Prof. Dr. İsmail Kara İlahiyat Fakülteleriyle ilgili tartışmaya dair önemli ikazlarda bulunuyor ve üzerinde düşünürken yol gösterici olabilecek önemli bir soru soruyor: İlahiyat Fakülteleri laik kurumlar mıdır yoksa dinî kurumlar mı?
Prof. Dr. İsmail Kara - Marmara Üniv. Öğretim Üyesi
Rivayetlere bakılırsa YÖK’te etkili ve yetkili bazı zevat İlahiyat Fakültelerine yeni bir nizamat vermek için kolları sıvamış, önümüzdeki ders yılında uygulamaya konacak yeni programlar hazırlamış gözüküyor. Şimdilik tamamı açıklanmayan bu nizamatın iki görünür tarafı var. Biri İlahiyat Fakültelerini “İslami İlimler Fakülteleri” haline getirmek (şekil/ad değişikliği), diğeri de, içinde İslâm Felsefesi, Felsefe Tarihi, Din Felsefesi, Mantık, Dinler Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Eğitimi anabilim dalları olan Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü’nün derslerini budamak, İslâm Ahlâkı ve Felsefesi dersi dahil felsefe gurubu derslerini azaltmak; netice itibariyle de temel dinî ilimlere (Fıkıh, Tefsir, Hadis, Akâid-Kelâm) ağırlık veren bir eğitime ve anlayışa doğru yönelmek (muhteva ve siyaset değişikliği).
Aslında yeni bir fikir değil bu; oldum olası İlahiyat çevrelerinde bu müesseseleri kendi anladıkları dar mânada (evet kendi anladıkları dar mânada) medrese sistemine yaklaştırmak ve felsefeden (yani dini bir tenkit alanı olarak da gören sahadan) ve Ahlâk Felsefesi dahil felsefe ile bir şekilde irtibatlı ilimlerden, modern din bilimlerinden olabildiğince uzaklaştırmak isteyenler vardır. Bunların -Cumhuriyet ideolojisiyle problemli guruplardan daha fazla olmak üzere- kurum dışından destekçileri de hep olagelmiştir.
Hemen söyleyelim, haklı oldukları taraflar hiç yok değil. Fakat bu görüşte olanların Osmanlı tecrübesi dahil olmak üzere medrese sistemi ve temel İslâmî ilimlerin teşekkül-gelişme tarihi, tedris tarzı, mantığı ve muhtevası hakkındaki bilgileri yetersiz ve zayıftır, metot ve yaklaşımları, yorumları ise daha zayıftır, ayrıca tepkisel ağırlıklı bir tutumları vardır.
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü hocaları, -benim görebildiğim kadarıyla ağırlıklı olarak İslâm Felsefecileri- normal olarak bu yeni nizamata ilk karşı çıkan gurup oldular. Haklı olarak... Henüz detaylı bir şekilde yazılmamış, söylenmemiş tenkitleri ve teklifleri şöyle özetlenebilir sanıyorum:
a) İlahiyat müfredatı için aklî-felsefî alanlar vazgeçilemez ilimlerdir. Çünkü bunlar olmadan temel İslâmî ilimler bile; özellikle dil felsefesi ve mantık ağırlıklı Tefsir, Kelâm, Fıkıh Usulü, Tasavvuf dalları üst düzeyde anlaşılamaz, kuşatılamaz ve okutulamaz.
b) Böyle bir program teklifi tarihî tecrübeye de, özellikle IX-X. asır sonrası İslâmî ilimler fikrine ve tedris tarzına da aykırıdır. Bazı Arap memleketlerindeki Felsefe, İslâm Felsefesi, Mantık, Kelâm, Tasavvuf derslerini dışlayan Şeriat Fakültelerini taklit etmek Türkiye için olsa olsa geri gitmek ve daralmak mânasına gelecektir.
3. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü dersleri takdim edildiği gibi İlahiyat programlarında ağırlıklı bir yer tutmamaktadır. En geniş yoruma göre bu derslerin yüzde olarak diğer derslere oranı yüzde 25-27’dir. Yani temel İslâmî ilimlerin zayıf kalması ve iyi öğretilememesi söz konusu ise (ki bu tespit doğrudur, İslâm Felsefesi başta olmak üzere felsefe gurubu dersleri için doğru olduğu gibi) bunun sebebi aklî-felsefî ilimlerle alakalı dersler ve modern din bilimleri değildir.
Bu fikirler de ilgililerin malumu olduğu üzere aslında tamamen yeni değil. Bunların ihmal ettiği husus Türkiye’deki İlahiyat eğitiminin temel-kuruluş mantığı ve köklü problemleri ile İslâmî ilimlerin bugünkü eğitim tarzının ve seviyesinin yetersizliğidir. Belki siyaseten ve hedef küçültmek için veya yeteri kadar üzerinde düşünülmeyen bir mesele olması sebebiyle böyle bir tutum takınıyorlar, bilmiyorum. Sebep her ne olursa olsun bu ihmal İlahiyat müfredatının ve eğitiminin mevcut yetersiz ve problemli vaziyetini, Türkiye’yi taşıyamayacak seviyesini tenkit ve tartışma dışında bırakmaktadır. Bu durum onları hiç değilse bugün için savunmacı ve korumacı bir yere doğru sürüklüyor. Münakaşanın sıhhati açısından hiç de iyi bir konum değil bu.
İlahiyat tecrübesinin bütün kademelerinde talebe ve hoca olarak bulunmuş, ayrıca mesleki olarak Türkiye’deki din meselesi, dinî düşüncenin seyri, “dinî” kurumlar üzerinde çalışmış biri olarak İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslâm Enstitülerinin başarılarını, dinî ilimler ve dinî hizmetler sahasına, ayrıca entelektüel hayatımıza katkılarını görmezlikten gelmeyi, küçümsemeyi elbette hiçbir şekilde düşünmem. Fakat kuruluş mantığının derin problemleri, yeterlilik ve Türkiye’yi taşıma kapasitesi meseleleri bütün soğukluğu ve ağırlığıyla masaya gelmediği zaman tartışma geriye dönük bir tartışma olma risklerine baştan gebe demektir.
Bazı zaruri hatırlatmalar
Bu program değişikliği arayışı (hatta dayatması) vesilesiyle İlahiyat Fakülteleri başta olmak üzere ilgili kurumlar (YÖK, üniversiteler, Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı...) ve akademisyenler, aydınlar, medya bu meseleyi yeniden ve Türkiye’yi taşıyabilecek düzeyde tartışır mı (şerden hayır çıkarır mı), bilmiyorum. Çünkü bu satırların yazarının fikrine göre İlahiyat Fakülteleri (dinle alakalı bütün meselelerde olduğu gibi) tek başına konuşulup tartışılabilecek ve üst düzeyde çözüme kavuşturulabilecek sade bir mesele, teknik bir konu değil. Keşke öyle olsaydı! Türkiye’nin İslâm’la olan ilişkisinin düzeyi başta olmak üzere Cumhuriyet ideolojisi, laiklik politikaları, dinle alakalı kurumlar, din eğitimi, dinî hassasiyeti olan toplum katmanları... gibi problem alanlarından bağımsız olarak gerçek bir İlahiyat tartışması yürütmek herhalde mümkün değil.
Ayrıca uzun yıllardır üniversitelerin ve entelektüel çevrelerin üniversite diye, ilim diye büyük/hayati bir meselesi ve derdi kalmadı malesef. (Bu konuda tereddütleriniz varsa12 Eylül darbesinden ve YÖK’ten sonra üniversite meselesi üzerine eğilen kitap, makale, tartışma, seminer, gazete yazısı... adetlerine ve yüzdelerine gelişigüzel bir bakın ve öncesiyle yine gelişigüzel bir karşılaştırma yapın lütfen). Akademisyenler dahil üniversiteden, fakülteden, eğitimden bahseden nerede ise herkes Doğramacı’nın yerleştirdiği tüccarca bir mantıkla sadece rakamlardan, binalardan, bütçelerden, yüzdelerden, büyüklüklerden (aslında şişkinliklerden demek lazım) bahsediyorlar. Üniversitelerin senatolarında, fakültelerin yönetim kurullarında idari işler ve para transferleri gibi belki de oraya hiç gelmemesi gereken problemler dışında eğitime-öğretime, kaliteye, talebelerin ve hocaların seviyelerine, yeterliliklerine, derslere, bütün bu unsurların Türkiye’nin ihtiyaçlarıyla irtibatlarına dair nerede ise hiçbir şey konuşulmuyor (diyorlar). İlahiyat Fakülteleri de bunun dışında değil, din eğitimcilerinin teknik çalışmaları hariç onlar da ilahiyat fikri ve eğitimi meselesini derinliğine tartışmıyor, konuşmuyor, bilmiyor.
