İklim değişikliği ve suyun yarını

Dr. Hülya Bulut/ Yazar
5.01.2024

Yapılan bir araştırmaya göre 2050 yılına kadar dünyada nüfus 10 milyar civarında olacak, tüm temiz su kaynaklarının yüzde 70'i tarımda kullanılacak, toplam su miktarının yaklaşık yüzde 33'lük kısmı toplam gıda talebini karşılamak için yeniden dağıtıma/ kaynak tahsisine maruz kalacak.


İklim değişikliği ve suyun yarını

Su hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Çok sayıda film çekildi, akademik çalışma, kitap, makale yayımlandı. Televizyon programları, belgeseller yapıldı....Yani suyun önemini bilmeyen kalmadığı gibi, su da her zaman hayati değerini korudu. Zaten, nasıl korumasın ki: Dünyanın yaklaşık yüzde 71'i suyla kaplı ve su dünyanın en önemli doğal unsurlarından biri.

İçmede, tarımda, enerjide, turizmde, ulaşımda ve daha pek çok alanda kullanılan 'su', küresel ticaretin yüzde 99'una denk gelen bir kaynak aynı zamanda. Öte yandan 'su', hızlanan iklim değişikliğine ve nüfus artışına bağlı olarak maalesef sel ve tsunami gibi katastrofik durumlara da sıklıkla yol açabiliyor.

Dolayısıyla, bizi bekleyen ve henüz en kötü risk senaryoları ile karşılaşmadığımız yeni bir su dünyasının varlığını söylemek mümkün. Ancak benimsediğimiz, bu tarz korku odaklı bir yaklaşım değil! Nedenini açıklamaya çalışayım...

İklim değişikliği

Mesela, yabancı menşeili Planet araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmanın sonuçları şöyle: 2050 yılına kadar dünyada (1) nüfus 10 milyar civarında olacak, (2) tüm temiz su kaynaklarının yüzde 70'i tarımda kullanılacak, (3) toplam su miktarının yaklaşık yüzde 33'lük kısmı toplam gıda talebini karşılamak için yeniden dağıtıma/ kaynak tahsisine maruz kalacak.

Yine aynı araştırma şirketi, sıradışı durumlar bağlamında Nisan 2021'de Kaliforniya valisi Gavin Newsom'un, kötüleşen kuraklık koşulları nedeniyle Rusya Nehri'nde ve Klamath Havzası'nda olağanüstü hal ilan ettiğini, hatta Kaliforniya'daki 1500 adet su rezervinin beklenen seviyede olmaması ve yaşanan düşüşün devam etmesi halinde enerji santrallerinin kapatılması ve çiftçilere/hanelere su verilememesi gibi yüksek olasılıklı risklerden ciddi endişe duyulduğunu belirtiyor.

İklim değişikliğinin belli başlı bazı olumsuz sonuçları şöyle sıralanabilir: (1) Kuraklık ve sellerin daha sık hale gelerek insanların yaşam alanlarını tehlikeye atması, (2) Isınan suların su ekosistemlerinin dengesini bozması ve daha önce balıkçılık ve turizm için elverişli olan su kaynaklarının bu ekonomik niteliklerini yitirmesine sebep olması, (3) Temiz ve içilebilir su kaynaklarına olan talebin artarak yeraltı sularını ve diğer su rezervlerini zorlayarak doğal ve sosyo-ekonomik sistemleri tehdit etmesi.

Dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadelede oluşturulan ulusal ve uluslararası politikalar son derece detaylı ekonometrik modellemelere dayanmasına rağmen, söz konusu istenmeyen sonuçlar iklim değişikliğinin 'öngörülmezlik' etkisi ile birleşince tüm bu ekonometrik çalışmaların varsayımları ve parametreleri üzerinde büyük baskılar oluşturabiliyor.

Dünya Ticaret Örgütü ne dedi?

