İncelmiş müdahale süreçlerinin miladı

Dr. Necdet Subaşı / Yazar
27.02.2021

28 Şubat öncesinde gerçekleştirilen askerî müdahalelerin, örneğin dine, zaman zaman araçsal bir öğe olarak başvurmakta beis görmeyen siyaseti, yeni süreçle birlikte bütünlüklü olarak gözden geçirilmiştir. Böylece dinselliğin gündelik yaşamda irticaî bir kıymet kazanmasına karşı ciddi bir set üretecek pek çok strateji, proje ve siyaset ihmal edilmemesi gereken bir süreklilik ve dirençle harekete geçirilmiştir.


İncelmiş müdahale süreçlerinin miladı

28 Şubat süreci, değişik adlandırmalara konu olsa da bunlar arasında kamuoyunda en çok rağbet bulanı "postmodern darbe" ifadesi olmuştur. Hiç kuşkusuz bu tercihte, adlandırmanın bizzat askerî yetkililer tarafından yapılmış olması belirleyicidir. Kavrama öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sahip çıkması Türk siyaset dünyasındaki ana güzergâhlardan birini oluşturan 28 Şubat sürecinin soğukkanlı bir şekilde ele alınmasını, tartışılıp değerlendirilmesini önemli ölçüde kısıtlamış olmalıdır.

Süreç, ekonomik ve politik alanda yarattığı sarsıntılar kadar, gündelik hayatın yeniden kurgulanması, kültürel referans kodlarının gözden geçirilmesi, dinselliğin daha dar ve öznel bir zemine kaydırılması gibi pek çok konuyla, ilgili, tarafların kendi durumlarını mağduriyet, travma, kaos, anomi, yozlaşma, militan demokrasi, radikal İslâm, radikal laiklik ve sekülerleşme vs. gibi kavramlarla ilişkilendirmeye çalıştıkları köklü bir değişim konseptini ifade eder.

"Postmodern darbe" ifadesi 28 Şubat 1997'de TSK öncülüğünde "bir kısım medya" ve kimi "sivil toplum kuruluşları"nın desteğiyle gerçekleştirilen müdahaleyi tanımlamak üzere üretilen bir kavramsallaştırmadır. Müdahalenin biçimi ve öne çıkan aktörlerinin çeşitliliği, darbenin postmodern kalıpları içinde değerlendirilmesini kolaylaştırır. Böylece şaşırtıcı bir şekilde, bilinen tüm anlamlarıyla somut bir değişimi öngören darbe kavramıyla daha ortaya çıktığı andan itibaren muğlâk bir kavram olarak şekillenen postmodernliği bir arada kullanabilmek ancak mümkün olabilmiştir.

Bir uyum sorunu

Bununla birlikte postmodern kavramının darbe süreçleriyle birlikte kullanılması bir uyum sorunu yaratır. Çünkü kavram, dayandığı referanslar dikkate alındığında pek az hatırlanmakta ve yeni olan her şey için gelişigüzel bir şekilde kullanılmaktadır. Son tahlilde postmodernizm, içeriksiz bir medya klişesi olarak tekrarlansa da kavramın gelişigüzel istihdamı yine de sorun üreticidir. Sorun daha çok "postmodern" ve "darbe" kavramlarının soy kütüğünde içkin olan farklılıklardan kaynaklanır. Bu nedenle darbe kavramıyla postmodern kavramını birlikte ve neredeyse birbirini tamamlayan bir kalıp içinde kullanmanın ironik hatta yer yer de uyumsuz sayılabilecek yanlarını göz ardı etmemek gerekir.

Tanımlamadaki farklılıklara rağmen "postmodern darbe" ifadesi, Millî Güvenlik Kurulu'nun (MGK) 28 Şubat 1997'de gerçekleştirdiği toplantıda alınan kararları müteakiben ortaya çıkan siyasî, idarî, hukukî ve toplumsal alanlardaki diğer değişimleri ifade etmek üzere kavramsallaştırılmıştır. Kararların ardından iktidardaki Refahyol hükümeti son bulmuş, bir dizi gerilim ve çalkantının habercisi sayılan bu darbe de Türk toplumu için oldukça incelmiş sayılabilecek değişik müdahale süreçlerinin göz ardı edilemeyecek yeni bir miladı olmuştur.

28 Şubat 1997'de seçimle işbaşına gelen Refahyol hükümetini "kansız" bir şekilde iktidarı terk etmeye zorlayan müdahale, kamuoyuna asker-sivil ittifakının emsalsiz bir örneği olarak yansı(tıl)mıştir. 28 Şubat'ta Kemalist hassasiyetler etrafında buluşan geniş katılımlı bir yapılanma, iktidardaki hükümeti, başta laiklik konusundaki uygulamaları olmak üzere pek çok konudaki tasarrufları nedeniyle sorgulamış ve sonunda da onu istifaya zorlamıştır. Bilahare Orgeneral Çevik Bir, darbenin bir "postmodern darbe" olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiş, bu görüşünü de darbeye katılanların çoklu karakterine (asker, sivil, medya ittifakı) ve beklenilenin aksine müdahalenin kan akıtılmadan gerçekleşmesine bağlamıştır.

