İlericilik–gericilik denklemi, darbeler ve aydınlar

Koray Şerbetçi - Tarihçi, yazar
5.05.2019

21. asırda küresel egemenler kendi sistemlerine boyun eğmeyen ülkeleri dize getirmek için klasik ya da post modern darbeler hazırladıkça, yeryüzünde bağımsız kalmayı şiar edinmiş milletler de bu kirli hamlelere karşı onurlu karşı hamleler geliştirme çağına girmiş bulunmaktalar.


İlericilik–gericilik denklemi, darbeler ve aydınlar

Geçtiğimiz günlerde Venezuela bir askeri darbe atlattı. Amerika’dan yönetildiği gün gibi aşikar olan bu politik hadise yakın ve uzak tarih açısından çok ilginç benzerlikler taşımakta. Yakından uzağa doğru gidersek, ülkenin seçilmiş meşru devlet başkanı Maduro’nun, millî iradeyi korumak için halkı sokaklara davet etmesi bize çok tanıdık gelen bir seslenişti. Zira yine uzaktan kumandası Amerika’da olan 15 Temmuz darbe girişimini de ülkenin meşru devlet başkanı Recep Tayyip Erdoğan halkı millî iradeyi korumak için şehirlerin meydanlarına davet ederek âkim bırakmıştı. Son Venezuela hadisesi gösteriyor ki, Türkiye 20. asrın başında olduğu gibi 21. asrın başında da yeryüzünün tüm mazlum milletlerine bağımsızlık konusunda model olmayı sürdürmeye devam etmektedir.  Yakın tarihteki bu iki benzer olay bizi başka bir tespit yapmaya da zorluyor. Artık çok net olarak anlıyoruz ki,  21. asırda küresel egemenler kendi sistemlerine boyun eğmeyen ülkeleri dize getirmek için klasik ya da post modern darbeler hazırladıkça, yeryüzünde bağımsız kalmayı şiar edinmiş milletler de bu kirli hamlelere karşı onurlu karşı hamleler geliştirme çağına girmiş bulunmaktalar. Yani artık kitleler maksadı seziyor ve oyunu bozuyor. 

Peşin hüküm vermek gerekirse evet bıçak keskin bunu kabul ediyoruz ama mesele ekmeğin de neden yumuşak olduğunu sorabilme gerçekçiliğini göstermek gerekiyor. Yani küresel egemenler güçlü ve türlü karanlık oyunlar çevirebiliyorlar fakat bu oyunların sahnelendiği coğrafyaların ahalisi de çoğu kez bu oyunların tuzağına düşmekteler. Küresel egemenlerin kendilerinin emir eri gibi gördüğü milletlerin ve devletlerin dik durma azmini nasıl kırmaya çalıştığına bilhassa kendi beldemiz üzerinden yakın plan bakalım. 

Türkiye’de olup bitenleri hatta olacak olanları anlamak için tarihi olayların akışını takip ederek kendi bünyemizin güçlü yanlarını ve yumuşak karnını zihinsel bir keşifle etraflıca ortaya koymak gerekmektedir. 

Daha kolay anlaşılması bakımından ekonomik anlamda teslim alınışımızın tarihi olan 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nı ve idari anlamda Batı karşısında mağlubiyeti resmen kabul ediş tarihimiz olan 1839 Tanzimat Fermanı’nı kabul edersek 200 yıla yaklaşan bir süredir millet olarak en büyük derdimizin Batı karşısında var olma mücadelemiz olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 

Fakat bu süreçte itiraf etmeliyiz ki Osmanlı’yı teslim alan Batı, ciddi bir çalışma ile Osmanlı bünyesinin yumuşak karnını tespit edebilmişti. Tüm 19. Asır boyunca da Devlet-i Aliye tam buradan vuruldu. Nasıl mı? 

Batı toplumları gibi birbiriyle itişip kalkışan sosyal sınıflardan oluşmadığı için Batı, kendisi karşısında irade ortaya koymasını önlemek için Osmanlı bünyesinin maddi anlamda parçalanması ve zihnen felç olması için iki nokta seçti: Ayrılıkçı hareketleri kışkırtma ve aydınları esas meseleyi gizlemek için kullanma. 