World Trade Organization-Dünya Ticaret Örgütü- (DTÖ) 2021 yılında 'reshoring' kavramından bahsettiğinde ise dünya Covid-19 salgını ile mücadele ediyordu. DTÖ, küresel salgın sürecinde kırılan tedarik zincirlerinin etkisiyle 'reshoring' vurgusu yaparak aslında tüm üye ülkelerde karbon ayak izlerini minimize etmeyi hedefliyor, bunun için de onlara kendi kendilerine yetmeleri veya kendilerine en yakın mesafedeki ülkelerle ticaret yapmaları yönünde tavsiyelerde bulunuyordu.

Mikro ve makroekonomik aktörler açısından olaya bakıldığında, özellikle kaynaklara erişim ve tedarik süreçlerinde uygun bir yabancı paydaşa karar verilmesinin, içinde bulunduğumuz belirsizlik çağında artık hiç de öyle kolay olmadığı anlaşıldı. Üretim süreçlerini koordine etmek ve güvene dayalı ilişki kurmak maliyetli olduğundan, küresel kaynak bulma stratejilerini rasyonalize etme ihtiyacı zaruri hale geldi. Dahası, tedarik zincirlerinde oluşan kesintiler kârlılıklarını doğrudan etkilediği için şirketlerin bu tarz aksaklıklardan kaçınmak yönünde daha çok aksiyon aldığı ve daha çok operasyona katlandığı tespit edildi.

Bu noktada, özellikle global şirketler arasında çok popüler olan uluslararası yönetim danışmanlık firması McKinsey&Company'nin yaptığı bir araştırmanın sonucu oldukça dikkat çekiciydi: Tedarik zinciri kesintileri, firmalara ortalama olarak her on yılda bir yıllık kârın yüzde 40'ından fazlasını kaybettiriyor! Bu oldukça ürkütücü bir oran. Bu seviyedeki bir kâr kaybının herhangi bir ülkedeki vergi gelirlerini ve istihdam oranlarını negatif yönde nasıl etkileyebileceğini düşünmek hiç de iç açıcı olmasa gerek.

Yerli ve milli ekosistem

Dolayısıyla, DTÖ'nün pandeminin yaşandığı dönemde yaptığı bu açıklamalarının çok öncesinde Türkiye, oyun kurucu rolüyle küresel bir aktör olarak kendi kaynakları ile yetinebilmek adına 'yerli ve milli' anlayışı benimsemişti. Böylelikle Türkiye, kamu kesimi başta olmak üzere öncelikle tüm kaynaklarını verimli bir şekilde kullanmaya odaklı temel politikalarını belirlerken, aslında tam bağımsızlığına olduğu kadar yüksek kârlı şirketleri yoluyla vergi gelirlerinde, yurt içi tasarruflarında, cari işlemlerinde çok daha olumlu sonuçlara ulaşmayı da hedeflemişti.

Türkiye savunma, ticaret, tarım, lojistik, finans... gibi farklı alanlarda ulusal sistemin tamamını yerli ve milli kaynaklarla desteklemeye yönelik stratejilerini 'sıfır atık ve yeşil kalkınma prensipleri' ile desteklerken, 'sürdürülebilirlik' odaklı bir ekonomik yaklaşımla kalkınma plan ve programlarını da hayata geçirmişti.

Benzer şekilde, 'yerli ve milli teknolojilerin' kendi kendilerini fonlamaları da bir tür oto finansman modeliyle büyümeleri anlamına geleceği için, bu durum bir boyutuyla da hiç kuşkusuz ki, 'iklim değişikliği ile sürdürülebilir mücadele' kavramında karşılığını bulmuş oldu.

