İnsan hakları yoksa bir aldatmaca mı?

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
1.12.2019

Hakkı savunma biçiminiz o hakkı savunan ya da fiili olarak savunmayan diğerleri için psikolojik bir şiddete dönüşüyorsa ve o hak o kimselere zorla dayatılıyorsa, hak savununuz bir reklama ya da kitleleri mobilize eden bir araca dönüşmüşse, mazlumken ve hak iddia ederken, bu hak talebine dayanarak bir zalime dönüşmüşseniz burada çok ciddi bir sorun var demektir.


İnsan hakları yoksa bir aldatmaca mı?

1999 yılında kadınlara yönelik şiddete karşı toplumlarda bir farkındalık yaratmak amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararıyla ilan edilen 25 Kasım Kadına Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü (International Day for the Elimination of Violence against Women) vatandaşlar ve çeşitli sivil toplum örgütleri tarafından geçtiğimiz günlerde pek çok platformda kutlandı. Kadınların haklarının korunması, kadına yönelik şiddetin engellenmesi, kadınların özel ve kamusal hayatlarında barışçı, huzur dolu bir ortamda yaşayabilmeleri için yapılan bu girişimler elbette farkındalık yaratma açısından önemli. Ancak ilginç olan şu ki bu kadar sert protestolara rağmen kadına şiddet gün geçtikçe artıyor yahut zaten eskiden beri var olan kadına şiddetin kamusal alandaki görünürlüğü yükseliyor. Belki de meselenin haklar temelinde tanımlanmasından kaynaklı sorunlar söz konusu. 

Simgesel bir oyunun kuralı 

Ünlü Fransız düşünür Jean Baudrillard bir keresinde haklar için, bir yerde haktan bahsediliyorsa bu, orada o hakkın kalmadığı anlamına gelir demişti. Baudrillard’ın hak istemenin ne kadar saçma olduğu hususundaki sözlerine kulak verelim. Şöyle söylüyor Baudrillard: “Kötülüğü dile getirmeyi bilmiyoruz artık. Bildiğimiz tek şey insan hakları söylemini bağıra bağıra tekrarlamak: dindar, zayıf, gereksiz, ikiyüzlü, iyiliğin doğal çekimine olan aydınlıkçı inanca ve insan ilişkilerinin idealliğine dayanan bir söylem (oysa kötülüğe kötülükle karşılık vermekten başka çıkar yol yoktur)… Yaşama hakkı tüm dindar ruhları titretir, öyle ki sonunda ölme hakkı olmaya varır ve tüm bunların saçmalığı da burada açığa çıkar. Çünkü sonuçta ölmek –ya da yaşamak (mutlu ya da mutsuz) bir yazgı, bir kaçınılmazlıktır, yoksa bir hak değildir. Neden erkek ya da kadın olma ‘hakkı’ istenmesin? Neden Aslan ya da Kova ya da Yengeç burcu olma hakkı istenmesin? Peki böyle bir hak varsa, erkek ya da kadın olmak ne demektir? Heyecan verici olan şey, yaşamın sizi erkek ya da kadın yapmış olması ve sizin de kabullenmenizdir. Bu simgesel bir oyunun kuralıdır ve bu kuralı ihlal etmenin hiçbir anlamı yoktur. Satranç atını düz çizgi üzerinde ilerletme hakkı isteyebilirim, ama bunun ne anlamı olabilir? Bu tür işlerde hak aptalca bir şeydir.” Gerçekten de Baudrillard’ın söylediği gibi hak isteme meselesi Batı’da “beyaz eşya sahibi olma hakkı”na kadar dayandı. İtalya’da bir milletvekili bu konuda mecliste önerge bile verdi. Ve keskin üslubuyla şöyle devam ediyor Baudrillard: “Çernobil, Ermenistan’daki deprem ve atom denizaltısının batması ile birlikte SSCB’nin insan hakları yolunda dev (Helsinki ya da başka bir yerdekinden hayli daha büyük) bir adım attığına kuşku yok: Felaket hakkı. Esas temel hak: Kaza hakkı, suç hakkı, yanlışlık yapabilme hakkı, kötülük hakkı ve en kötü olma hakkıdır, yoksa yalnızca en iyi olma hakkı değil: Mutluluk hakkından çok daha fazla, sizi adına yaraşır bir insan yapan budur işte. Hak karşı konulmaz biçimde bu uğursuz eğilimi izler ve böylece bir şey kendiliğinden iyi gittiğinde her tür hak gereksiz hale gelir; ve eğer hak talebi dayatılıyorsa, istenen şey kaybedilmiş demektir: Su, hava, yer hakkı tüm bu öğelerin adım adım yok olduğunun teyit edilmesidir. Cevap hakkı diyalog yokluğunu gösterir vs. (Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı Yayınları, s.93-94) İnsan haklarının ideoloji olduğunu düşünen Baudrillard, insan haklarının kutsanmasında budalalığın önlenemeyen yükselişini görür. Kadına şiddete karşı protestolar yükselirken, herkesin kadın haklarından söz ettiği bir ortamda kadına şiddetin de bu kadar yükselmesini herhalde Baudrillard hiç de garip bulmaz ve bize gülümserdi. Ben, insan hakları konusuna Baudrillard kadar radikal bakmasam da onun bir ideoloji olduğu konusunda Baudrillard’la hemfikirim. Meselenin hakları sürekli olarak bağırıp çağırmakla hallolacağını düşünmüyorum. Hatta protesto adındaki bu bağırış çağırış, kadınların eşlerine ya da çocuklarına yaptığı veya kimi zaman kaynanaların gelinlerine yaptığı psikolojik şiddeti bana çok daha fazla çağrıştırıyor. Bazen kafamda şöyle bir hayal kurarım. Bu protestoyu kadınlar değil de erkekler yapsaydı, yani “Kadına şiddete hayır” diye sadece erkekler yürüseydi belki daha anlamlı bir girişim olurdu. Ya da sessizlik ve tevekkül içindekiler, kimi zaman yüksek sesle bağıranlardan çok daha fazla şey anlatır. 

