İki başlı yürütme: Türkiye’nin prangası

Dr. Murat Güzel / Bethlehem, Pennsylvania
9.04.2016

Türkiye için neyin faydalı olacağını dahi tartışamamak, konuya ülkenin menfaatlerinden ziyade bir üçüncü dünya ülkesi refleksiyle ve siyasal takıntılarla yaklaşmanın sonucudur. Başkanlık anlayışının “diktatörlük” olarak yansıtılması önemli bir hatadır. Amerika örneğinde tartıştığımız gibi bağımsız bir yargı ve yasama olduğu müddetçe güçlü bir başkan ülkenin önünü açar.


İki başlı yürütme: Türkiye’nin prangası

ABD Başkanlık sistemini örneklendirmek için sıkça atıfta bulunulan bir örnek var. Abraham Lincoln bir hükümet toplantısındaki oylama aşamasında, kabinedeki bütün bakanlar ‘hayır’ oyu kullanmasına rağmen, kendisi ‘evet’ oyu kullanmış, sonra da “Beyler, sonucu açıklıyorum, 8 hayır 1 evet, evetler kazandı” demiş. Böyle bir örneğe sıkça atıfta bulunuluyor olsa da ABD Başkanlık sisteminin bir güç dengesi üzerine oturtulmuş olduğunu kimse inkar edemiyor. Bu sistemde başkanın otoritesini sınırlayan ve gücün tek bir elde toplanmasını engelleyen önemli fren mekanizmalarının olduğu çok açık.

ABD Başkanlarından Richard Nixon’un Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslami hareketler ve toplum yapısı hakkında danışmanlığını yapmış olan Dr. Richard Crane, ABD’deki başkanlık sisteminin farklı birçok etnik ve dini oluşumu belli bir siyasal yapı ve hukuk altında birleştirdiğinin altını çizmiştir. Crane bu sistemin İslam’ın millet sisteminden ve bunun siyasal yönetiminden ciddi anlamda etkilenmiş olduğunu da sözlerine eklemiştir. Amerika’nın siyasal yöntem arayışında bu çeşitlilik, etik değerleri öne çıkaran iyi tanımlanmış bir vatandaşlık olgusu şeklinde karşımıza çıkmıştır. Bu ifadelerin sonunda Crane, ABD’deki başkanlık sisteminin bilhassa Osmanlı-İslam kültüründen etkilendiğini belirtmiştir.

İşin ilginç tarafı, Türkiye’de yeni anayasa yapım sürecinin başlamasıyla birlikte başkanlık sistemi gündeminin sıkça ABD’deki siyasal yapıya atıfla tartışılıyor olması. Medeniyetler arasındaki tarihsel alışverişlerin nasıl bir deveranla yürüyor olduğunun ilginç bir örneğini oluşturuyor bu alış-veriş biçimi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti, başkanlık sistemine geçilmesinin tartışılmasını istiyor. Buna karşılık muhalefet ise başkanlık sisteminin Türkiye’yi diktatörlüğe götüreceği şeklindeki endişelerini dile getirerek bu sistemin tartışılmasına bile karşı çıkıyorlar. Bu şekilde başkanlık konusu tartışılmaya başlanmadan anlam bozumuna uğramaktadır. Şunu da belirtmek gerek ki ABD’de başkan, siyasal partisinden kopuk bir şekilde yarışa girmiyor.

Kontrol-denge ilişkisi

Türkiye’deki yürütme şu anda oluşan fiili durum dolayısıyla ilginç bir şekilde iki başlıdır ve bu durum ülkenin yönetiminde kendini giderek hissettiren bir sorun oluşturmaktadır.  Geçmişe bakılırsa çok rahat görülebilir ki Türk medeniyetlerinin kurulduğu  devletlerde, ne halk ne de idare edenler iki başlılığı kabul etmiştir. Bizi başkanlıkta bekleyen tehlike, tek başın bizi diktatörlüğe götüreceği endişesi ise ABD sistemindeki kontrol-denge ilişkisine göz atmalıyız.

ABD’nin Philedelphia eyaletinde 1787’de toplanan ABD’nin kurucu liderleri tarafından ülkenin sosyolojik ve politik şartları göz önünde bulundurularak hayata geçirilen başkanlık sisteminin üç ayağı bulunmaktadır: Başkan, Kongre ve Yargı.

