İki tarz-ı siyasetin kıskacında MHP

SALİH DEMİR/Siyaset Bilimci
10.11.2012

Yeni kurulan dünyada Baas’a da, meşruiyetini Baas’tan alan Likudnik İsrail’e de yer yok; tıpkı PKK’ya da kendisini teröre göre tanımlayacak bir MHP’ye de yer olmadığı gibi..


İki tarz-ı siyasetin kıskacında MHP

Türk siyasi hayatının son kırk yılının mihenk taşlarından Milliyetçi Hareket Partisi, tarihinin en önemli kongrelerinden birisini geçen hafta sonu icra etti. Türkiye’nin ve dünyanın geçirmekte olduğu dönüşüm sürecinde en sancılı konuların en önemli muhataplarından birisi olan “Milliyetçi Hareket”, önümüzdeki dönemde nasıl bir konumda olacağı ile ilgili ipuçlarını Kongre’de yaşanan “yarış”ta kısmen vermiş oldu. Türkiye’nin en köklü siyasi tabanına sahip partilerinden birisi olan MHP’nin dinamiklerini sadece Kongre’deki “delege iradesi”yle açıklamak MHP’yi ve MHP’nin tarihi süreç içerisindeki yerini anlamamaktır. MHP 1980’den önce 1908’de vardır; tıpkı “üç tarz-ı siyaset”in “İslamcı AK Parti”si ve “Garpçı CHP”si gibi o da Osmanlı’nın”üç kurtuluş reçetesi”nden üçüncüsü olan “milliyetçiliği” temsil ettiği için.1908’den 1980’e geldiğimiz süreçte “devlet”in bu üç sacayağıyla hayatta kalmaya çalıştığını, ama İslâmcılıktan çekindiği Garp’tan da korktuğu için en çok da “milliyetçiliğe” tutunduğunu düşünürsek, MHP’nin “devlet elden gidiyor” korkusunu da ekleyerek kendisini”Devlet”le ve “Devlete göre” anlamlandırmasını anlayabiliriz.

Bu tercih MHP’yi,”Devlet”in reflekslerine, korkularına ve nihayetinde kurgularına eklemlemiş ve adeta “kader birlikteliği”ne mecbur hissettirmiştir. MHP’nin “trajedi”leri de bu tercihle birlikte başlamıştır: “Devlete bağlılığın” yerini “müesses nizama itaat” almış, “yaşasın devlet yıkılsın düzen” sloganının içi bir türlü doldurulamamıştır.

Trajediden komediye: 1980-99

MHP’nin “feleğin çemberi”nden geçtiği ve”Devlet”e karşı yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı 12 Eylül olmuştu. İhtilal haberinin duyulmasıyla “acaba bizimkiler mi yaptılar” diye düşünürken, “öpmeye kalkışılan el”in acımasızlığını iliklerine kadar hissetmişti. Öyle ki dönemin Ülkü Ocakları Başkanlarından bir isim cezaevinden çıktıktan sonra “zamanla anladık ki, ne bu devlet ülkücüleri ne de ülkücüler bu devleti seviyor” demişti. Cezaevlerinde yaşanan bu sorgulamalar MHP’nin 1992’de yaşadığı “ayrışma”nın da ilk tohumlarıydı. 12 Eylül sonrasındaki Özallı yıllar, “Ülkücü Hareket”in siyasi kadrosunun 90’lı yılların başına kadar büyük ölçüde hapiste olması ve son olarak 1992’de “Tanrı Dağı’ndan Hira Dağına yapılan hicret”le birlikte yaşanan kırılmalarla MHP, sadece siyaseten değil “ilmen ve fennen”de bir “bunalım”a girmişti. MHP bu “fetret dönemi”nin son deminde, Alparslan Türkeş’in vefatıyla oluşan “vefa duyguları” ve Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla kabaran “milliyetçi dalga”da yelkenlerine rüzgar bulabilmişti. Bu “şanslı” dönemin mirasçısı da “sessiz güç” Devlet Bahçeli olacaktı. MHP’nin de iktidar ortağı olduğu 57. Hükümet’in neyi başardığı ya da başaramadığı her zaman tartışılabilir; ancak MHP’nin tabanının büyük kısmı için bu dönemin “kendi idealleri” için çok da gurur duyulacak anılarla dolu olduğu söylenemez.

