İktisat gerçeği ve başka bir medeniyet

Ali K. Metin / Şair-Yazar
29.08.2020

Karşımızda eğer “öteki” olarak nitelediğimiz kapitalist ve/veya emperyalist bir dünya varsa, iktisadi bağımsızlık meselesi çok daha ciddiye alınmayı gerektirir. Sahip olduğumuz idealizm ufku uluslararası ilişkilerde hak politikalarının etkin bir öznesi haline gelmekle kalmayıp kapitalizme dahası Batı medeniyetine alternatif bir cazibe alanı oluşturma yolunda bir cehtle beslendikçe, bilimsel, toplumsal, kültürel, sanatsal planda varoluşsal bir aşkınlığı şart hale getirir.


İktisat gerçeği ve başka bir medeniyet

İktisatla hayat ve medeniyet arasındaki ilişkinin mahiyeti üzerine ciddi bir analiz, bir bakış açısı geliştirmeden söylediğimiz her şeyin afaki ve havada kalacağını ileri sürmek belki fazla iddialı ama yersiz br iddia değil. “Başka bir dünya veya medeniyet mümkün mü?” sorusuna iktisadı merkeze almadan vereceğimiz bütün cevapların handiyse tamamen hükümsüz olduğunu bilerek zihinsel ve siyasal açıdan doğru bir yol kat etmemiz mümkün. İktisadın dünyamızdaki merkezi konumuna rağmen üretmeye çalıştığımız her değerin iğreti bir hal alması ise işten dahi değil. Kapitalizme yönelik dini ve kültürel içerikli birtakım eleştirilerin bu anlamda bir sinek vızıltısına dönüşmesini hiç yadırgamamak lazım. Kapitalizmin temelindeki büyük iktisadi gerçekliğin aynı zamanda bir insan ve insanlık gerçekliğine dayandığını fark etmemek, kanaatimce cehaletten değilse eğer entelektüel acziyetten başka bir sebeple izah edilemez.

İktisadın egemenliği

Bunu söylerken dünya veya insan gerçekliğini kapitalizm gerçekliğiyle özdeşleştirmek istediğimiz düşünülmemeli. Ancak bu ikisini birbirinden ayırmamız o kadar da kolay görünmüyor. Sosyalizmin yenilgisinde, iktisadi gerçekliğin siyasete galebe çalmasıyla ilgili beşeri bir arka planın var olduğunu görecek olduğumuzda demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Sosyalizmin kapitalizmin kardeşi olduğu gibi retoriklere gelince, bununla sadece sorunun üzerini örtüyor ve gerçekçilikten uzaklaşıyoruz. Burada asıl mesele, insan yahut dünya gerçekliğinin tarihsel bir hakikat olarak iktisadi gerçekliğin yörüngesinde şekillendiğini evvel emirde tespit etmemizdir. Kapitalizme alternatifin iktisadı aşkın bir insan veya hayat/cemaat tasavvuruyla realize edilmesi belki tümüyle imkansız olmayabilir. Ancak bunun toplum, devlet ve medeniyet düzeyinde bir somutlaşma imkanı kazanması hayali yani tamamen ütopik bir beklenti. İnsanlığın mevcut ontolojik dinamikleri çerçevesinde böyle bir dünyanın karşılığı yok. İktisat yani güvenlik ve refah arayışı, bugün insanoğlunun birinci kaygısı olmaya devam ediyor. İktisadın dünyasından bağımsızlaşma kabiliyetini kazanmış bir insanlık durumu vaki olana kadar beşeri hayat bu hükmünü sürdürecek ya da bu iş, insanlıkla birlikte yok olup giden bir hayalden ibaret kalacak.

Vahşi kapitalist yapı

Kapitalizmin mevcut iktisadi-beşeri gerçekliği istismar ederek özgülleşmesini artık normalleştirmiş bir çağın içindeyiz. Vahşi kapitalist yapı sosyal devlet politikalarıyla modifiye edildikten itibaren dünyanın yeniden tabii-insani şirazesine girdiği yanılsamasıyla yaşıyoruz. Diğer taraftan da kapitalizmi bütün kötülüklerin anası diye tanımlayan ezberlerle tabiri caizse günah çıkarmaya devam ediyoruz. Kapitalizmin sebep olmaktan çok iktisadi gerçekliğin doğurduğu bir sonuç olduğuna dikkat etmediğimiz sürece işin aslına vakıf olmayı sanıyorum başaramayacağız. Bunun için “iktisadi büyüme” kavramının toplumsal ve ekonomik tekabüliyetlerine ilişkin ayrımın bilhassa farkında olmamız gerekiyor. “Büyüme” sadece kapitalizmin değil, ondan bağımsız olarak toplumsal gelişmenin medeniyet planındaki zuhuratı ve ihtiyaçlarıyla doğrudan alakalı.

