İmparatorluğun çocukları

Doç. Dr. Bengül Güngörmez/ Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
6.04.2019

“Emperyalizm geçmişe ait olsa da imparatorluk geleceğe ait olabilir” diyor tarihçi Alexander J. Motyl. Küreselciler ve açık, gizli paktlar gerçektir. Vicdanımız var evet. Madunların tarihine sığınalım ama nasıl? Gerçekten sığınabilir miyiz? Madunları savunmak için de güçlü olmak gerekir, küreseller arasında iktidara yürümek gerekir. Zayıfken zayıfları nasıl savunabilirsin?


İmparatorluğun çocukları

İstiklal Marşı” demişti rahmetli Hüsamettin Arslan, “İmparatorluğa yazılmış bir ağıttır”. Bir marş değil, bir ağıttır. Kaybedilen topraklara, yitirilen halk-lara yakılan bir ağıt. Hepimiz İmparatorluğun çocuklarıyız. Belki büyük dedelerimizden ninelerimizden daha az sarsılarak hissettik bu kaybı. Fakat ultra modern hayatlarımızda bile geçmişin hayaletleri bir anda karşımıza çıkıp bizi sarsabilir. “Aşk imiş her ne varsa âlemde, İlm bir kîl ü kal imiş ancak” demiş Fuzûlî. (Dünyada her ne var ise kaynağı aşktır; ilim ise koca bir dedikodu.) Akademisyenler olarak İmparatorluğun kaybını koca koca ciltler dolusu yazsak Mehmet Akif gibi hisli anlatamayız. İmparatorluk halklarının hislerine şair Akif gibi tercüman olamayız. Korkma! Diyordu Akif, Korkma! “Şairleri Allah söyletir” derler.

Kabul edelim, hâlâ korkuyoruz. Her seçimde korkuyoruz. Her seçimde, her toplumsal hareketlenmede beka sorunumuzu düşünüp endişeleniyo-ruz. Haklıyız korkmakta. Koskoca imparatorluğu kaybeden imparatorluk halkları olarak bize kalan son toprakları, memleketimizi, biricik memleke-timizi de kaybetmek istemiyoruz. Geçtiğimiz günlerde bütün dünyanın gözü önünde yeryüzünün şeytanı, Golan Tepeleri için imza attı. Şeytanın sağ kolu İsrail, o tepeleri 1967’de işgal edip, 1981’de de ilhak etmişti.  ABD başkanı Trump, kimin toprağını kime veriyor? Ve ona bizim haricimizde kim gerçekten itiraz ediyor? Batı, uygarlığın, insan hakları ve demokrasinin sözde temsilcisi AB sus pus. Rusya’dan anca cılız bir kınama geldi. Golan Tepeleri Suriye toprağıdır. Suriye topraklarını ilk elden paylaşmaya başladılar bile ve tamamını cayır cayır paylaşacaklar. Suriye’den önce de burası Türkmenlerin toprağıdır. Murat Bardakçı’ya göre, bölgede 11. Asırdan bu yana ikâmet eden Oğuzların Bayat aşiretine bağlı Türkmenlerin toprağı. Trump bir imzayla İsrail’e bu toprakları verdi: Sadece bir “imza”. Beka sorunumuz var mı yok mu koca koca adamlar, siyasetçi, yazar, akademisyen vs tv’lere çıkmış sabah akşam tartışıyorlar. Gazetelere habire yazılar yazıyorlar. Komik. Bunu tartışmak bile yersiz ve saçma. Bir imzayla koskoca bir toprak parçasının verildiği, zamanında cetvelle haritaların sınırlarının güçlü liderler tarafından çizildiği bir coğrafyada beka sorunu var mı yok mu tartışması güneş yarın doğacak mı doğmayacak mı tartışması kadar saçma ve cahilce. Koca bir imparatorluğu kaybetmiş olan ve yakın geçmişte bir zamanlar Osmanlı toprağı olan Filistin, Irak ve Suriye’de olup bitenleri hafızasına nakşeden bir milletin zekâsına böyle hakaret etmeniz gerçekten yersiz ve insafsızca. Tarih bilincimizi yok saymayın. Bu tarihin önemli tanıklarından “Suyu Arayan Adam” Şevket Süreyya Aydemir, askeri rüştiyeye girdiğinde okulun duvarlarına asılı Osmanlı İmparatorluğu’na dair haritaların önünde duruyor ve şöyle söylüyordu: “Afrika’da Trablus ve Bingazi’ye, kıtanın ortasındaki Sahra Çölü’ne kadar uzanıyor, Mısır ve Sudan’ı içine alarak Etiyopya’nın sınırlarına dayanıyordu bu topraklar. Tunus Beyliği’nin bile sınırları pembeyle çizilmişti, bu da aslında oranın bir bağlı devlet olduğu anlamına geliyordu. Hint Okyanusu’na kadar uzanan topraklar, Yemen ve Arabistan da bizimdi. Sina’ya kadar Irak ve Suriye; Rusya ve İran sınırlarına kadar Anadolu bizimdi. Girit, Kıbrıs, Ege, Trakya’nın tamamı, Ru-meli’deki bütün vilayetler (Balkanlar) bizimdi. Hatta bağlı devlet statüsündeki Bulgaristan bile bizim sayılabilirdi. Makedonya ve Arnavutluk’un ötesinde pembeye boyanmış Bosna-Hersek, imparatorluğun topraklarını Sava ve Dalmaçya’ya kadar uzatıyordu.