Kullanışlı ayrılıkçılar 

Batılı güçler, öncelikle tüm dikkatlerini Osmanlı beldelerini kendi açık pazarı haline getirmek için öncelikle yüzyıllardır imparatorluk sınırları içinde kültürel varlıklarını koruyarak yaşayan etnisitelere verdiler. 

Örneğin Batı kışkırtması ve desteğiyle imparatorluk bünyesinde yaşayan Balkan milletlerinin oluşturduğu milli kurtuluş hareketleri aslında basbayağı Batı’ya bağlı satın alınmış komitalarca yürütüldü. Casusluk, sabotajlar, suikastlar ve soygunlarla basbayağı eski dönemin eşkıyalarının özgürlük savaşçıları olarak yaldızlanmasından başka bir şey olmadığı apaçık görülmektedir. 

Bu konuda başı çeken ABD’nin kendisine Roma İmparatorluğu’nu model aldığı da gizli saklı değildir. Zira Romalılar yeryüzünden silmek istedikleri düşmanları Kartaca Devleti’ne saldırmak için bahane aradıklarında ilk hamle olarak Kartaca’da yaşayan muhalif toplulukları kışkırtma taktiğini kullanmışlardı. Kartaca’nın yıkım süreci muhalif Numidyalıların Kartaca’ya karşı ayaklandırılmasıyla başlamıştı. 

Osmanlı örneğinde de böyle oldu. XIX. Asırda önce Sırplar ardından Rumlar ve Ermeniler derken Arnavut ve Araplara kadar uzanan ayrılıkçılar ayaklandırıldı ve Osmanlı idaresi iki ateş arasında bırakıldı. 

Doğu yağmasında aydınlar 

Batı’nın Doğu yağmasının biricik seddi olan Osmanlı Devleti’ni yıkması için açması gereken bir cephe daha vardı. O da ikinci bir muhalif kanat oluşturmak. Bunun için de Osmanlı aydınlarını kullandı. 

Yakın tarihimizde Osmanlı aydını ve hatta Cumhuriyet Türkiye’sinin aydınları hep aynı şeyi tekrarlayarak kelimenin tam anlamıyla Batı’nın devşirmesi rolünü oynamışlardı. Neydi yaptıkları? Sürekli olarak Batı’dan yarım yamalak kalıplar aktarmak, kendi gerçekliklerinden bihaber çözümlemelerde bulunmak. 

Bu sebeple ne Osmanlı dönemindeki Tanzimat’ı ilan ettirmeleri, Kanun-u Esasi’li yeni bir yönetim kurma hamleleri ne de Cumhuriyet döneminde sol bir sosla servis ettikleri Batıcılık fikirleri sadra şifa olmadı. Cemil Meriç’in sözleriyle bu zümreyi tanımlayacak olursak;  efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak uşaklara benzemekteydiler. Bu yetersizliğin çok önceden farkına varan Mithat Paşa şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Bizim millet arasında ciddi bir ıslahatı yapmak için askeri sınıfın başında olanların emrinde olmak şarttır. Çünkü bu zümre elde edilmeyince hiçbir şey yapılamaz.” 

Hürriyet getirmek için Batı’dan aktardıkları yarım yamalak formüllere ahalinin yüz vermediğini görünce bu işi süngü sahiplerine yaslanarak çözmek kolaycılığı aydınlarımıza daha cazip gelmişti. Bunun en bariz örneği 1960’lı yıllarda kendisini sol ve özgürlükçü olarak tanımlayan ama söylemlerinden buram buram darbecilik tüten “Yön” hareketinde çok bariz olarak ortaya çıkmıştı. 

Batı’nın çok sevdiği bu aydın tipi devletin ve milletin asıl meselesini çarpıtarak gizlemek için çok kullanışlıydılar. Zira garpzede Türk aydınları Batılı orta sınıf yaşamını taklit ederek “ilerici” olacağımız gibi garip bir iddiayı bayraklaştırdı. Şampanya içmek, pahalı giysiler giymek ve kulüplerde dans etmek hep ilericilik olarak idealleştirildi. 

