İki sürgünün hikâyesi

Gökhan Bolat / İstanbul Çerkes Derneği Kurucu Üyesi
23.05.2020

21 Mayıs'lar hala devam etmektedir. Hayata 150 yıl önce kaldıkları yerden tekrar başlayabilmek umuduyla zaman zaman birtakım yardım talepleri olsa da bunun anlamsızlığının farkındadır Çerkesler. Zira Dostoyevski'yi bile sürgün edenlerden ne talep edilebilir? Kudretini zulüm için kullanan, iyileşmesi imkânsız hastalardan ne beklenebilir?


İki sürgünün hikâyesi

“ Zulüm bir alışkanlıktır; insanda bu alışkanlığın kökleşmesi, sonunda hastalığa dönüşmesi mümkündür. Sarsılmaz inancıma göre, en iyi bir insan bile alışkanlıkla, sanki bir hayvanmış gibi kabalaşıp o derece aptallaşabilir. Kanla, kudretle mest olur; hoyratlığı, ahlaksızlığı, içindeki kötülüğü büsbütün geliştirir; aklı, duyguları kesinlikle doğal olmayan hareketleri yadırgamaz ve sonunda bundan zevk almaya başlar. Bir zalimde hem insanlık, hem de vatandaşlık tamamıyla yok olmuştur; yeniden onurlu bir insan olması, pişmanlık duyup eski hayatına dönmesi hemen hemen imkânsızdır artık…”

Dostoyevski / Ölüler Evinden Anılar

Edebiyat dünyasının emsalsiz ismi Rus yazar Dostoyevski, yukarıdaki satırları da içeren romanını Sibirya’da kaldığı sürgün yıllarını anlatmak için 1861 – 1862 yıllarında yazdı. O, adeta ruhuna tuttuğu ayna ile en derinlerdeki duygu ve düşünceleri dâhil, insanın olabilecek en mükemmel ve eksiksiz tasvirini yapar. Burada tanımladığı insan da şüphesiz belli bir kişi değildir. Bir sistemi, bir otoriteyi meydana getirme potansiyeline de sahip genel bir eğilimdir. Bir nevi binyıllardır yaşamaya devam eden insanın zalim yönünün kısa özetidir. Sürgün yıllarında yaşadığı acıları düşündüğümüzde yazarken ilham aldığı şeyleri anlamak da güç değildir. Sayısız yerde ve Kafkasya’da insanları acımasızca katleden ve vatanından sürgün eden kim ve neyse, Dostoyevski’yi sürgün eden de odur. Dostoyevski bunun farkında olduğu gibi, onun, yaptıklarından dolayı pişmanlık duyması ve değişmesi de imkânsızdır der. Asıl trajedi de budur, zira onun bu hoyratlığı sonsuza kadar devam edecektir. Öyle bir hoyratlık ki öldürürken bunu meşk edercesine, kendinden geçerek yapar. Bununla kıvanç duyar, kalabalıkların önünde, başı dik olarak, büyük bir gururla endam eder ve alkışlanır...

Bir gözü Kırım’da diğeri Şam’da

Gerçekten Dostoyevski’den günümüze değişen bir şey de yoktur. Öldürdükleri insan sayısı, sahip oldukları hiçbir şey onları durdurmaya yetmemiştir. Oysaki hesap edemedikleri kadar sınırlara ait topraklar onlarındır. Tüm iklimler, sıcaklar ve soğuklar, uzaklar ve yakınlar onlarındır. Yerin altındakiler ve üstündekiler onlarındır. Güneşin batmadığı uzak yerler, gemilerin geçemediği denizler onlarındır. Ama yine de yetinmezler. Hala bir gözü Kırım’da diğer gözü Şam’dadır. Bosna Hersek’te, Afganistan’da, Irak’ta, Afrika’da, Çeçenistan’dadır. Bu açgözlülük, bu tamahkârlık, bu bitmek bilmeyen kana susamışlık onların lanetidir. Susadıkça içerler, içtikçe susarlar.

Dünün Kafkasya’sı bu günün Şam’ı olmuştur, Kırım’ı olmuştur, Afganistan’ı ve Srebrenitsa’sı olmuştur. Yarın neresi olacağını ise ancak Tanrı bilir. Çağlar değişir, şartlar değişir, mazlum değişir, ancak zulüm değişmez…

Peki, her şeyin farkında olan Dostoyevski, her şeyden umudu kesip hiçbir şey yapmadan öylece kıyametin kopmasını mı beklemiştir? Veya zulmedenlerin karşı konulmaz kudretine teslim olup onların artı hanesine yazılacak bir şey mi yapmıştır? Elbette hayır. Bir gün, esaret ve sürgün döneminde uzak kaldığı edebiyat dünyasına, yani hayata geri dönebilmek için kardeşine yazdığı bir mektupla ondan Hegel ve Kant’ın kitaplarını talep eder. Kitapları okuyan Dostoyevski büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşır. Zira Hegel, Tarih Felsefesi kitaplarında O’nun yaşadığı yer olan Sibirya’nın bir tarihinin olmadığını söylemektedir. Sibirya tarihte yeri olmayan, yani aslında hiç olmayan bir yerdir. Bir insanı sürgüne göndermenin aslında yokluğa göndermek olduğu gerçeği karşısında durmaktadır Dostoyevski’nin.