Anavatanın belirleyeni

Gerileme devrinde biz çocuklar haritaların önünde toplanır, devletimizin sınırlarına bakardık. Bu sınırlarla çevrelenmiş topraklara “Vatanımız” der, neşeyle “Vatanımız, devletimiz” diye tekrarlardık. Bu kelimeleri telaffuz ederken içimizdeki bir şeyin de şakıyacağını, kabaracağını hissederdik, işte bu hisler beni büyüttü, bana bir gurur duygusu verdi… Anavatanımın devletin sınırlarının uzanacağı her yer olduğunu biliyordum artık. Sınırları-mızın uzandığı yerler anavatanımızdı, bu sınırlar ordumuzun uzanabileceği yerlerdi.” (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi, 1967, s.44-45)

Ve demir eritildi. Aydemir sonradan işlerin değiştiğini, İmparatorluğun toprak kaybıyla beraber zorunlu olarak anavatanı asıl belirleyenin halk olduğu fikrine vardıklarını söyler. Bu minvalde yukarıdaki satırların sahibi olan Aydemir’in sonradan Pan Türkizm etkisi altında hareket etmesi kof bir ırkçılığa saplanmış olarak değil, kadim imparatorluk vizyonunu sürdürme niyetiyle değerlendirilmelidir. İmparatorluk vizyonu ne yazık ki İstiklal Harbi’nden sonra tamamen kaybedilmiş, Kemalizmin Türk milliyetçiliği gibi dar bir çerçeve içine başta Atatürk olmak üzere cumhuriyetin kurucuları ve sonradan onun ideolojik takipçileri tarafından Anadolu’ya hapsedilmiştir. Bununla birlikte cumhuriyet elitlerinin yaptığı gibi yeni devleti bu çerçe-vede kurabilir, kurumlarını oluşturabilir, eğitimden, sağlık, ordu, spor, din işleri ve kültüre kadar cumhuriyetin bütün kurumlarını ideolojik bir süzgeç-ten geçirebilirsiniz. Lâkin halkları sıfırdan yaratamazsınız, onun hafızasını silemezsiniz, hikmetin arka planda işlediği kadim tecrübesini rafa kaldıra-mazsınız. Kaldırdığınızı, baştan yarattığınızı sadece sanabilirsiniz. Toplumların sıfır noktaları yoktur. Sıfır noktası icat etme girişimi genelde halkı değiştirmek isteyenlerin halkı beğenmemesiyle neticelenir. Dostoyevski Puşkin’in ölümü üzerine yaptığı ünlü konuşmasında geleneksel Rus halkını beğenmeyen Batıcı Rus aydınlarına ironik bir şekilde şöyle söyletmişti: “Rus halkını yeniden yaratacağız daha da olmazsa Rus halkını ilga edip yerine yeni bir halk getirelim!” (Kendinizi) beğenin beğenmeyin biz imparatorluk bakiyesi halklarız. Auramız, kaybettiğimiz imparatorluğun kadim halkları ve hatıraları ile dolu. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren inanıldığı gibi seküler bir eğitimin ve milliyetçiliğin imparatorluğun kadim İslami geleneğinin tamamen yerini alabileceği olsa olsa bir yanılsamadır.

Ulus devlet elbisesi 

“İmparatorluk” lafı beyaz elitlerimiz için ne kadar da boş ve arkaik. Fakat imparatorluklar çöktü ve kayboldu diye hiç de küçümsenecek şeyler değil. “İmparatorluklar gerçekten ortadan kayboluyorlarsa” der, Charles Tilly, “ölümleri, dinozorların birden ortadan kaybolması kadar çetrefilli sorular doğurur.” Tilly’e göre, imparatorluklar uzun yaşamlarıyla, yarattıkları toplumsal kültür ve organizasyonlarla insanlık tarihinin kolayca alt edilememiş yönetimlerini oluştururlar. 2 bin yılı aşkın tarihiyle Çin egemenliğini kim kolayca alt edebildi? Ya da bin yıllık Bizans, 600 yıllık Roma ve 700 yıllık Osmanlı’yı? Rus Çarlığı yıkılmış dense de Sovyetler Birliği, imparatorluğun vizyonunu bir şekilde sürdürdü. Pek çok tarihçi Sovyetler Birliği’ni cumhuriyet değil, imparatorluk olarak görür. (SSCB’nin çöküşünün yarattığı acılar var elbet bu başka bir yazının konusu olsun). Biz ise imparatorluğun bakiyesi halklar olarak Batılı terziler tarafından imal edilmiş, içine sığmamızın zor olduğu, kumaşı bozuk daracık bir elbiseyi girmeye zorlandık: Ulus devlet elbisesi. Devlet olarak elbiseye sığmayan yerleri kesin atın. Darlığından ötürü oluşmuş çıkıntıların tepesine balyozu vurun… Günlerden birinde İzmir’in belki de kalan tek otantik muhiti (İzmir’deki kıraçlıktan ve beton yığınından nedense kimse söz etmiyor) Kızlar Ağası Han’da bulunan kahvemizdeki dostlarımdan birisi hararetli bir siyasi tartışmanın sonunda hepimize şöyle demişti: “Benim canımı artık hiçbir şey acıtamaz. Biz koca bir imparatorluğu kaybetmişiz.”