Tanzimat memurları

Halk ise üretimden ve kendi kimliğinin dinamiklerinden kopuk bu tabloya uymaktan kaçınınca “Bizim millet cahil efendim” diyorlardı. Günümüzde de çok sık tekrarlanan bir sloganı tekrarlıyorlardı: Eğitim şart! 

Burada eğitimden kasıt bildiğimiz anlamda eğitim değildi. Yani çağdaş araçlarla bir bilgi üretimi anlamında değildi bu eğitim vurgusu. Basbayağı Batılı orta sınıf gibi yaşam tablosuna ahaliyi koşullandırma metodu olarak istenen bir şeydi. İşte aydınların ortaya attığı bu çarpık; ilericilik–gericilik denklemi, Batı emperyalizminin sömürü saldırılarının oluşturduğu çekişmeyi örten, buraya yönlendirilmesi gereken millî enerjiyi ziyan zebil eden bir hedef saptırma aracı olarak Batılı egemenler için çok kullanışlı bir enstrümandı. 

Aslında tarihin Türk milletinin omuzlarına yüklediği iki zıtlaşma mevcuttur. Birincisi yukarıda bahsedildiği üzere Batı ve Türk çekişmesidir ki dış eksen budur. İkinci çekişme ise iç eksendir. Yani ahali ve bürokrasi çekişmesidir. Burada bürokrasiden maksat elbette bir zihniyete işarettir. Nasıl bir zihniyet mi? Şöyle ki Demokrat Parti siyaset sahnesine çıktığında: 

“Ülkenin yönetimini hasolara, memolara bırakmayacağız” diyen Cevdet Kerim İncedayı gibilerin zihniyeti elbette. 

Zira yakın tarihimize baktığımızda 200 yıla yaklaşık bir süredir Türk toplumunun sancılı bir değişim süreci yaşamıştır. Tüm bu süreçte başrolü Tanzimatçı-bürokrat zihniyet oynamıştır. Önce sosyolojiyi göz ardı ederek toplumu Batılı orta sınıfa benzetmeye çalışan, ama toplum kendi sivil iradesiyle bir tercih yapınca da bunu önlemek için elinden geleni yapan işte bu zümredir.   

Şapkalı-kasketli mücadelesi 

Bu zümrenin sahip olduğu “Hasolar ve memolara ülkeyi yönettirmeyeceğiz” anlayışının bir başka canlı örneği ise Ankara valisi Nevzat Tandoğan’dır. Zira Tandoğan, “Bu ülkeye sosyalizm gelecekse onu da biz getiririz” derken Tanzimatçı-bürokrat aklın müdahaleci tutumunun bireyselleşmiş halini yansıtacaktır. Onun Anadolulu kimliğe ettiği hakaret ve ardından halkı sadece vergi vermeye ve askere gitmeye yarayan varlıklar olarak görmesi bu zümrenin halka nasıl baktığının açık kanıtıdır. İşte bakış Nuri Demirağ’ın kapatılan uçak fabrikasından tutun da 27 Mayıs darbesiyle millet siyaseten neye yöneldiyse onun önünü kesmek için yapılan hamlelerin temelinde Tanzimatçı-bürokrat aklının kontrolden çıkan toplum kaygısı vardır. 

Yakın tarihimizde şapkalı-kasketli mücadelesi olarak bilinen bu gerilim Tanzimatçı-bürokrat zümreyi öfkelendirmiş ve arkasından demokrasiye karşı ardı ardına askeri darbeler gelmiştir. Böylece halktan uzak bu zümre ve ahali arasındaki çekişme sonucu boşa harcanan millî enerji tarih boyunca zayıf noktalarımızdan birisi olmuştur. Oluşan bu yumuşak karın, küresel egemenlerin sürekli gözlemledikleri bir noktadır. Zira bizi yere kapaklandırmak üzere darbe indirmek için her defasında tam da bu yumuşak karnı seçmişlerdir. 

Sonuç olarak bugün gerek bize gerekse Venezuela’ya perde arkasından müdahale eden güçlerin hamlelerini tarih aslında bize çok iyi biçimde öğretmişti. Ama bu güçlerin her defasında nasıl olup da aynı noktalardan bize hamle yaptığını anlamak için daha fazla serinkanlı bir tarih okuması yapmamız lazım sanırım. 

@koray_serbetci