Buna mukabil Dostoyevski ne yapmıştır? Kendi hikâyesini yazarak yaşadığı yeri ve kendisini tarihe mal etmiştir. Kendisini var etmekle kalmamış, ona zulmedenlerin bile itiraz edemeyeceği şekilde zihinlerine kazımıştır. Bugün hala iktidar ve güç zalimin olsa da okuduğumuz hatıralar Dostoyevski’nindir. Oturup dertleştiğimiz, empati kurduğumuz, hayat bulduğumuz veya beraber ağladığımız kişi Dostoyevski’dir. Kâğıdın beyaz tarafında ismi bu günlere gelen odur. Kısacası insanın izzet ve şerefi onun gibiler sayesinde yaşamaya devam eder.

Tek duygu acı

21 Mayıs tarihi Çerkesler için bir soykırım ve sürgünü temsil eder. Çerkesler’in Çarlık Rusya’sı ile yürüttükleri yüz yıllar süren mücadeleleri vatanlarından sürgün edilmeleri sonlanmıştır. Mayıs ayı dünyanın her yerinde sürgünde olan Çerkesler için acı hatıraların canlandığı bir aydır. O hatıralardan dolayıdır ki Çerkesler arasında en kolay, en hızlı ve nerdeyse aktarılan tek duygu ‘acı’ olmuştur. Şöyle bir bakıldığında onların geçmiş 300 yıllık kolektif hafızlarında acıdan başka bir şey yoktur. Şu kadar zamandır onları bir araya getiren tek şey budur. Milli bir bayramları, gülüp eğlenerek kutladıkları bir yıldönümleri filan yoktur. Düğünlerinde bile önce hüzün çalar. İstisnasız her Çerkes’in zihnindeki tek tarih soykırım ve sürgünün sembol tarihi olan 21 Mayıs 1864’tür. Bu tarihte Çerkesya’nın anahtarı Çar’a teslim edilmiş, ‘büyük zafer’ ilan edilmiştir. Bundan dolayı Çerkesler baharın en güzel ayında matemi yaşarlar. Katledilen 1,5 milyon insanın yasını tutar, atalarının toplu mezarlığına dönen Karadeniz’e çiçek bırakırlar. O tarihten beri mızıkalarından çıkan tek nağme ağıttır. Sessizce, gözyaşlarını içlerine akıtarak ağlarlar. Esasında ağlayabilmek Tanrı’nın en büyük lütfudur onlara. Zira başkalarının kanını döken tarafta değil, kendi gözyaşlarını döken tarafta olmuşlardır. Zalimin değil, mazlumun; kan ve kudretin mest ettiği, altından yapılmış taht sahiplerinin değil, hissesine büyük acılar düşen onurlu insanın tarafıdır orası.”İnsanın ruhunu yücelten bir acı, ucuz bir mutluluktan evladır” diyen Dostoyevski de o tarafı tercih etmiştir.

‘Allah’a anlatacağım’

Çerkesler soyları kırılan ve sürgün edilen ilk ve tek halk değildir. Dünyadaki tüm kudret sahiplerinin sürgün ettiği nice halklar, nice Dostoyevski’ler vardır. Hepsinin onları yokluğa gönderdiği bir Sibirya’sı vardır. Ancak ölümün mukadder olduğu şu gök kubbeden geçip giderken hoş bir sada bırakanlar, ne başlarındaki gümüş işlemeli taçlarıyla Çar’lar ne de onların çelik yeleli atlarıdır. Bugünden yarınların vicdanında yer edinecek olan da uçan atların gökten yağdırdıkları milyon dolarlık bombaların sahipleri değil, 7 - 8 yaşındaki çocukların kömürle duvarlara yazdıkları “Her şeyi Allah’a anlatacağım” cümleleri olacaktır.

Bu gün Çerkesler dünyanın dört bir yanına dağılmış bir şekilde hayatlarına devam ettiren bir diaspora halkıdır. 150 yıl sonra hala akrabalarını arayan, geçmişinin izini sürerek kendini hatırlayama ve hatırlatmaya çalışan bir halk. 150 yıl öncesinde donup kalmış, dolayısıyla 150 yıldır dünyadan kopuk yaşamış, dünyanın gidişatını idrak edememiş bu halkın geleceğe sağlıklı bir şekilde bakabilmesi de mümkün olamamaktadır. Onlar için 21 Mayıs’lar hala devam etmektedir. Hayata 150 yıl önce kaldıkları yerden tekrar başlayabilmek umuduyla zaman zaman birtakım yardım talepleri olsa da bunun anlamsızlığının farkındadırlar. Zira Dostoyevski’yi bile sürgün edenlerden ne talep edilebilir? Kudretini zulüm için kullanan, iyileşmesi imkânsız hastalardan ne beklenebilir? Bilakis onların daha çok yardıma ihtiyacı vardır.

Suçlunun suçlu olduğunu söyle

Çerkes halkının tüm çabası hatırlamak ve hatırlatmak üzerinedir. 150 yıl önce yitip giden canların hatıralarına, bitmeyecek vefa borcu düşüncesinin harekete geçirdiği, muayyen bir zamanında tarihin akışına bir not düşme girişimidir. Tıpkı Dostoyevski gibi yokluğa mahkûm edilmeye karşı bir dirençtir. En azından, hiçbir şey olmamış gibi davranmadan, suçlunun suçlu olduğunu söyleyebilmektir. Nitekim yine yakın zamanda yok edebileceklerini düşünerek katlettikleri bir Çerkes olan Prof. Aslan Tsipine şöyle der: “Üç yüz yıl savaşmış iki halktan birisi hiç haksızlık ve zulüm yapmamış gibi davranırsa, diğeri de hiç haksızlığa ve zulme uğramamış gibi davranırsa bu, ancak iki halk için de aşağılayıcı bir durum yaratır, başkaca bir işe yaramaz.”

Bu geçmiş zaman halkının yine de her şeye rağmen umudu vardır…

[email protected]