Yine de tartışmaların zeminini görmek ve olabildiğince sıhhatli bir yerden başlamak için bazı hatırlatmalar yapmak gerekecek:
1. İlahiyat Fakültelerinin götürülebileceği en eski tarih 1900 yılıdır. Bu cümle İlahiyat Fakültelerinin medreselerin değil modern mektepleşme süreçlerinin meyvesi olduğu şeklinde de kurulabilir. Medrese devam ederken yani dinî ilimlerin ve Arapça, Mantık, Usul gibi yardımcı ilimlerin okutulması, yorumlanması ve sürdürülmesi medreselerin omuzlarında iken Batıdaki teoloji fakültelerine nispeten benzer şekilde modern/laik bir fakülte olarak kurulmuştur İlahiyat Fakülteleri. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği kurulan İstanbul Darülfünunu İlahiyat Fakültesi ise medrese olmadan faaliyete geçen ilk tecrübedir, modern din bilimleri ağırlıklı bir müfredatı vardır ve buna bile tahammül edilemeyerek 1933 Üniversite Reformu’yla ortadan kaldırılacaktır.
Katı laikliğin tadili ihtiyacı
2. İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarda katı laiklik politikalarının tadil ve tashihe tabi tutulduğu zor bir dönemeçte, 1949 yılında kurulan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi gerçekten İslâmî ilimlerin okutulduğu/öğretildiği, çalışıldığı bir fakülte gibi düşünülmemiş ve kurulmamıştır. Kendi sahasında Türkiye’yi taşıma kapasitesi ise fevkalâde düşüktür (yoktur dersek haksızlık etmiş olmayız). O kadar ki ders programında temel İslâmî ilimler yoktur, ilk hocaları da çok büyük oranda ilahiyatçı değildir, çoğu Arapça bile bilmez.
O günkü ortamı bir nebze de olsa görmek için Fakültenin ilk talebelerinden, sonra hocalarından İsmail Cerrahoğlu’nun ifadelerini aktarmak faydalı olabilir: “(...) Fransızcanın yanı sıra, mesleki dersler olarak Yusuf Ziya Yörükân’ın okuttuğu İslam Tarihi, Remzi Oğuz Arık’ın girdiği Sanat Tarihi ve Felsefe gurubu dersleri vardı. Tefsir, Hadis şöyle dursun, Kur’an ve Arapça dersleri bile yoktu. Necati Lügal Hoca’dan Arapça dersi almak için Dil-Tarih’e gidiyorduk; fakat Hocamız önce Farsça öğretmeyi uygun gördü -hocalar müfredat konusunda tamamen muhtardı o zaman-; Arapçayı seneye öğreteceğini söyledi”. Ankara İlahiyat’ın programına dinî ilimleri dahil eden, Arapça eğitimini ciddi bir ders haline getirmeye çalışan zat dışarıdan, misafir bir hocadır: M. Tayyip Okiç.
3. Ankara İlahiyat Fakültesi düz lise mezunlarından talebe almış, İmam Hatip Okulu mezunlarına kapılarını uzun müddet ısrarla kapalı tutmuştur. (Dıştan bakıldığı zaman anlaşılmaz bir şeydir bu, ama dinle ilgili bahislerde böyle mantık dışı ve anlaşılmaz birçok şey vardır yakın tarihimizde). Bu yüzden 1959 yılında sadece İmam Hatip Okulu mezunlarının yüksek tahsili için Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı (üniversiteye değil) 4 yıllık Yüksek İslâm Enstitüleri açılmaya başlanmıştır.
