İktidarı devirme deneyimleri

Prof. Dr. Ali Murat Yel/Marmara Ünv. İletişim Fak.
29.03.2014

Eğer bir ülkede halkın çoğunluğu belirli bir siyasi partiden memnunsa o partinin icraatlarından rahatsız olan muhalifler ancak demokratik çerçevede değişim taleplerini dile getirebilirler. Siyaset dışı yöntemlerin olası başarıları da uzun sürmeyecektir.


İktidarı devirme deneyimleri

Adını Venedik’ten alan ve Latin Amerika’nın İsviçresi diye de anılan Venezüella, diktatörlerin kol gezdiği bölgenin en demokratik ülkesi olarak bilinirdi. 2001 yılında Venezüella’da meydana gelen karşı darbenin hemen sonrasında Angel Rabasa, LA Times’taki (24 Nisan 2002) köşesinde “Birleşik Devletler’in dikkati Ortadoğu ve Afganistan’a odaklanmışken bu arada bizim Latin Amerika ile uzun vadeli ve hayati önemi haiz bağlarımızın olduğu ve menfaatlerimiz açısından bu ülkelerde dengeli ve demokratik hükümetlerin olması gerektiği hep unutulmakta” diye yazmıştı. Amerika Birleşik Devletleri’nin başka ülkelerdeki demokrasilerle neden çok yakından ilgilendiği hep benim dikkatimi çekmiştir. Bazı ülkelerde sivil toplum sektörlerini desteklerken diğer bazılarında ise diktatörleri görmezden gelmesinin altında yatan temel sebebin hep Rabasa’nın işaret ettiği ABD stratejik ve ekonomik ulusal çıkarlarının olduğu fikri ister istemez insanın aklına geliyor. Şahsen, ABD’nin menfaatleri olan ülkelerdeki rejim değişikliklerinin kendiliğinden olduğunu sanmıyorum. Venezüella’nın da ABD’nin petrol ihtiyacını karşılayan Suudi Arabistan ve Kanada’dan sonra üçüncü ülke olması sebebiyle ülkede meydana gelen askeri veya sivil darbeler ya da işçi ve diğer kesimlerin sokaklara dökülmesinde en azından küçük de olsa ABD’nin parmağı olduğu fikrini yabana atmamamız gerektiğini savunuyorum.

Bölgenin “demokratik” tek ülkesi ve dünyadaki en önemli petrol üreticilerinden birisi olması “Saudi Venezuela” olarak da adlandırılan Venezüella’daki gelişmeleri ve başkanın şaibeli sayılabilecek bir hastalıktan ölümü tüm dünyada bu ülkeyi manşetlere taşımaya yetti. 