Bu sistem yürütme yetkisinin tek başına başkanda toplanması ile dikkat çekerken, Başkanı ise Kongre ve Yargı kontrol  etmektedir.

Federal bir devlet olarak 50 farklı eyaletten oluşan ABD’de, Başkan, uzun soluklu bir oy kullanımı sonucunda belirlenmektedir. Ayrıca daha önceki yazılarımızda da tartıştığımız gibi, şüphesiz ki bu süreç içerisinde aday adaylarının topladığı bağışlar çok önemli bir role sahiptir. Bağış miktarları başkanlığa giden yolu açan en büyük etmenlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

ABD başkanı, siyasal bir gücün ötesinde aynı zamanda ordunun başkomutanı olarak da görev yapar.

Başkan, kusursuz bir güce sahipmiş gibi gözükse de, aslında o kadar güçlü değildir. Nitekim başkanın yürütme alanındaki gücüne karşılık, yasama ve yargı başkan karşısında güçlü bir denge unsuru olarak durur. Hatta bir çok örnekte yargı ve yasamanın başkandan daha güçlü olabildiğini görebiliriz.

ABD’de başkanlık sisteminin ikinci ayağını ise kongre oluşturmaktadır. Temsilciler Meclisi’ndeki 435 üye ve Senato’daki 100 üye ile yasa yapma gücü Kongre’de toplanıyor. Bütçenin kabulü ile federal hazinenin çıkış ve girişlerini düzenleyen mali yasaların hazırlanması yetkisi de Kongre’de toplanmaktadır. ABD Başkanı’nın elinde ordu da dahil birçok güç bulunmasına rağmen, atacağı adımların ekonomik desteğini Kongre’den alması gerekmektedir. Oylama yapacak temsilciler meclisi üyeleri  ve senatörlerin sadakati parti başkanından öte kendilerine maddi destek sağlayanlara ve oy verenlere olduğu için, kendi partisinden olsa dahi, başkanın görüşü cümleye son noktayı koymaya yetmiyor. Bu durum ise bir nevi kontrol ve denge sistemini koruyor.

Kongrenin bir başka yetkisi ise başkan üzerinde yargılama hakkına sahip olması ve başkana atfedilen suçların tespitini ve buna karşılık verilecek cezayı şekillendirmesidir. Kongre gerekirse ağır bir karar alarak başkanı görevden dahi alabilir. Fakat bu çok da kolay bir süreç değildir, nitekim önce Temsilciler Meclisi’nde oylama yapılması gerekiyor ve ardından nihai karar ise Senato’da üçte iki çoğunlukla alınabiliyor.

Yalan söyledi ve yargılandı

Başkanlık sisteminin üçüncü ayağını ise yargı oluşturmaktadır. Yüksek Mahkeme hakimleri başkan tarafından önerilip, Kongre tarafından onaylanmaktadır. Ömür boyu seçildikleri için de hangi siyasal partinin görevde olduğuna bakmaksızın görevlerini yerine getirmeleri beklenir. Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Antonin Scalia’nın yerine atanacak hakim, bu sebeple Obama ve Kongre arasında ciddi bir tartışmaya dönüşmüştür. Obama, bu sene sona erecek başkanlığından önce bu göreve birinin getirilmesi için uğraşırken, Cumhuriyetçiler gelecek seçimleri kazanarak atamayı kendileri yapmak için Obama’yı engellemeye çalışmaktadır.

Kongre ve yargının bu üçlü denge içerisinde başkanın üzerindeki gücünü incelemek adına, Bill Clinton ve Richard Nixon dönemindeki olaylara bakabiliriz.

Başkan Clinton’ın, Beyaz Saray’da stajyer olarak görev yapan Monica Lewinsky ile ilişkisi bütün dünyada geniş yankı bulmuştu. Clinton, bu olay sonrasında gerçekleştirilen soruşturmada bu ilişkisinden dolayı değil fakat yalan söylediği iddiasından dolayı yargılanmıştı. Temsilciler Meclisi, Clinton’un azline karar vermiş ve bu karar Senato tarafından oylamaya sunulmuştu. Fakat azlin gerçekleşmesi için 100 üyeli Senato’da üçte ikilik çoğunluğun desteği gerekirken, oyların yarı yarıya çıkması sonrasında Clinton başkanlık görevine devam edebilmiş ve başkanlığını bu şekilde kurtarabilmişti.