Bizde haberler iyi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Dubai'de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28'inci Taraflar Konferansı (COP28) kapsamında düzenlenen Dünya İklim Eylemi Zirvesi'nde gerçekleştirdiği konuşmasında şu konu başlıklarına değinmişti:

"Sera gazı emisyonunda tarihî sorumluluğumuz yüzde 1'in altında olmasına rağmen, kendi imkânlarımızı kullanarak çok önemli adımlar atıyoruz. 2053 yılı itibarıyla net sıfır emisyon hedefini gerçekleştirmeyi öngörüyoruz. 2030 senesine kadar emisyon azaltımı hedefimizi iki katına çıkardık. Bu kapsamda, yıl sonu itibarıyla 66,6 milyon ton karbondioksit emisyon azaltımı bekliyoruz. Toplam kurulu güç içerisinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını yüzde 55'e yükselttik. Bu oranla Avrupa'da 5'inci, dünyada ise 12'nci sırada yer alıyoruz. Jeotermal kurulu gücünde Avrupa'da 1'inci, dünyada 4'üncüyüz. Hidroelektrik santrali kurulu gücünde ise Avrupa'da 2'nci, dünyada 9'uncu sıradayız. Hidrojen Teknolojileri Stratejimizi uygulamaya aldık. Ayrıca net sıfır emisyon hedefi bağlamında çelik, alüminyum, çimento ve gübre sektörleri karbonsuzlaşma yol haritalarımızı tamamladık. 2053'te yenilenebilir enerjinin payını yüzde 69'a çıkarmayı planlıyoruz. Eşimin himayesinde başlatılan 'Sıfır Atık' projesiyle atıkların geri kazanım oranını 2035 yılında yüzde 60'a taşıyacağız." Tüm bu çalışmaların maliyetinin yüksekliğinin herkesin malumu olduğunu ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, "İklim finansmanı kaynaklarına ve teknoloji transferi imkânlarına daha adil şekilde erişebilmemiz, bu bakımdan büyük önem arz ediyor."

Teknoloji tabanlı girişimcilik

Dünyada, karbonsuzluk ve yeşil dönüşüm kapsamında büyük dönüşümlerin yaşanması, tüm ekosistemlerde özellikle de iklim teknolojilerinde rekabetin artmasına neden oldu. Bu sebeple, hiç kuşkusuz ki su ve ekolojik dengenin sağlanması için de, inovasyon ve yeni teknolojiler büyük öneme sahip.

Türkiye'nin teknoloji tabanlı girişimcilik ekosisteminde özellikle son on yılda gözle görülür bir büyüme hatta sıçrama yaşaması ve 2023'te iklim teknolojilerinde büyük yatırımlar yapılması umutlarımızı güçlendirdi. Türkiye'nin ciddi yenilenebilir enerji potansiyeli, temiz hidrojen üretimi, suya erişimdeki yüksek potansiyel, lojistik ağlarına erişimdeki gelişmişlik seviyesi gibi güçlü yönleri ekosistemde faaliyet gösteren yaklaşık 20 bin nitelikli start-up için büyük avantajlar sunmakta.

Türkiye'nin metaverse, blok zincir, nesnelerin interneti, bulut bilişim, robotik vb. farklı teknoloji dikeylerinde olduğu gibi, yapay zeka tabanlı sulama teknolojileri gibi çevre ve sürdürülebilirlik alanlarında da (Clean Tech) ürün veya hizmet geliştiren şirketleri var. Son derece hızlı ve çevik (agile) yapıya sahip olan tüm bu şirketler hepimizin gururu.

Pozitif motivasyon

Diğer yandan hiç kuşkusuz ki, ekosistemin daha da büyümesi ve yatırımcıların çeşitlenmesi gerekiyor. Bu nedenle TÜBİTAK ve KOSGEB benzeri fon sağlayıcı kuruluşların bu alanlara daha fazla öncelik vermesini de sağlamak adına, 2024'te yeşil dönüşüm destek programı kapsamında KOBİ ve sanayicilere 450 milyon USD tutarında devlet desteği sağlanacağı açıklandı.

Sonuç olarak, başta su olmak üzere doğayı ve çevreyi ilgilendiren meselelerde sivil topluma ve özel sektöre de önemli sorumluluklar düşüyor. Pandemide tecrübe ettiğimiz 'bilimsel veri yaymak yerine topluma korku yaymak' dünyanın hiçbir yerinde iyi sonuç vermemişti. Aynı hatayı 'su, iklim ve çevre' konusunda da yapmayalım. Korku ve negatif motivasyon yerine, iş birliği ve pozitif motivasyonu hayata geçirelim.