İmralı otoritesini tesis için ölmeye yatmak

ÜMİT FIRAT/Yazar
24.11.2012

Sanırım sembolik bir tarih olduğu için 12 Eylül günü başlatılan ve ölüm sınırına varan açlık grevi/ ölüm orucu eylemleri, 18 Kasım günü sona erdirildi.


İmralı otoritesini tesis için ölmeye yatmak

Muhtemeldir ki örgütün tepesinde eylemin ölümlerle bitmesini hedefleyen ve bundan siyasi rant elde etmeyi bekleyenler vardı. Bu bakımdan ölüm orucu sonucu cezaevinden çıkabilecek her bir cenaze, başta ölenin ailesi ve yakınları olmak üzere tüm insanlık için tabii ki elem ve umutsuzluk veren bir sonuç doğuracaktı. Buna karşın örgütteki savaşçı otoriter kanadın böylesi olaylardan kendileri için siyasi propaganda ve rant beklediği bilinmekteydi. PKK’nin 35 yıllık siyasi geçmişine az çok tanıklık edenler Öcalan dışındaki hiçbir PKK’linin öldürülmüş ya da ölmüş bir PKK’li kadar değerli ve saygıdeğer olmadıklarını bilirler.

Gerek siyasi çevrelerde, gerekse de medyada çeşitli vesilelerle yapılan tartışma ve değerlendirmelerde açlık grevlerinin örgüt talimatıyla gerçekleştirildiği görüşü yaygındı. Şahsen bu görüşlere katılmadığımı belirtmek istiyorum. Yine PKK’nin geçmişine bakıldığında görülecektir ki, örgütün “Önderlik (Abdullah Öcalan veya İmralı)”, “Dağ Kadrosu”, “Avrupa Kadrosu”  vb gibi eğilimlerinin yanı sıra bir de “Cezaevindekiler” olarak dikkate alınması gereken güçlü bir kanadı da vardır. 30 yılı aşkın bir süredir Türkiye cezaevlerinde oldukça kalabalık bir şekilde yaşamakta olan bir “PKK’liler gerçeği” vardır ve bu insanlar zaman zaman örgüt politikalarının oluşumunda etkili de olmuşlardır. Hatta 1 Haziran 2004’te PKK’nin savaşı yeniden başlatmasından önceki dönemde, örgütün Türkiye içi faaliyetleri, başta Bursa Cezaevindekiler olmak üzere neredeyse cezaevlerinden yönetiliyordu ve bunu bilmeyen ilgili ve yetkili yok gibiydi. Bu itibarla cezaevlerinde böylesi siyasi eylemlere karar verecek bir irade hep vardı ve oradakileri dışarıdan verilen emirlerle, talimatlarla hareket eden basit birer militan olarak değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum.

İçeridekiler de bir kanat

Ancak yine de böyle bir kararın PKK’nin Kandil’de Cemil Bayık’tan sonraki iki numarası Duran Kalkan’ın 14 Ağustos 2012 günü ANF’deki açıklamalarının da etkili olması akla gelebilir. Şöyle diyordu Kalkan: “Herkes olduğu yerde kendini savunmak, halkı savunmak, devrimci değerleri savunmaktan kendini sorumlu görmeli. Bunun bilinciyle dolmalı, bunu nasıl yapacağını planlamalı, kendini buna göre eğitmeli, örgütlemeli ve donatmalı. Hangi araçla mücadele edecekse o araçla donatmalı ve sonuç almalıdır.” Bu açıklama karşısında içeridekilerin de mücadeleye katkı sunmak, karınca kaderince ellerinden gelebilen bir şeyler yapmak üzere harekete geçmiş olmaları mümkün.