Bolivarizmin etkileri

Hugo Chávez’in art arda üç defa çok büyük bir çoğunlukla seçilmesinden ve “Bolívarizm” diye adlandırdığı reform hareketinden sonra ülkede fakirlik nispeten azalmıştı. Fakat sadece kullanılmayan kamu arazilerinin köylülere dağıtılmasından ibaret bir toprak reformu, yerlilerle kadınlara daha fazla hak verilmesi, eğitim ve sağlık alanlarında iyileştirmeler ve petrol gelirlerinin istismarını önleyecek bir kaç kanunu çıkarması Chávez’in düşmanlarını arttırdı. Artık siyaset sahnesinde yer almayan eski partiler, Katolik Kilisesi, işçi sendikalarının yöneticileri ile medya bir anda yeni iktidarın karşısında yerlerini aldılar. Bütün bu iç düşmanlara bir de ABD yönetimi eklendi. Meclis’ten petrol gelirlerinden devletin aldığı payın yüzde 16’dan yüzde 30’a çıkarılmasını sağlayan kanunun geçmesi ABD’yi pek o kadar kızdırmamıştı ama Venezüella’nın Chávez ile başlayan OPEC içerisindeki etkin rolünün artması Birleşik Devletleri fazlasıyla endişelendirmişti zira Venezüella dünyanın dördüncü büyük petrol ihracatçısı ve daha da önemlisi, ABD’nin petrol satın aldığı ikinci büyük ülkeydi. Hele hele Chávez’in, 2000 yılında 7, 10 ve 13 Ağustos’ta Colin Powell’in sözleriyle, “en tuhaf ülkeleri ziyaret etmesi” yani Irak, İran ve Libya liderleri ile görüşmesi ve ABD’yi “Orta Asya’da teröre karşı terör kullandığı” için eleştirmesi sebebiyle hep uyarılmıştı. Aynı yılın 26 Ekim’inde Başkan Hugo Chávez, Küba lideri Fidel Castro ile de başkent Caracas’ta beysbol oynadıktan sonra spor antrenörleri ve veterinerler gibi küçük hizmetler karşılığında ücretsiz petrol antlaşması yapmıştı. ABD’nin şikâyet ettiği bir diğer husus da Chávez’in “Plan Colombia”ya karşı çıkmasıydı. Kolombiya’daki “terör” rejimini yıkmak isteyen ABD, ülkedeki Marksist FARC (Forzas Armadas Revolucianarios de Colombia - Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) gerillalarının uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını iddia ediyor ve Venezüella hava sahasından savaş uçaklarının geçişine izin vermeyen Chávez’e giderek soğuk bir tavır takınmıştı. Bütün bu sebeplerden dolayı ülkede o günlerde yapay bir kriz yaratılmış ve ilan edilen grevler ve ekonomik durgunluk sayesinde bir kargaşa meydana getirilerek Chávez de diktatör olarak tanıtılmaya başlanmıştı. Ordu da sürekli olarak darbe yapmaya teşvik edilmekteydi. Fakat eski bir asker olması sayesinde Chávez hala ordunun desteğini almaya devam edebilmişti. Buna bir de “Bolívariancircles” olarak adlandırdığı ve görevleri “vatandaşları sağlık, eğitim, kültür, spor, kamu hizmetleri, konut ve çevre projeleri hakkında bilinçlendirerek mümkün olduğunca fazla katılımı sağlamak” olan 8.000 kadar mahalle cemiyetleri sayesinde toplumsal desteğini hep korumuştu.

Venezüella’nın belki de en önemli şansızlığı ekonomisini farklı üretimlerle çeşitlendirmek yerine ülkede çıkan petrole aşırı derecede bağımlı kalmasıdır. Dünyada artan ya da azalan petrol fiyatlarına bağımlı olan ekonomi özellikle fiyatların düşmesiyle iç dengeleri korumakta başarısız olmuştur. Böyle durumlarda siyasi menfaatlerin tatmini imkânsız hale gelmiş ve rejim krizleri kaçınılmaz olmuştur. İki partili ve nispi temsil seçim sistemi ile petrol gelirine dayanan patronaj ağı ile seçmenlerini memnun etme siyaseti ancak kırk yıl dayanabilmişti.

6 Aralık 1998’de yapılan başkanlık seçimlerde 40 yıldan beri ilk defa iki geleneksel partinin dışında bir aday olan Hugo Chávez Frías yeni partisi MVR (Movimiento Quinta República - Beşinci Cumhuriyet Hareketi) ile kullanılan oyların yaklaşık yüzde 57’sini alarak Venezüella’nın yeni başkanı seçilmişti.

Aykırılıkların lideri

Yaptığı her harekette geleneğe aykırı davranan Chávez başkanlık yeminini de “Tanrı huzurunda, vatan huzurunda ve milletim huzurunda -ve bu can çekişmekte olan anayasa üzerine- demokratik değişimi sağlayacağıma ve yeniçağa uygun bir anayasayı hazırlayacağıma ant içerim” şeklinde yapmıştı. Ordudan aldığı emekli maaşının kendisine yeteceği ve başkanlık sarayında hiç bir şey için para harcamayacağını belirterek başkanlık maaşı ile üç öğrenciye burs verilmesini istemek, korumalarının sayısını azaltmak, kurşun geçirmez yeni bir aracın alınmasını iptal etmek ve sarayı bir okula çevirme fikri gibi popülist bir siyasete girişen Chávez ülkenin yüzde 80’inin fakirlik sınırında yaşadığı Venezüella’da halkın yüzde 90’ının desteğini sağlamıştı. Her ne kadar değişim ve refah sözleri verdiyse de Chávez’in politikaları hep geçmiş ile karşılaştırılmış ve önceki dönem ile aralarında pek fark olmadığı hatta öncekilerden bile daha yozlaşmış bir hükümet olduğu yönünde çıkarımlar da yapılmıştır.