Diğer bir olayda ise, ABD Başkanlık tarihinde ilk defa istifa etmek zorunda bırakılan Cumhuriyetçi Parti’den Nixon, Watergate skandalı olarak bilinen olayda, FBI aracılığıyla Demokrat Parti’nin telefonlarını dinlettirdiği iddiası ortaya atılmıştı. Bu konuda yargı ve kongrenin olayın üzerine gitmesi üzerine, Kongre’de ve halk nazarında saygınlığını yitiren Nixon, görevinden istifa etmişti.

Aslında İslam tarihine baktığımız zaman da şunu görebiliriz: Liderin elinde çok ciddi bir güç bulunmasına karşın, buna alternatif olarak toplumun değerlerinden beslenen hukuk, liderin gücünü sorgulamak için toplum tarafından kullanılmıştır. Nitekim, sert duruşu ve kararlarıyla bilinen Hz. Ömer, halifeliği döneminde de gerektiği zaman toplum tarafından sorgulanmıştır. Hz. Ömer, bir hutbesinde kadına verilen mehir konusunda bir hüküm vermesi ve bu hükmün cemaatten bir kadının Kur’an’ı referans gösterirek karşı çıkılmasıyla Hz. Ömer’in kararından vazgeçtiğini tarihi kaynaklar belirtmektedir.

Padişahı dizginleyen yargı

Osmanlı tarihinde ise liderin elinde mutlak bir güç varmış gibi görülse de halkın gözünde lider toplumun değerleriyle çatışmadığı ve adaleti uyguladığı sürece lider olarak kalabilmiştir. Bunun sorgulamasını yapan ara kurumlar mutlaka olmuştur.

Nitekim padişahın elini kesme kararını verebilecek ve onu dizginleyecek bir yargı sistemi vardır. Fatih Sultan Mehmet’in işin özünü çok da iyi anlamadan bir Rum ustasının elini kestirmesi üzerine, kadının, Fatih’e karşı Rum ustayı haklı bulup kısas kararı verdiği kaynaklarda anlatılır. Rum ustanın bu konuda ısrarcı olmayıp kısasın uygulanmasını istememesi üzerine Osmanlı sultanının eli kesilmekten kurtulmuştur...

Türkiye için neyin faydalı olacağını dahi tartışamamak, konuya ülkenin menfaatlerinden ziyade bir üçüncü dünya ülkesi refleksiyle ve siyasal takıntılarla yaklaşmanın sonucudur. İşin doğrusu bu takıntılar, Türkiye’de ilk Boğaz Köprüsü’nün yapılmasına karşı çıkanları anımsatıyor. İdeolojiler halkı belli anlamda mobilize etse dahi kitleye dar bir bakış açısı sunarak belli durumlarda ülkenin önünü tıkıyor. İşte bu yüzden zamanla değişebilen ve insanın özgür iradesini tıkayan ideolojik yaklaşımlar yerine Türkiye’nin önünü açıp, halka adalet ve refahı getirecek bir gözle başkanlık sistemine bakmak daha sağlıklı olacaktır.

Yapılan diğer bir yanlış ise güçlü başkan anlayışının “diktatörlük” olarak yansıtılmasıdır. Amerika örneğinde tartıştığımız gibi bağımsız bir yargı ve yasama olduğu müddetçe güçlü bir başkan ülkenin önünü açar.

Sonuç olarak Türkiye’de vesayet sistemi üzerine kurulmuş olan bugünkü sistem, ne ülke gerçeklerini ne de Türklerin alışık olduğu devlet telakkisini  göz önünde bulundurmaktadır. Fakat yine de bunca yıl halka karşı ayakta durabilmiştir. Gücünü halktan almayan her yönetim halkına zulmetmiştir. Bu yüzden ülkenin insan potansiyelini ve kendi gücünü günden güne eriten bu sistemin tartışılmaya açılması, halka rağmen gerçekleştirilen politikaların artık taraftar bulamadığı Türkiye siyaseti açısından oldukça önemlidir.

Başkanlık sistemini tartışmak, anlamak  ve Türkiye’nin şartlarına göre bir başkanlık sistemini masaya yatırmak, bugün yürürlükte olan ve Türkiye’nin ayağında bir pranga gibi duran iki başlı yürütmeden kurtulmak için ilk adımdır.

[email protected]