İnsan kendi içindeki adaletten ürkmeye başlar mı?

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi
8.07.2022

Sen hiç Aristoteles'in 'Ruh Üzerine' adlı metnini okumuş muydun Hülya? diye seslendiğini duydum: "Bu sarıldığın şey nedir? Eğer bu ruhsa ya da ruhun parçasıysa ya da ruh olmadan olmayacak bir şeyse, eğer öyleyse yani bu durumda ruhtan söz etmek ve onu tanımak, ruhun tamamından değilse bile ruhun ne olduğunu söylemek ve onun varlığına uygun düşen özellikleri araştırmak doğa bilimine düşecek gibi!"


İnsan kendi içindeki adaletten ürkmeye başlar mı?

Kalabalığın arasında birbirimizi hemen hissedivermiştik. Göz göze geldiğimizde nasıl da duygulandım! Hiç yapmam aslında ama bütün cesaretimi toplayıp hemen yanına gittim. Bir de baktım ki, ikimizin de boynu bükük. Tevekkeli ondanmış dedim gözlerimizdeki, nefes alışverişlerimizdeki, dokunuşlarımızdaki benzerlik. Tevekkeli ondanmış bendeki şu kalp çarpıntısı! Dedim ya hani göz göze geldiğimizde ikimizin de boynu büküktü diye. İşte bükülen meğer biz değilmişiz. Bükülen meğer şu fani, şu dönüp duran dünya imiş. Bunu, bir kere daha göz göze geldiğimizde anladım. Durun bakın, olup biteni size de anlatayım...

Sabahın erken vaktiydi. Koca bir demlik çayı hazırlamış, peyniri ve zeytinleri buzdolabından çıkartmış ve taptaze çekirdekli simit almak için evden çıkmıştım. Kulaklıklarımı taktım, yürüyüş yaparken dinlediğim şarkıları açtım. Hafif bir rüzgar saçlarımı okşarken, mutlu mesut bir halde mahallemizdeki fırına doğru yürüyordum. Sonra birdenbire onu gördüm. Yorgun ve bitkin gözlerle bana bakıyordu.

Sabah yorgunluğu

"Sabah sabah bu neyin yorgunluğu, neyin telaşı acaba? derken bir de baktım ki kendimle konuşmaya başlamışım yine: Neyin telaşı olacak canım, bildiğin hayat telaşı! Sabahtan akşama kadar oradan oraya koşturup durursun, çoluk çocuk eline bakar. Bildiğin ekmek davası işte. Hem, nereden geldin sen? Uzaydan mı? Böyle toplumdan kopuk, böyle savruk sorular da hiç sormazsın ama. Hayırlısı Allah'tan. Aaaa, yoksa hala uykun açılmadı mı senin?

Bazen, sana da bir şey demeye gelmiyor. Pes! Vallahi de, billahi de pes!

Aman, iyi tamam. Haydi, gördüğüne odaklan sen!

Aslında ben de daha neler olup bittiğini anlamadan, rastlaşmamızın verdiği mutluluk ve hüzün duygularının karmaşasıyla onu gördüğümde kendimi tutamadım. Sanki an'ı yakalayamasaydım, ruhumu hiçbir yere sığdıramayacaktım. Nasıl da hemen saçlarına dokundum, ellerini tuttum, yanaklarından öpüverdim. Sarıldım, sarıldım, sımsıkı sarıldım. Hiç bırakmadan hem de. Bana bir şeyler söylemek ister gibiydi, ama bakışları her şeyi anlatıyordu. Belli ki, olanlar olmuş, bitenler bitmiş, yaşananlar yaşanmış, yaşanacaklarsa yaşanacaktı zaten. Onu sorgulamayacak kadar onunla aynı, onu incitmeyecek kadar ona yakındı yüreğim. Ona sabır göstermeliydim, o da bana. Ben ona sabrettikçe, onun bana geleceğinden; o bana sabrettikçe de, benim ona gideceğimden bir an bile kuşku duymadım bu yüzden.

Sonra beni tanıyan ve tesadüfen yoldan geçen avukat hanımın sesini duydum:

Vay be komşum. Bu ne aşk böyle!

Sana da günaydın şekerim. Şu güzelliğe baksana ama...

Tek taraflı aşk galiba!

Hahahaha. Dışardan öyle mi görünüyor?

Onun varlığının bir hakka sahip olmadığını biliyor musun?

Aaaa, ne alaka!

Eee, tabi. Onun varlığının bir hakkı yok ki.

Nasıl yani? Ne demek istiyorsun?

Ona "sahip" olursan senin hakkın olabilir.

Haydi canım oradan! Yapılan onca uluslararası düzenleme, yapılan onca yeni yasa varken olacak şey mi bu dediğin?

Ne demek istediğimi sana zaman gösterecek anlaşılan.