İmparatorluk çağı tamamen kapanmış da değil. Çağımızda ve gelecekte eski formuyla olmasa da yeni imparatorlukların doğuşunu düşünmek mümkün. İki kutuplu dünyanın çöküşünden sonra gizli ya da açık yeni paktlarla, yeni birliklerle imparatorluk vizyonunu devam ettiren küresel çapta dünya güçleri var. Çağımızda sadece ulus vizyonuyla düşünmek kesinlikle ahmaklığı davet eder. Üstelik imparatorluk bakiyesi bir halk olarak sadece ulus çerçevesinde düşünmek. Dar elbise. Mağlupsanız bir kere daha mağlup olursunuz.  Galipseniz köleliğe yelken açarsınız. Etnisiteyi siyasal amaç-ları doğrultusunda kullanan, ülkenizdeki etnik çatışmaları dışarıdan sürekli körükleyen devletlerin vahşi arenasında, toplum ve devlet olarak güçsüz-lük gösterdiğiniz ilk anda topraklarınız, söz konusu paktlarla imparatorluk vizyonunu sürdüren güçlü devletler tarafından önce kâğıt üzerinde sonra reel olarak bir anda paylaşılabilir. Tersi de elbet mümkün; önce reel, sonra kâğıt üzerinde. “Emperyalizm geçmişe ait olsa da imparatorluk geleceğe ait olabilir” diyor tarihçi Alexander J. Motyl. Küreselciler ve açık, gizli paktlar gerçektir. Vicdanımız var evet. Madunların tarihine sığınalım ama nasıl? Gerçekten sığınabilir miyiz? Madunları savunmak için de güçlü olmak gerekir, küreseller arasında iktidara yürümek gerekir. Zayıfken zayıfları nasıl savunabilirsin?

Çarıklılar...

Tarihçi Karen Barkey’e göre, bir imparatorluk devrimle yıkılmamışsa eğer, sosyal yapısının büyük bölümü imparatorluk sonrası kontekstte yeni-den üretilir. Bence Barkey’in tespiti eksik. Devrimle yıkılmışsa da üretilir. Geçmişin insanlar üzerindeki gücünü Barkey küçümsüyor. Çatlaklardan gelen sızıntıları kimse tahmin edemez. (Haklı olduğumu görmek isterseniz Orlando Figes’in Karanlıkta Fısıldaşanlar adlı kitabını ve bol bol Svetlana Aleksiyevic’in yazdıklarını okuyun.) Bu bizim için de böyledir. Osmanlı İmparatorluğu öncesine kadar gidip tarihten biraz sembol ve efsane toparla-yıp yeni ulusu ve ulusun kimliğini Batılı bir kimliğe göre yukarıdan aşağıya inşa etme teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Başarılı olsaydı sağın iktidara gelişinden bu yana, siyasetteki “Toplum muhafazakârlaşıyor mu?” türünden tartışmaları kesinlikle yaşamazdık. Darbeler hiçbir şekilde ya-pılmazdı. Elbette sosyolojik olarak Türkiye’deki muhafazakâr da moderndir ama kendi tarzında moderndir. O, Hüsamettin Arslan’ın deyişiyle mo-dernleşmenin bedelini en fazla ödeyen toplumsal kesimdir. Yeni düzende üvey evlat muamelesi gören İmparatorluk çocukları: Çarıklılar! (Kara çar-şaf, sarık ve cübbe, sakal, baş örtüsü, şalvar, tespih, ezan, minare, Kur’an, namazlık, kurban...) Ve çarıklıların iktidarına tahammül edemeyen Batıcı ve sekülarist beyaz elitler. Türkiye’nin geleceğini bu iki grubun çatışmasının neticesi belirleyecek gibi görünüyor. Bir toplumdaki çatışmalar, toplumsal müzakere düzeyinde, şiddet dolu değil ve kansızsa o toplumu dinamik ve ayakta tutar. Ancak tersi durumda toplumu gruplar arası tahakküme, genel olarak zayıflamaya, çöküşe ve güçlü emperyalist devletlerin onu işgal girişimine götürür. Eyvallah! Lâkin biz imparatorluk çocuklarıyız. “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” Korkma! umuttur. Fakat yine de biz Akif’le söyleyelim, “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırma-sın.”  

@GungormezBengul