Baudrillard insan haklarını ne kadar eleştirse de yine de elimizde haklardan, insan haklarından daha faydalı ve kullanışlı bir aparat yok. Felsefi bakımdan eleştirebiliriz belki ama uygulamaya geçince işler değişiyor. Her ne kadar insan hakları iddiasının bir ülkenin iç işlerine karışmanın aracı olduğunu düşünenler olsa da –özellikle Marksistler insan haklarını savunan liberal söyleme karşı böyle düşünmüş ve ondan önce Marx insan haklarının ısrarla aslında burjuva haklarını maskelemek üzere ortaya atıldığını ileri sürmüş-  söz gelimi cezaevinde acımasız işkencelere maruz kalan bir mâhkumu bu işin faili olan devlete karşı savunmanın daha iyi bir yolu yok gibi görünüyor. Ya da aile içinde şiddete uğrayan bir çocuğa akrabaları, komşular ya da devlet sahip çıkmıyorsa insan hakları aktivistlerinden başka onu kim düşünebilir? 

Yasayla adalet de aynı değildir 

Bütün bunlara rağmen bir hakkı savunurkenki hareket tarzımız çok önemlidir. Hakkınızı ifade etme tarzınız, üslubunuz sizi haksız çıkarabilir veya bir hakkı savunurken başka bir hakkı ihlal ediyorsanız (söz gelimi vuku bulup bulmadığı tartışmalı olsa da kadın haklarını savunurken öttürdüğünüz düdükler ezanı protestoya dönüşüyorsa ve kişilerin yasal olarak da tanınmış inanç özgürlüğüne meydan okuyorsanız) ya da hakkı savunma biçiminiz o hakkı savunan ya da fiili olarak savunmayan diğerleri için psikolojik bir şiddete dönüşüyorsa ve o hak o kimselere zorla dayatılıyorsa, hak savununuz bir reklama ya da kitleleri mobilize eden bir araca dönüşmüşse, mazlumken ve hak iddia ederken, bu hak talebine dayanarak bir zalime dönüşmüşseniz (önceden kurban ve mazlum olan Yahudilerin, yani İsraillilerin komşu halklarına karşı katil olmak istemesi veya PKK gibi bir halkın kurtarıcılığına soyunan örgütlerin vahşi infazları) burada çok ciddi bir sorun var demektir. Unutmamak gerekir ki dünyadaki pek çok terör girişimi de eninde sonunda bir hak ya da hak ihlali iddiasına dayanır. Hiçbir cinayet kusursuz değildir üstelik yasayla adalet de aynı değildir. İnsan hakları yasasının yaratıcısı olan ve onu tüm dünyaya ihraç eden Batı, kendisine sığınan mültecilere, azınlıkta kalan Müslümanlara olan tavrıyla insan haklarının hurda deposu gibi. 