Bu tarihten itibaren bütün enstitüleri fakülte yapan YÖK’e kadar daha modern ve laik olan/öyle kabul edilen Ankara İlahiyat ile daha geleneksel ve dinî olan/öyle kabul edilen Enstitüler arasında bir ayrışma, hatta bir dışlama yaşanmıştır (Bugünkü tartışmanın tarafları bir ölçüde buna benziyor).
YÖK’le birlikte Ankara İlahiyat Fakültesi, Erzurum İslâmî İlimler Fakültesi ve 7 Yüksek İslâm Enstitüsü beklenmedik bir şekilde, aynı statüde İlahiyat Fakültesi haline gelecektir. İşin dikkat çekici tarafı enstitülerden fakülteye dönüşen kurumlar giderek daha fazla Ankara İlahiyat Fakültesi’nin ruhu, mantığı ve misyonuna doğru hareket edecektir. Bu da beklenmedik (!) bir şeydir ve bugünkü tartışmanın kaynaklarından biri de budur. (Bugün itibariyle görsel medyada modern/yenilikçi gibi gözüken fakat maalesef derinlikten yoksun dinî fikirleri seslendiren hocaların çoğu enstitü çıkışlıdır).
4. Mevcut durum (isterseniz Ak Parti dönemindeki YÖK diyelim) gösteriyor ki 12 Eylül darbesinin en önemli düzenlemelerinden biri olan Doğramacı/YÖK kurumsallaşması arızî bir şey değildir ve “kendi mantığı” çerçevesinde başarılı ve hayli dayanıklıdır. O kadar ki İlahiyat Fakülteleri dahil Türkiye’de akademik vasıflara sahip, ele gelir hiçbir üniversite ve fakülte bırakmamıştır, ısrarlı ve kararlı bir şekilde bırakmamaya da devam etmektedir. (Nerede ise her ay bir üniversite, birkaç ayda bir bir İlahiyat Fakültesi açmak başka nasıl açıklanabilir acaba? “Bir müdür bir mühür” deyimi eskiden ilkokullar, bilemedin ortaokullar için kullanılırdı, şimdi deyim tedavülde değil ama yeni üniversitelere çok yakışır gibi duruyor).
Bu yüzden mevcut İlahiyat Fakültesi tartışmasının tarafları da -istisnalar elbette hariçtir- esas itibariyle üniversite ruhuna, akademik anlayışa, ilmî teamüllere ve kimliğe aykırı olarak tek tip bir fakülte tasavvur etmekte ve bunu talep etmektedir. Tek tip ve kendi düşüncesi istikametinde.
5. Bundan önceki YÖK yönetimi sırasında vakıf üniversitelerin de İlahiyat Fakültesi açmasına müsaade edildi. Bilebildiğim kadarıyla şu anda hepsi İstanbul’da olmak üzere sayıları beşe ulaştı (Fatih, 29 Mayıs, Şehir, Fatih Sultan Mehmet, Sabahattin Zaim üniversiteleri). Birinin adı İlahiyat Fakültesi (Fatih), birinin Uluslararası İslâm ve Din Bilimleri Fakültesi (29 Mayıs), diğer dördünün adı İslâmî İlimler Fakültesi. Henüz yeni bir teşebbüs ve tecrübe olmaları hesaba katılırsa haklarında değerlendirme yapmak ve aktüel tartışma zaviyesinden hüküm vermek için vakit erken sayılır. Yine de kuruluş şekilleri, kadro arayışları, programları ve mevcut halleriyle devlet üniversitelerinin İlahiyat Fakültelerinden çok farklı bir arayış ve anlayış içinde olmadıkları söylenebilir. Biri sadece Arapça eğitim vermektedir, vermeyi amaçlamaktadır, bu tercihin niçin yapıldığı ve hangi gelenekle irtibatlandırıldığı ise doğrusu meçhulümüzdür.