Tahakküm ilişkileri

Daha açık ve kaplamlı bir şekilde söyleyecek olursak, bir taraftan nüfus artışına bağlı bir büyüme ihtiyacı, diğer taraftan medeniyet sürecinin getirdiği yeni yapısal ihtiyaçlarla birlikte refah standartlarında meydana gelen değişmeler büyümeyi hem zorunluluk hem de bir imkan haline getirmiştir. Ekonomik büyüme kapitalizmden önce esasen medeniyet sürecinin bir zaruretidir. İsmet Özel’in Üç Mesele’de medeniyet vakıasına yönelik son derece radikal nitelikteki eleştirisi de bu gerçeğin farklı bir ifadesidir. Zira medeniyetin doğurduğu eşitsizlik ve tahakküm ilişkileri ekonomik büyümeyle yapısal bir gerçekliğe dönüşmüş ve kaim hale gelmiştir. Ancak medeniyetin getirdiği bireysel ve toplumsal gelişmeler de büyümeyle mukayyet kazanımlardır. Ziya Gökalp’in cümleleriyle söylersek; “Bir memlekette, iktisadi hayat yüksek değilse, ne ilim, ne sanat, ne felsefe, hatta ne de ahlak ve din yüksel tecellilerini gösteremez. Demek ki en yüksek manevi zevkleri, en ruhani vecdleri duyabilmek için de yine iktisadi hayatın yükselmesi icap ediyor” (Gökalp, Makaleler VII).

Şu halde iktisadi hayat daha doğrusu büyüme ile medeniyet arasındaki korelasyonu görmezden gelerek bir medeniyet iddiası içinde bulunmanın son derece sakil ve hatta geçersiz olduğunu söylememiz pek yanlış olmamalı. İsmet Özel gibi medeniyet eleştirisini medeniyet karşıtı bir konuma taşıyarak imani prensiplere sadık kalma anlayışını ve oradaki içsel tutarlılığı anlayabiliriz elbette. Ancak her türlü medeniyet iddiasıyla birlikte bu kabil bir tutarlılığın nakıs hale geldiğini görmek, medeniyet perspektifiyle mütenasip başka ve tabii ki sahih bir tutarlılık düzlemini oluşturmak gerekir. Burada da sanıyorum, İslam’ın (Kur’an’i yaklaşımın) metodoloji, söylem ve aksiyon planında pratiği temel alan göstergeleri bizim için yol gösterici bir muhtevaya sahip. Radikalizmin hayali ve retorik değil ama gerçekçi bir zemine oturtulması bu noktada son derece önemli. Radikalizmden vazgeçmeyecek bir idealizm ve tutarlılık peşinde olmamız ne kadar kıymetliyse, beşeri, tarihsel gerçekliği dönüştürme kabiliyetini haiz bir teçhizatı ve var oluş cazibesini temin etmek de o kadar zorunludur. Bunun içindir ki siyasette idealizm; stratejik akılla temayüz ve tecessüm edebilecek bir ufku her daim iş başında bulundurarak süreci yönlendirir.

İndirgemecilik

Kapitalizmi iktisadi ve tarihsel gerçekliğin determinist bir sonucu diye kabul etmenin indirgemecilikle malul bir ezber, bir mit olduğu hususunda bugün bir kısım Marksistlerin de dahil olduğu kapsamlı bir görüş birliğinden söz edebiliyoruz. Bourdieu gibi seçkin Marksist filozofların kapitalizmin bir kader olmaktan çıkabileceğine dair söylemleri değişen dünya ve insanlık gerçeği konusunda çok daha titiz ve gerçekçi bir yaklaşımı bize salık veriyor. Bourdieu’ye göre yapılması gereken “neoliberalizmin doğallaştırılmış iktisadını siyasileştirerek bunu bir “kader olmaktan çıkarmak”, insanların insiyatifine ve iradesine dayanarak , dar anlamda üretkenlik ve karlılık dininin dikkate almadığı kişisel ıstırabın maliyetine ve kendini gerçekleştirmesinin yararlarına hesaplarında yer verecek olan bir mutluluk iktisadını bu neoliberal iktisadın yerine geçirmek”tir (Bourdieu, Karşı Ateşler). Adına ister mutluluk iktisadı, ister eşitlik, kanaat, İslam iktisadı diyelim, kapitalizmi aşmaya yönelik her çabanın yaşadığımız tarihsel gerçeklik/süreç itibariyle iktisadı merkeze alan bir vizyon ve stratejiyle koşullu olduğunu söylemek zorundayız.