Peki şiddet için ne söylenebilir? Şiddet bütün toplumların, uygarlığın hatta modern uygarlığın da bir gerçeği. Kimi zaman sosyolojide hatta antropolojide, bir olgu olarak şu söylenmiştir: Şiddeti yeryüzünden tamamen silme girişiminin kendisi daha büyük şiddetle mümkündür. Bütün dünyada, ülkemizin bütününde mahallemizin ya da ailemizin tamamında şiddeti yok etmeye kalkmak daha büyük şiddeti davet edecektir. Herkesin başına bir polis dikmeye kalkmak şiddetin dik alasıdır veya kameralarla insanların her hareketini izlemek suretiyle panoptikonu etkin hale getirmek ya da şiddeti eleştirirken psikolojik şiddet yaratmak. Sormamız gereken sorulardan birisi şudur: Şiddeti protestomuz başka herhangi bir kimseyi rahatsız ediyor mu? Bu kontekste insan hakları örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının sokak protestoları yerine daha etkili, insanları daha az rahatsız eden girişimleri düşünmeleri artık zorunludur. Şiddet gösteren erkekleri eleştirdiğimiz kadar, bu erkeklerin kadınlar tarafından da yetiştirildiğini, kadınların kadınlara olan şiddetini, annelerin çocuklara uyguladıkları şiddeti, kadınların erkeklere karşı psikolojik şiddetini ve şiddetin sosyolojik nedenlerini de sorgulamalıyız. 

Kurtarıcıların kurtarılma ihtiyacı 

İşin bir de çok başka bir boyutu daha var. Dünyadaki solun bir kısmı, kapitalizmde işçilerin artık devrim yapmayacağına kanaat getirdikten sonra Karl Marx’ın teorisinin devrim kısmından vazgeçtiler. Kapitalist toplumlarda işçi sınıfı devrimci değil dediler. Kimileri de sınıf kavramını şüpheli buldu. Sınıfın, yani Marx’ın dediği anlamda, “kendisi için sınıf”ın sosyolojik çerçevesini çizmek, bu konudaki teorik, felsefî ve uygulamalı araştırmalara bakınca da bir hayli zordu. İşçi sınıfı İngiltere’de ve dünyanın bazı yerlerinde zenginleşmişti. Bu durum onları Marx’ın devrimci işçi sınıfına atfettiği devrimci ruhu başka yerlerde aramaya yöneltti. Mesela C. Wright Mills gibi bir düşünür, bu devrimci ruhu işçilerde değil, aydınlarda arıyordu. Başka bir Marksist düşünür Herbert Marcuse ise aynı misyonu öğrencilere yükledi. İşçi sınıfından hayır yoktu ama öğrenciler büyük bir kitleydi ve işçi sınıfının yapamadığını yapabilirdi. Devrim misyonu yalnızca aydınlara ve işçilere değil, sonrasında zencilere ve başka marjinal gruplara da yüklenmiştir. Bugün bu yaklaşım tarzı varlığını, çeşitli ideolojik topluluklar ve medya üzerinde gücünü kaybetmeden sürdürüyor. Bugün benzer bir devrimci misyonu feministlere, LGBTİ aktivistlerine, çevrecilere ve diğer gruplara yükleyerek sol onu canlı tutmaya çalışıyor. Bu misyonun toplumun kurtarıcılığına soyunmuş olan belli bir gruba yüklenmesinin tartışmalı olduğu bugün çok açıkken sol bu misyon yükleme işini bize hissettirmeden, onu tartışmamıza fırsat vermeden daha doğru bir deyişle bize hiç çaktırmadan gerçekleştiriyor. Hâlbuki kurtarıcıların da kurtarılmaya ihtiyacı olabilir. Kurtarıcıların doğru yolda gittiğini nereden bileceğiz? Bununla birlikte mağdurların ve madunların savunusuna karşı çıkmak için kalpsiz, vicdansız ve alçak olmak gerekir. Tartışmamız zor çünkü bu şekilde suçlanmak istemeyiz. Ancak en azından madunların haklarının savunuluş tarzını ve metodunu tekrar gözden geçirebiliriz. Herhangi bir misyon yüklenmeden ihtiyacı olanlara nasıl yardım edebiliriz ve bunun için nasıl örgütlenebilirizi tekrar düşünmeye değer. 

[email protected]