Ön değerlendirmeler
Bu konuya belki devam ederiz, etmeliyiz. Şimdilik bu yazıyı bitirirken şunları söyleyelim:
-Tartışmanın gerçek mânada tartışma olabilmesi için sadece tepkisel olmak/mevcudu değiştirmek veya yeni teşebbüse karşı çıkmak/mevcudu küçük tadillerle sürdürmek üzerine kurulmaması gerekir. Türkiye’nin tarihî tecrübeleri, bugünkü durumu ve geleceği mutlaka hesaba katılmalıdır. Bu ise dünyanın gidişini de hesaba katan başlı başına bir durum değerlendirmesi hatta bir felsefe yapmak mânasına gelecektir. Zaten hiçbir ilmî faaliyet kuvvetli bir geleneğe yaslanmadan, bugünün realitesini bütün soğukluğuyla hissetmeden ve gelecek tasavvuru olmadan sürdürülemez.
Aktüel dayatma belli ki ilimden ve tarihten değil siyasetten güç devşiren, bunu uman, üstten inmeci ve baskıcı bir karakter taşımaktadır. Bu türden teşebbüsler İlahiyat Fakülteleri için, başka eğitim kurumları ve meseleleri için önceki tarihlerde de olmuştur ve gelecekte de muhtemelen olacaktır. Bunu görmek ve bu alt seviye ile sınırlı kalmamak, ilme ve tarihe giderek, geçmiş-bugün-gelecek sacayağı üzerinde yeni bir İlahiyat tasavvurunu ve bununla zaruri irtibatlı alanları tartışmaya açmak en doğru yol olmalıdır.
İlmin olmazsa olmazları
- İlmin olmazsa olmazlarından “geleneğe yaslanmak/gelenekle irtibat kurmak” bir retorik ve lafazanlık olmayacaksa herhalde 1949’la, 1924’le, 1900’la yetinemez. Bunları da göz önünde bulundurarak Osmanlı modernleşmesi tecrübelerini, Selçuklu ve Osmanlı medreselerini, İslâm dünyasındaki denemeleri ciddi olarak hesaba katmalı, bu süreçlerle ilmî ve fikrî münasebet kurabilmenin imkânlarını ve yollarını bulmalıdır. (İtirafta bulunalım: Bu imkânlar bugün elimizde değil, yollar da açılmış değil. Bu problem elbette sadece İlahiyat Fakültelerinin problemi olamazama belki imkânları ve sahip olduğu araçlar itibariyle öncelikle onun problemi olmalıdır). Bütün muhtemel tepkileri ve iltisakları hesaba katarak söyleyelim: Türkiye’de medreselerle/kendi ilim geleneğiyle ciddi ve kesintisiz, aynı zamanda olabildiğince tenkitçi bir münasebete girme niyeti, azmi ve cesareti gösteremeyen hiçbir teşebbüs üniversite fikrine layık, üniversiter bir düşünceye yakın olmayacaktır. 1959’la, 1949’la, 1933’le, 1924’le, 1900’le başlayan çocuk yaşındaki bir tarihten ve buna göre şekillenmiş bir mantıktan üniversite de, ilahiyat da, ilim de üst düzeyde çıkmaz. Aslında çıkmadığı görülmüş, çıkmayacağı anlaşılmıştır.
-Şimdilik bitirirken -içinde bulundukları kurum ve aldıkları eğitimin teknik ve felsefî karşılığı üzerine düşünmeleri için- talebelerimize sorduğum, ardından üzerinde konuştuğum bir soruyu müsaadenizle size de sorayım: İlahiyat Fakülteleri laik kurumlar mıdır yoksa dinî kurumlar mı? (Bu soruyu Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Okulları, Din Dersleri için de sorabiliriz, sormalıyız).
Tek tip cevap vermekte bence acele etmeyin. Türkiye’de bu işler tahmin edilenden daha karmaşık bir tarihe ve daha derin damarlara bağlıdır. Yani hem imkânlar barındırmaktadır hem de bıktırıcı, tüketici zorluklar taşımaktadır.