Başlangıç sebebi ne olursa olsun, eylemin ilerleyen günlerinde, bir yılı aşkın bir süredir PKK bahsi geçen günlük tartışmalarda ağırlığı hissedilmeyen, hatta Silvan hadisesi sonrasında artık PKK’ de eskisi otoritesi kalmadığı sanılan Abdullah Öcalan’ın sahneye çıkması, hatta çıkmakla kalmayıp, örgüt için ne büyük bir önem ve ağırlığa sahip olduğunu da bu vesileyle göstermesi bekleniyordu. Uzun zamandan beri biliyoruz ki, Öcalan’ın, bunca yıldır kurup yönettiği örgütünde yıprandığını veya ağırlığını kaybettiğini hissettiği zamanlarda, kendisini önemli ve vazgeçilmez kılmak için bazı bağlılık eylemleri sahneye konur. Elbette o da, böylesi kritik bir aşamada son söz hakkının kendisinde olacağını bilir ve rolünün gereğini yapar.

Böylece, Öcalan’ın otoritesini “zayıfladığı” veya “kaybettiği” gibi evhamlara kapılma durumlarında, uygun bir zemin yaratılması ve yeniden itibar kazanması için örgüt tabanı her zaman imdada yetişir ve Önderlerine sadakat ve bağlılıklarını ortaya koymuş olurlar.

Eskiden bu işlerin sonunda Öcalan, sadece örgütünde ve kendisine bağlı insanlar arasında kan tazeleyip otoritesini artırırdı. Oysa bu son eylemlerin ardından yeni bir durum daha gerçekleşti ve Öcalan sadece kendi tabanında değil, Kürt olmayan pek çok yazar ve entelektüel tarafından da büyük bir takdirle karşılandı. Genel olarak Öcalan’ın yegâne muhatap olarak görülmesi gerektiği yönünde ortak bir kanaat hâkim oldu. Çok değerli ve iyi niyetlerinden asla kuşku duymayacağımız pek çok gazeteci ve yazar arkadaşımız Öcalan’ın otoritesini yeniden kabul ettirdiğini, bunun neredeyse alkışlanacak bir gelişme olduğunu, hükümetin de buna destek vermesi halinde bu sürecin barışa dönüşebileceğini yazıp ifade ettiler.

Öcalan’ı anlamaya çalıştığını, bu inanç ve tezlerinin ne kadar doğru çıktığını ve artık bu “Öcalan Gerçeğini” kendileri gibi devletin ve herkesin de kabul etmesi gerektiğini söyleyenler oldu. Hatta Kürt meselesi konusunda daima iyi niyetle hareket etmiş ve hiçbir zaman resmi görüşlere itibar etmemiş değerli bir yazar arkadaşımız öyle bir iyimser heyecana kapıldı ki, Öcalan’ın bir Mandela olabileceğini bile yazdı.

Öcalan gerçeğinin mahiyeti

Aslında aklı başında hiçbir Kürt, “Öcalan Gerçeği”nin PKK ve Devlet için ne anlama geldiğini görmezden gelmedi. Hatta bunu Kürtlerden önce başta MİT ve askerler olmak üzere devletin ilgili diğer kurumları da biliyor ve “gereken” hassasiyet ve titizliği gösteriyorlardı. Gerek 1984-1995 yılları arasındaki yazılarından derleyip yayınladığı “Devrimin Dili ve Eylemi” kitabında, gerekse 1996 yılında Mahir Sayın’la yaptığı uzun bir röportaj olan “Erkeği Öldürmek” isimli kitapta Öcalan’ın kendi ağzıyla bu ilişkileri açık olarak anlattığını biliyorduk. Keza 15 Şubat 1999’da Kenya’da teslim alınıp İmralı Adası’na getirildikten sonra oluşan PKK Başkanlık Konseyini ikna ederek örgütün yönetimini yeniden ele alması için başta avukatları aracılığıyla sürdürdüğü temaslar olmak üzere, ilgili devlet görevlilerinin hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarını da görmezden gelmek mümkün olabilir miydi? Bunca yıldır düşmanları tarafından büyük bir özenle “korunan” bir insanın otoritesini ve önemini anlamamak olur muydu hiç?