Kıyıda ulusalcı, bozkırda ülkücü

2002 seçimleriyle birlikte MHP için yepyeni bir dönem de başlamış oldu: Refah Partisi’nin tasfiyesiyle doğan boşlukta özellikle Orta Anadolu’daki “milliyetçi-muhafazakâr” oyların ilk adresi olan MHP, gerek hükümet olduğu dönemdeki yıpranmaları ve gerekse AK Parti’nin kısa sürede gösterdiği performansla adeta “yıkım süreci”ne girdi. Milliyetçi-muhafazakâr oylarını AK Parti’ye kaptıran MHP, kıyı bölgelerindeki ulusalcılığa yakın milliyetçi damarın CHP’den sonraki adresi olmakla, yeniden Bozkır’a dönmek arasındaki o hassas noktada kalmaya başladı.

BBP’nin yaklaşık 10 yıl boyunca denediği ve bekleme salonunda kalmakla sonuçlanan, Refah Partisi’nin sahibi olduğu İslamcılıkla MHP’nin sahibi olduğu milliyetçiliği “birleştirme” siyasetinin benzerini MHP bugün AK Parti-CHP arasında kalarak yaşıyor. MHP, neredeyse yüzyıldır kaderimiz olan bu “üç tarz-ı siyaset”i yüz yıl sonraki Türkiye için tasarlayacaksa, öncelikle küresel sistemin on yıl sonrasında nereye gittiğini doğru okumakla işe başlamalı.

Küresel finans-kapital ile nasyonel kapitalist bloklar arasındaki derin çatışmanın ulus devletleri nasıl dönüştürdüğünü, merkezi Avrupa devletlerinin “Avrupa Birliği”nden yeniden ulus devlete dönerken hangi yapılarını muhafaza ettiklerini, Rusya’yı 90’lı yılların ortasında parçalanmaya götüren federasyonun gücün merkezde toplanmasıyla nasıl Rusya’yı güçlendirdiğini ve eğer kendini yenilemezse bu haliyle “Rus Baharı”yla yüzleşebileceğini soğuk kanlılıkla irdeleyecek bir MHP yüzyıllık projeksiyon çizebilir ve Osmanlı bakiyesi üzerinden Arif Nihat Asya’nın çizdiği “vatan” topraklarına adımını atabilir. MHP’nin son kongresinde “kazanan” ve “kaybeden” taraflar için asıl sorun, dünyadaki ve Türkiye’deki dönüşümü doğru anlamalarıyla ve bunun MHP için ne anlama geldiğini anlamlandırmalarıyla ilgilidir.

Yeni Türkiye’de MHP’nin yeri

Soğuk Savaş’a ait ne varsa hepsinin tasfiye edildiği bir “yeni”likte, eskinin diliyle konuşmanın “tonajı” üzerinde yapılan tartışmalar ve konumlanmalar, ancak ve ancak MHP’nin 8-11 bandındaki oy oranındaki gidişgelişlerle sonuçlanabilir. Türkiye’nin kanayan yarası için “93 Model” çözüm önerileriyle gelecek bir MHP, 12 Eylül’ün bir taraftan DPT’yle “Türk-İslam Sentezi”ni “projelendirirken” diğer yandan PKK’yı nasıl mühendislik harikası olarak ürettiğini anlayamaz. Soğuk Savaş psikolojisinden kurtulup eskinin eskide kaldığı kabul edilmeli, güçlü bir devlet için “millet milliyetçiliği ülküsü” şiar edinmelidir. Ahmed Midhat “Namık Kemal’e cevap” başlıklı yazısında Avrupa’daki güç dengeleri arasında aranan “istikbal”in bizi nasıl bir çıkmaza götüreceğini anlattıktan sonra, “Maksâdım Avrupa devletler muvâzenesini muhafaza etmek değildir; Osmanlılık şânını muhafaza etmektir...” der ve ekler: “Ya böyle olsun, ya hiç olmasın !...” Yeni kurulan dünyada Baas’a da, meşruiyetini Baas’tan alan Likudnik İsrail’e de yer yok; tıpkı PKK’ya da kendisini teröre göre tanımlayacak bir MHP’ye de yer olmadığı gibi..