Chávez ekonomiden daha çok siyasetle ilgilenmiş ve yeni anayasa ile kendisine daha fazla yetki sağlamıştı. Bolívarcı Venezüella Cumhuriyeti (República Bolívariana de Venezuela) olarak değiştirdiği ülkenin ismi ile de bir nevi “Üçüncü Dünyacılık” fikri üzerine dış politikasını belirlemişti. Zira bir zamanlar Bolívarunidosseremosinvencibles (birleştiğimizde yenilmez oluruz) diyerek tüm Latin Amerika’yı birleştirme hayalini kurmuştu.

Chávez’in 5 Mart 2013’te ölümünden sonra 15 Nisan 2013’te yapılan seçimlerde Chávez’in de “kendisine bir şey olursa” yerine seçilmesini vasiyet ettiği Nicolas Maduro’nun seçilmesiyle ülkede yeni bir süreç başlamış ama ekonomik kriz hükümet karşıtı gösterilerle mevcut yönetimi atlatılması zor bir duruma sürüklemiştir. Ancak, nüfusunun büyük bir kısmı yoksul olan bu ülkedeki gösterilere dışarıdan bakıldığında bile katılımcıların kıyafetleri ve duruşları ile “orta-üst sınıflara” mensup oldukları göze çarpmaktadır. Chávez döneminde daha önce sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetme endişesi taşıyan bu sınıflar Maduro’nun da seçilmesiyle eskiye olan özlemlerinin gerçekleşmeyeceğini anlayınca demokrasi-dışı yöntemlerle iktidarı devirme niyetlerini açıkça ortaya koymaktadırlar. Hâlbuki seçimler demokrasinin tek unsuru olmamasına rağmen, seçimle iktidara gelmiş olanların icraatlarına karşı sivil toplum kuruluşlarının demokratik taleplerini dile getirmenin ötesinde “vesayetçi” denilebilecek yöntemlerle iktidarı değiştirme yetkilerinin de olmaması gerekir. Eğer bir ülkede halkın çoğunluğu belirli bir siyasi partiden memnunsa o partinin icraatlarından rahatsız olan muhalifler ancak demokratik çerçevede değişim taleplerini dile getirebilirler. Kendileri daha iyi organize olabildikleri için halkın büyük çoğunluğunun tercih ettiği bir partiyi sokak gösterileri gibi yöntemlerle iktidardan indirmeye çalışan azınlıkların bu başarıları da uzun sürmeyecektir. Bir sonraki seçimlerde halk yine kendisine yakın bulduğu partileri iktidara taşıyacaktır. Demokrasi uzun ve yorucu bir süreçtir ve sağlıklı bir demokrasiye kavuşma ancak ülkede herkesin demokratik teamüllere saygı göstermeyi öğrenmesiyle mümkün olabilecektir. Fakat unutulmaması gereken hususlardan birisi de seçilmiş olan iktidarın kendisine muhalefet edenlerin demokratik taleplerini de göz ardı etmemesidir. Bu karşılıklı saygının öğrenilmesi demokrasiye geçiş sürecinin en önemli kilometre taşlarından birisidir.

Chávez iktidara barışçı bir devrim için geldiğini söylemişti ama bu sözü bile bir paradokstu; yani devrim ile barış kavramları ancak devrim gerçekleştikten sonra bir araya gelebilir. Buradaki asıl niyeti, 2021 yılında yani, Venezüella’nın İspanya’dan kurtuluşunu simgeleyen Carabobo savaşının 200. yıldönümünde bahsettiği devrimi gerçekleştirmekti. Ölümüyle birlikte bu niyeti gerçekleşmemiş de olsa attığı tohumların ülkeyi demokrasiye götürmesi hala mümkündür.

[email protected]