Kanunun lafz-ı ve manası bakımından mı diyorsun?

Artık ona kendin karar ver. Bu arada değişik bir şey daha. Dinle bak; özellikle dokuzuncu yüzyıl ile on dokuzuncu yüzyıl arasında, bu on asırlık dönemde Avrupa'da, ama özellikle Fransa, İsviçre, İtalya'da yoğunlaşan, şu sarmaş dolaş olduklarının yargılanması olgusunu sana hatırlatmakla yetineceğim şimdilik. Berriat Saint Prix, D'Addasio, Karl von Amira, Gustav Tobler, Ménebréa, Bartholomew Chassenné... Edward Peyson Evans'i fırsat bulursan oku istersen.

Okurum, okumasına da; bir yanda merhamet, sevgi, aşk....diğer yanda hak, hukuk diyorsun yani. Hem de bunları birbirinden ayrıştırarak, öyle mi? Demek ki, her yasal hakkın helal olmadığı sözüne bir kere daha kulak vermeli gerçekten.

Neyse kaçtım ben. Şehir dışına toplantıya gidiyorum. Uçağımı kaçırmak istemem.

Uçağın mı var senin?

Hep bir şakalar, komiklikler, hep bir hülyalı haller!

Uçuşunu kaçırma çok bilmiş komşum benim! Haydi sana iyi yolculuklar.

Derken.... Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım mahalledeki emekli felsefe profesörü hocamızın sorgulayıcı bakışlarını hissetmeme kalmadı ki:

Sen hiç Aristoteles'in 'Ruh Üzerine' adlı metnini okumuş muydun Hülya? diye seslendiğini duydum. Bu sarıldığın şey nedir? Eğer bu ruhsa ya da ruhun parçasıysa ya da ruh olmadan olmayacak bir şeyse, eğer öyleyse yani bu durumda ruhtan söz etmek ve onu tanımak, ruhun tamamından değilse bile ruhun ne olduğunu söylemek ve onun varlığına uygun düşen özellikleri araştırmak doğa bilimine düşecek gibi! Şimdi söylenenlere bakıp da, doğa biliminin bütün ruhları mı, yoksa belli bir ruhu mu ele alması gerektiği düşünülebilir elbette. Çün ki, bütün bu ruhları ele alırsa doğa biliminden başka hiçbir felsefeye yer kalmamış olur. Zihin zihinsel şeylere ilişkin olduğuna göre, doğa bilimi de her şeyin bilgisi halini almış olur. Dolayısıyla da, bunlar karşılıklı olduğundan zihni ve zihinsel olanı aynı bilimin incelemesi gerekir, karşılıklı olan her şeyin bilimi de aynıdır. Örneğin, algının ve algılanır olanların bilimi gibi düşün!

Anlamadım hocam?

Bak Hülya; her ruh doğa değil. Çün ki her ruh hareket ilkesi ile eş değil. Aristoteles'e göre, ruh birçok parçadan oluşuyor ve bu parçaların sadece bir kısmı hareketle ilgili, işte sadece bu sonuncular doğa(l). Aritoteles de zaten, ruhun bu üç doğa(l) parçasından söz ediyor: (1) Bitkilerde de olan ve büyümeyi sağlayan parça, (2) Hayvanlarda olan ve başkalaşmayı sağlayan parça, (3) Yine hayvanlarda olan ve yer değiştirmeyi sağlayan parça. Ruhun bu üç parçası üç farklı yoldan (nicelik, nitelik ve yer değişimini sağlayarak) hareket ilkesi işlevini görüyor ve doğa(l) bilimcinin ilgi alanına giriyor.

Hocam, öyle görünüyor ki, ruhun bilgisi bütüncül bir hakikate büyük katkı sağlasa da her şeyden önce doğa hakkında bir bilgi, çün ki ruh canlıların ilkesi. Ruh, canlıyı canlı yapan şey, canlılığı mümkün kılan hareket ve durağanlık ilkesi de, canlıların ve hayvanların doğası sanırım. Doğa-bilimsel yöntemin ayırt edici yanı ruhun özelliklerini hep bedenle ilişki içinde ele alması. Örneğin, diyalektikçi öfkeyi sadece, "intikam alma arzusu" olarak tanımlaması. Oysa, doğa bilimcinin bu tanımla yetinmesi, öfkenin bedensel boyutunu da tanıma dahil etmek zorunda olmasını beraberinde getirmez mi? Öfke sadece bir haksızlık karşısında duyulan intikam alma arzusu değil, aynı zamanda fizyolojik düzeyde kalbin çevresindeki kanın ve ısının kaynaması olarak da tanımlanmak zorunda değil mi? Yani, doğa bilimci incelediği nesnenin sadece formuna değil, o formu mümkün kılan maddesine, formun maddede nasıl gerçekleştiğine de bakmak zorunda değil mi? Yanılıyor muyum yoksa?