Refahyol hükümeti, daha başından beri, darbeyi gerçekleştiren oluşumun varlığından hoşnut olduğu bir koalisyon değildi. Aslında hem asker hem de sivil inisiyatifin önde gelen aktörlerinin, İslâmi talepkârlık arzusunu hiçbir zaman saklama gereği duymayan ve bu nedenle de öteden beri dikkat çekici düzeyde sorunlu buldukları Erbakan'a ve önderlik ettiği hemen her şeye karşı açıkça mesafeli hatta karşıt bir şekilde konuşlandığı söylenebilirdi.

Evhamlı tedirginlik

Erbakan, genellikle sağ siyasetin önde gelen bir parçası olarak değerlendirilse de aslında o, kendi vurgusunu her zaman sağ ve sol siyasetlerin dışında tutmayı başarmış İslâmcı bir politikacıydı. Kurduğu partilerle ve "Millî Görüş" kavramı etrafında, içeriği dinî, millî ve muhafazakâr reflekslerin bir toplamından ibaret söylemiyle Müslüman modernleşmesine öncülük ediyordu. Aslında Türk demokrasisi, din söz konusu olduğunda, daha başından beri evhamlı sayılabilecek bir tedirginlikten sıyrılabilmiş değildi. Zamanla gerek Refah gerekse Fazilet Partisi'nin kapatma davalarında da sık sık dile getirileceği gibi Erbakan ve arkadaşlarının öncülük ettiği hemen her kümelenmede, bir tür irtica fideliği suçlaması için bazı hazır verilere ulaşmak imkân dahilindeydi.

Bu çerçevede Refah Partisi'nin iktidarı özellikle Kemalist elit tarafından tam bir sürpriz ve akabinde de derin bir hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Türk demokrasisinin yapısal sorunları ve asla Erbakan'a teslim edilmemesi düşünülen yönetim, karmaşık siyaset oyunları içinde tüm beklenti ve planlamaları bozan bir şekilde gerçekleşti ve sonuçta dağılan Anayol hükümetinin arkasından (5 Haziran 1996), Refahyol hükümeti kuruldu (7 Haziran 1996).

Rejimin gerçek sahipleri(!)

Hükümetin ve partili yerel yönetimlerin icraatlarını dikkatle izleyen MGK, rejimin gerçek sahibi ve koruyucusu olma sıfatıyla mevcut gidişata etkili ve kalıcı bir şekilde "Dur!" demenin uygun bir vasatını kolluyordu. Gerçi müdahaleye ilişkin argümanları tek başına bir "dinselliğin artışı"yla ya da "irticanın yükselişi"yle irtibatlandırmak zordu. Nitekim darbenin gerekçe ve uygulamalarına vurgu yapan pek çok kritikte, "din"in bu iddialar içindeki araçsal yanına özellikle dikkat çekilmiştir.

MGK tarafından, Erbakan hükümetinin "laiklik karşıtı faaliyetleri" dikkatle izlenmekte, bu bağlamda ancak bir niyet okumayla değerlendirilebilecek uygulamaları da dâhil olmak üzere hemen her adımı, örtük ya da açık bir dille başta medya olmak üzere pek çok mahfilde tepki buluyordu. Aslında MGK'nın irtica konusundaki dikkatine en somut ve kalıcı destek öncelikle medyadan sağlanabilmişti. Medyada hükümetin laikliği tehdit eden icraatlarının sık sık çetelesi yayınlanıyor, yanı sıra "esas devlet"in bu gidişata bir dur demesi hâlinde gerekli desteğin her hâlükârda sağlanacağı va'd ediliyordu.

'İrtica repertuarı'

Refahyol hükümetine yönelik suçlama ve iddialarda, sonradan 28 Şubat aktörlerinin müktesebatıyla örtüşecek olan, sınırları oldukça geniş tutulmuş bir irtica repertuarıyla çoğunlukla belli başlı noktalardaki dinsel görünürlüğün sınır tanımaz yükselişine dikkat çekiliyordu. 28 Şubat 1997'de hükümete onaylaması için sunulan 18 maddelik restorasyon önerisinin dayandığı temel noktalar arasında belli başlı "irticaî göstergeler" yer alıyordu.

28 Şubat öncesinde gerçekleştirilen askerî müdahalelerin, örneğin dine, zaman zaman araçsal bir öğe olarak başvurmakta beis görmeyen siyaseti, yeni süreçle birlikte bütünlüklü olarak gözden geçirilmiştir. Böylece dinselliğin gündelik yaşamda irticaî bir kıymet kazanmasına karşı ciddi bir set üretecek pek çok strateji, proje ve siyaset ihmal edilmemesi gereken bir süreklilik ve dirençle harekete geçirilmiştir. Zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla başlayan bu düzenlemelerde, dinin irticaî bir harekete pekâlâ destek olabileceği korkusu sürekli olarak canlı tutulmuş, geri dönülmesi muhal sayılabilecek bir duyarlılık seferber edilmiştir. Bu çerçevede "gerekirse bin yıl sürer" ifadesi de 28 Şubat süreci için kullanılmıştır.

@darulmedya