Şimdi gelelim açlık grevinin gerekçelerine:

Birincisi anadilde eğitim hakkının tanınması; ikincisi mahkemelerde ana dilde savunma hakkının tanınması; üçüncüsü Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin sona erdirilmesi.

İlk talep zaten yeni bir anayasa maddesi ile ele alınıp çözümlenmesi gereken bir konuydu ve açlık grevi talebi olarak kimse tarafından pek ciddiye alınmadı. Kaldı ki, TBMM’de halen BDP de dahil bütün partilerin eşit olarak katılıp temsil edildiği bir Yeni Anayasa Hazırlık Komisyonu çalışmaları da sürdürülmektedir.

İkinci talep meşru bir taleptir ve zaten hemen her Kürt yurttaşın talebi olarak oldukça günceldir. Keza 30 Eylül’de gerçekleşen AK Parti Büyük Kongresinde açıklanan “Ak Parti 2023 Siyasi Vizyonu-Siyaset, Toplum, Dünya”  başlıklı metinde de, planlanan hedefler arasında yer almıştır.

Üçüncü talebin her ne kadar açlık grevindekilerin talepleri arasında niçin yer aldığı sorgulanmış olsa da, aslında eylemin can alıcı hedefinin bu madde olduğu göze çarpmaktaydı. Nitekim açlık grevinin ölüm sınırına varmasına neden olan tıkanıklıkta, eylemin ortaya çıkan gerçek hedefinin burada saklı olduğu anlaşıldı. Nihayet anlaşıldı ki, ölüm sınırına gelmiş insanların tek hedefi kalmıştı ve bu da Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmesinin gerçekleştirilmesiydi.

Tabii bunun için ölüm orucu gerekir miydi? Oldukça tartışmalı bir konu, ama talep bir örgüt talebiydi ve bunun için savaşanların ölüm orucuna başvurmalarının mantığı anlaşılabilirdi.

Eylemin ve son sözün amacı

Aslında yasal olarak Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin önünde hiçbir engel yoktu. Ancak yıllardır ortaya çıkan manzara şunu gösterdi ki, Öcalan avukatlarıyla bir hükümlünün avukatlarıyla görüşmesi gereken konuları görüşüyordu. Oradan talimatlar vererek örgütünü yönetti. 1999’da savaşın durdurulması talimatını verdi. 2004 yılı başlarında kardeşi Osman Öcalan da dahil Nizamettin Taş, Kani Yılmaz (Faysal Dunlayıcı), Halil Ataç, Hıdır Yalçın gibi PKK Merkez Komitesinde bulunan savaş karşıtlarının tasfiyesi ile savaşı yeniden başlatılması talimatını oradan verdi. KCK’nın kuruluşunu oradan planlayıp gerçekleştirdi. Demokratik Özerklik projesinin temel çerçevesini oradan dikte ettirdi. DEHAP’ın kapatılması, kurucularının kimler olması, DTP’nin kurulması dahil parti faaliyetlerine oradan müdahale etti; yöneticilerinden genel ve yerel seçimlerdeki çeşitli kademelerde göreve talip olan adaylarına varıncaya kadar oradan belirledi. Sanırım bütün bu faaliyetlerini sürdürdüğü dönemde İmralı Adası’nın statüsü Başbakanlık Kriz Yönetimi adlı bir derin devlet yapısı tarafından belirleniyordu ve adaya kimin girip çıktığı veya Öcalan’ın ne yapması veya yapmaması gerektiğine de onlar karar veriyordu. Son 2-3 yıldır bu statünün artık devam etmediğini duyuyoruz.

Sonuç olarak ölüm oruçlarının yegane hedefi Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesinin sağlanması noktasında düğümlendi ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tür eylemlerin başlaması konusuna karışmamış olsa da bitirilmesi için son sözün Öcalan’a ait olduğu biliniyordu. Biliniyordu, ama Öcalan bunu ne zaman söylemeliydi? Artık eylem bir hedefin aracı olmaktan kopmuş, neredeyse ölümün hedeflendiği bir noktaya kaymıştı.