Hak politikaları güçle kaim

Kapitalizmin gayri insani ve gayri ahlaki tezahürlerini ve/veya temellerini sorgulama konusundaki entelektüel performansımızı artırmak bu işin elbette olmazsa olmazlarından biri. Ancak mesele bununla bitmiyor. Dahası bu performansı siyasallaştırmak, siyasal iradeye taşımak da tek başına yetmemekte. Siyasal iradeyi kuşatan küresel dünya gerçekliği karşısında stratejik aklın ve politikaların önemi giderek artıyor. Dünya gerçekliği esasen kapitalizmi de aşan güç isterleriyle maruf kimi niteliklere sahip. Güç ve egemenlik politikalarının içerdiği maddi, manevi, idolojik bileşenler ne olursa olsun, uluslararası ilişkilerde ve gelişmelerde güç unsuru belirleyici olmaya devam etmekte. Halen çeşitli güç unsurlarıyla desteklenmemiş hakların güven altında olmadığı bir dünyada yaşadığımız çok aşikar. Batı’nın sömürgecilik kültüründen kalma siyasal reflekslerin ve oryantalist yaklaşımların güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor olma ihtimali/durumu, iktisadi gücün önemini iyiden iyiye hissettiriyor. Çıkar ilişkilerine ve dengelerine dayalı politikaların yerine gerçek anlamıyla hak politikalarının ikame edilebilmesi için, bugünün dünyasında iktisadi anlamda etkin bir güç olma zarureti içindeyiz. Daha açıkçası, iktisadi büyüme ve güç yoluyla bir anlamda iktisadi bağımsızlığın elde edilmesi elzem hale gelmektedir.

Milliden ötesi

Karşımızda eğer “öteki” olarak nitelediğimiz kapitalist ve/veya emperyalist bir dünya varsa, iktisadi bağımsızlık meselesi çok daha ciddiye alınmayı gerektirir. Sahip olduğumuz idealizm ufku uluslararası ilişkilerde hak politikalarının etkin bir öznesi haline gelmekle kalmayıp kapitalizme dahası Batı medeniyetine alternatif bir cazibe alanı oluşturma yolunda bir cehtle beslendikçe, bilimsel, toplumsal, kültürel, sanatsal planda varoluşsal bir aşkınlığı şart hale getirir. Batı medeniyeti karşısındaki yenilgimizin bir tarafıyla iktisadi, diğer tarafıyla ve geniş anlamıyla kültürel zeminde yaşandığını düşündüğümüzde, burada ifade etmeye çalıştığımız şeyin bütüncül bir var oluş yani tarz-ı siyasetle ilgili olduğu görülür. Buna karşılık, iktisadi büyüme yolundaki çabalarımızı gelişkin bir bağımsızlık anlayışı, ruhu ve değerleriyle desteklemediğimiz takdirde ötekine benzemekten başka bir marifet göstermiş olmayız. Yerli ve milli olmanın da bu bağlamda pek bir esprisi kalmayacaktır.

Refah ihtiyacı

İktisadi büyümeyi hatta refah ve bolluğu amaç haline getirmiş bir yerlilik-millilik ideolojisiyle başka bir dünya ve başka bir medeniyetin kodlarını oluşturamayız. Siyaseti, gerçekçilikle idealizm arasında kurulacak sahici bir korelasyona kavuşturmak için iktisadi gerçekliği merkeze alan ama aynı zamanda aşkın isterlere sahip bir akla ve stratejiye sahip kılmak gerekir. Başka bir dünyanın/medeniyetin yolu, kendi adıma diyebilirim ki, söz konusu isterlerin refah ihtiyacı ve arzusuyla ketlenmemiş bir varoluşa doğru istimlenmesiyle mümkün. Ayrıca hem tarihin aktif siyasal özneleri olmak için -kapitalizme karşı yavaştan da olsa gelişen küresel düzeydeki reaksiyonlar sebebiyle- bu minval bir siyasallaşmanın giderek bir mecburiyete dönüştüğünü sezinleyebiliyoruz.

[email protected]