coğrafyanın kültürel geçmişiyle bağ kurmaya çalışarak üretimler yapmaya çabalayanlar da aşılmaz bir duvarla karşılaşıyor. Sanat eğitimi veren kurumlarımız adeta bir yabancılaşma efektiyle geleneğinden ve geçmişinden kopuk bir anlayışa sahip sanat insanları yetiştirmeye devam ediyor.

Yerliden korkma

Diğer taraftan bu toprakların kültürel ikliminden beslenen sanatçılar ise ‘makbul’ görülmedikleri gibi önyargılarla örülü bir zeminde varolma mücadelesi vermek zorunda kalıyor. ‘Muhafazakarlık’ ve ‘İslamcılık’ geriliminde yetkin sanat dili oluşturamayışları bir handikap olarak orta yerde dururken hâkim sanat çevreleri tarafından ötekileştirilmek de ayrı bir bariyer oluşturuyor. Bu iki uç arasındaki gerilim, toplumsal barışı inşa etmenin en güçlü zemini kültür ve sanatın sağlıklı üretimlerden mahrum kalmasına yol açıyor. Sanatın dili politikleşiyor, kutuplaştırmanın aracına dönüşüyor. Gündeme gelen, getirilen ‘yerlilik’ ve ‘millilik’ ifadesi ‘muhafazakar’ tabanın sanata müdahalesi gibi algılanıp tartışma politik bir eksende tutulmak isteniliyor. Oysa hemen her disiplinde üretim anlamında giderek kısırlaşan, kopyalamanın, adaptasyonun ötesine geçemeyen bir vasatla karşı karşıyayız.

AK Parti iktidarının 2002’den bu yana kültürel zemini hareketlendirmek adına attığı adımlar elbette çok önemli ve değerli. Ancak bir politika ekseninde yol alınmadığında sadece sayısal başarılar olarak kayıtlara geçmenin ötesinde bir anlam taşımıyor tüm bu atılımlar. İnsan sermayesine yatırım yapılmadığı, eğitim sistemi ile eşgüdüm içerisinde bir yol haritası belirlenmediği sürece her yıl şuralar yapılsa, kararlar alınsa bile tüm bu çabaların sonuca etki etmesi çok da mümkün olmayacak. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın yakın zamanda açıkladığı Kültür Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar başlıklı rapora göre yıl boyunca hiçbir kültür sanat etkinliğine katılmadım diyenlerin oranı yüzde 70. Kültürü bu kadar hayatımızın dışında tutmamızın bir nedeni ihtiyaçlar ve öncelikler sıralamasında gerilerde tutmamız ise bir nedeni de bize ‘sanat’ diye sunulanlarla ünsiyet kuramayışımız büyük ölçüde. Toplumsal barışı mayalayacak, küreselleşmenin dayattığı tek tipleşmeye karşı kültürel çoğulculuğu güçlendirecek, üstenci bir dil yerine kuşatıcı ve kucaklayıcı bir anlayışla sanat üretimine zemin hazırlamak bu yüzden hayati önem taşıyor.

Tam bu noktada hayli gecikmeli de olsa III. Milli Kültür Şurası’nın gerçekleştirilmesi eksikliklerimizin giderilmesi anlamında ihtiyaç duyulan bir adımdı. Kültür politikaları üretme konusunda olabildiğince katılımcı bir yaklaşımın benimsenmesi de ümitleri artırdı.

Pek çok ülke gibi Türkiye de popüler kültürün kadim kültürü tehdit ettiği, yaşam alanı bırakmadığı bir geleceğe doğru ilerliyor. Bu yüzden komisyonlardan çıkan tavsiye kararları bir yana sayın Cumhurbaşkanımız Recep tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasında altını çizdiği noktalar önümüzdeki süreçte izlenilmesi gereken kültür politikaları açısından son derece önemliydi: “İrfandan yoksun bir kültür, hamallıktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde ahlaktan yoksun bir kültür anlayışı bizi ancak yozlaşmaya götürür. Oysa sanat ve kültürün amacı, insanı akli ve ahlaki kemale ulaştırmaktır.” 

Şura’nın hazırlık aşaması, komisyonlar için belirlenen başlıklar, komisyon üyelerinin seçiminde ne kadar isabetli olunabildiği Şura’nın ardından pek çok kişi tarafından yazılıp, çizildi ve eleştiri konusu edildi. Gençlik ve Kültür, Sivil Toplum ve Kültür gibi çok önemli iki hayatî başlığın ıskalanması kimi sorunların askıda kalmasına sebep oldu. Zira kültürün devlet eliyle dikte edilen değil devletin desteğiyle sivil toplum eliyle üretilebileceği bir zemine doğru ilerlerken bu alanda çalışan kurumların bir masa etrafında toplanmasına da ihtiyaç vardı. Müzik bahsinde Gülper Refiğ ve Şirin Pancaroğlu gibi isimlerin olmayışı çok büyük eksiklikti.

Yerel yönetimler, kültür diplomasisi gibi başlıklarda saha tecrübesine sahip isimlerin komisyonlarda yer almaması, medya komisyonunda hiçbir kültür sanat gazetecisinin ve hatta TRT temsilcisinin olmayışı, sahne sanatlarında Şehir Tiyatroları’ndan bir yetkilinin bulunmayışı sorunlar, çözümler ve örneklikler noktasında pek çok meselenin askıda kalmasına neden oldu. 

Sahne sanatları komisyonu en şenlikli ve aynı zamanda en acıklı komisyondu. Zira Devlet Tiyatroları sanatçıları ‘memur’ sanatçı tanımlamasını doğrular yaklaşımlarla tiyatro sanatına ve ülkemizde tiyatronun gelişimine dair fikir yürütmek yerine kurumsal meselelerini, maaşlarını gündeme getirmeyi seçti. Neyse ki ikinci gün yapılan oturumlarda çok daha yapıcı fikirlerle hem geleneksel sanatların geleceğe aktarımına hem de tiyatroda niteliğin artırılmasına dair kararlar alınabildi. Yine sinema, radyo, televizyon komisyonu tarafından kan kaybı yaşayan sinemamıza can suyu olabilecek öneriler gündeme getirildi. Ahmet Yesevi Uluslararası Film Fonu adıyla bir film destek ve ortak yapım birliği kurulması, sinemamızı Eurimages ve Avrupa film fonlarının dayatmalarından kurtaracak değerli bir çözüm önerisi. Lütfi Ömer Akad adıyla bir sinema müzesinin kurulması, Metin Erksan adıyla bir Türk film arşivi oluşturulması da Şura’dan çıkan en somut ve sevindirici tavsiye kararları arasındaydı. Komisyonların pek çoğunun sonuç bildirgesinde kültüre ayrılan bütçenin artırılması, sponsorluk yoluyla kültüre desteğin özendirilmesi, sanat üreticilerini zorlayan vergi meselesinin çözümlenmesi gibi talepler de sıkça tekrarlandı. Cumhurbaşkanımızın, Kültür Bakanı Nabi Avcı ile birlikte Şura’da alınan kararların takipçisi olacağını açıklaması, bir sonraki Şura’nın üç yıl sonra yapılacağının duyurulması önümüzdeki süreçte kültür sanat alanında ciddi bir hareketlenme yaşanacağının habercisi.  

[email protected]