Dışarıdakiler hiç üzerine alınmadı

Burada zamanlama çok önemliydi çünkü her an ölümler vuku bulabilirdi. Öcalan’ın ailesinden birilerinin İmralı’ya gitmesi açıkça örgüt tarafından engelleniyordu, ama bu defa ölüm riski kapıya dayanmıştı. Tuhaf bir diplomasiyle kardeş Mehmet Öcalan’a örgütten vize sağlanarak apar topar İmralı’ya gönderildi ve nihayet beklenen son sözler Abdullah Öcalan’dan alındı:

“Açlık grevi eylem tarzı olarak genel itibariyle doğru bulmamakla birlikte, açlık grevleri yapılacaksa bile içeridekilerin değil dışarısının yapması gerekir. Açlık grevi eylemi çok anlamlıdır. Bu eylem yerini bulmuş ve amacına ulaşmıştır. Hiçbir tereddütte kalmadan, bir an önce açlık grevine son versinler. ...”

Cezaevindekilerin açlık grevlerine son vermelerini söylerken, dışarıdakilerin bırakmaları yönünde bir talimatı yoktu, ama onlar bu sözleri hiç üzerlerine almadılar ve kendi eylemlerine de son verdiler. Ne var ki, her türlü karamsarlığa rağmen, gelinen noktada, benzer eylemler karşısında geçmişte yaşanan acı olayların aksine, ölüm dâhil çok vahim olaylar yaşanmadan eyleme son verilmesi, yine de önemsenmesi gereken sevindirici bir gelişmedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sırf kendisinin örgütüyle temasını sağlayan avukatlarıyla görüşebilmesinin önünü açmak için ölmek üzere olan taraftarlarına tam da ölümün eşiğine geldikleri bir aşamada eylemlerine son verme çağrısı yapmanın, adeta olmayacak bir şey başarılmış, bir mucize gerçekleştirilmiş gibi algılanıp sunulmasının mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Netice itibariyle kendisiyle ilgili bir talep için ölmemeleri gerekmediğini söyledi ve hepsi bu kadar.

Silah bıraktırmak mümkün mü? 

Bu noktadan bakarak işi Öcalan’ın artık barışı da getirebileceği iyimser analizlerine vardırmanın bir manası var mı? Elbette ki Kandil ile Öcalan arasında yüzde yüz bir uyum olmadığı açıktır. Ama bu uyumsuzluk Öcalan Şam’da yaşıyorken de söz konusuydu ve yeni bir durum değildir. Şimdi kalkıp Kandil’le Öcalan arasında bir bilek güreşi varmış gibi ortaya çıkıp Öcalan’dan yana olmak bir sonuca götürür mü? Bu hayalleri kuranlara fazla heyecana ve iyimserliğe kapılmamalarını tavsiye ederiz. Zira Öcalan ve Kandil arasında bekledikleri gibi bir maç hiç olmayacaktır. Unutmamak lazım ki, şu anda Kandil’dekiler 2004 yılında Öcalan’ın örgüt içersinde ağırlığını koyarak orada yönetime gelmişlerdir ve şu an için yeni bir alternatifleri de yoktur. 

Ama yine savaşın başlatılmasında etkin bir rolü olan derin devletin, artık Öcalan üzerindeki eski etkinliği kalmamış olsa da, Türkiye, İran ve Suriye ilişkilerinde yeni ve farklı bir barış sayfası açılmadığı takdirde, başlattığı savaşın sona erdirilmesi için PKK’ye silah bırakma çağrısı yapabilecek yegâne insan da Abdullah Öcalan’dır. Tabii onun bu çağrıyı yapabilecek ve dinletebilecek düzeydeki örgütsel ilişkilerinin 1999 koşullarına göre oldukça geriletilmiş veya zayıflamış olduğunu, örgütüne eskisi kadar söz geçiremediğini de gözden uzak tutmamak lazım. 

[email protected]