Bütün bunlardan, ruhu herkesten önce doğa bilimcinin inceleyeceği sonucu çıkıyor, çün ki öyle görünüyor ki ruhun çoğu zaman beden olmadan etkilenmesi ya da etkide bulunması, mesela öfkelenmesi, cesaretlenmesi, arzulaması, genel olarak algılaması mümkün değil. O yüzden "onu sorgulamayacak kadar onunla aynı, onu incitmeyecek kadar ona yakın yüreğim" dediğinde, samimi ve gerçeksin! Bu bakımdan ikiniz ne kadar da benzersiniz gördüğüm kadarıyla. Bakıyorum da, pek bir yakışmışsınız birbirinize. Lacan'ın dediği gibi "ihtiyaç ile arzuyu ayırt etme noktası itibarıyla diyorum yani! Hepsi bu!

Lacan da kim? Bizim mahalleden mi?

Ayyyy, Hülya! Jacques Marie Émile Lacan canım. Hani şu "Freud'dan bu yana en tartışmalı psikanalist" olarak anılan Fransız psikanalist ve psikiyatr.

İtkinin nesnesi, hedefi

Haaaa şu mesele. Freud'un tersine Lacan itkinin nesnesi ile hedefi arasında bir ayırım yapmaz, itkinin amacı ile hedefi arasında ayırım yapar tabii.

Dinle bak, dahası da var; Batı felsefesi geleneği içinde bu durum temel bir ontolojik, ahlaki ve siyasal sorun teşkil eder. Canlılar arasında bir varlık hiyerarşisi oluşturarak insanı en yüksek mertebeye yerleştirmeyen bir filozof düşünmek neredeyse imkansız. Ne var ki, bu eğilim 20. yüzyılda filozofların insana bahşedilen ontolojik ayrıcalıkları sorunsallaştırması ve Batı felsefesinin insan merkezci davranışlarını ifşa etmek için işe koyulmasıyla zayıflamış görünüyor. Anglosakson geleneğinden gelen iki Amerikalı filozofu okumanı tavsiye derim: Peter Singer ve Tom Regan.

İmam Gazali'nin El-Münkiz Mine'd Dalâl'de belirttiği gibi, bir düşünceyi anlamadan, özünü kavramadan ve künhüne vakıf olmadan reddetmek karanlığa taş atmak gibidir ve hedefi vurma imkanı yoktur. O nedenle, olur hocam, ilk fırsatta okurum. Teşekkürler tavsiyeniz için. Görüşmek üzere.

Sonrasında artık biz bizeydik. Sarmaş dolaş hallerimiz devam ederken bir kere daha göz göze geldik. Gözlerinin taaaa içine baktım, o da benimkine. Dilden mahrum olmak nasıl bir şey? Cevaptan mahrum olmak nasıl bir şey? Cevap verme hak ve gücünden mahrum olmak nasıl bir şey? Büyüklerimiz, 'çaresizin dermanını elinde tutana tüm dünya denir' derken acaba neyi kastetmişlerdi? diye düşündüm durdum. Kendi kendime uzaklara dalıp gittim öylece...

Önceleri Londra, Paris ve Berlin'de, daha sonraki yüzyılda da New York, Boston gibi merkezlerde sanayileşmenin etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan sınıflara ve bu sınıflara bağlı olarak da filizlenen yeni siyasi akımlara popülerlik kazandıran şey şuydu: Yeni yönetişim modelleri ile kalabalıkların yığıştığı kentlerin altyapı problemlerine çözüm arayışı getirmek. İşte tarihe not düşülen ve bugünün gelişmiş toplumları olarak atfedilen ülkelerde, artık şehirlerine yakışmadığı düşüncesi ile on binlerce hatta yüz binlerce başı boş köpek toplanarak önceleri vahşice katledilmişti. Bu kıyım, şeffaflığın ve bilgi akışının arttığı ve toplumların birbirlerini bir şekilde denetleyebildiği bir ortamda şekil değiştirmiş ve artık ötenazi gibi daha saygın(!) yöntemlere evrilmişti. Halen, ABD'de maalesef her yıl yüzbinlerce köpeğin uyutularak yok edilmesine de şaşırmamalı.

Aslında, hiçbir ülkenin sokak hayvanları için yeterli düzeyde barınak yapmasının mümkün olamayacağı gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor sanırım. Çün ki, barınaklar hem yatırım, hem de operasyon maliyetleri bakımından kayda değer düzeyde kaynak ihtiyacı ve kaynak tahsisi sorununu beraberinde getirmekte. Buna ek olarak, alternatif yatırım maliyetleri hesapları da işin içine girince, pragmatist toplumlar ana eksende maliyetlere odaklanarak sokak köpekleri için imha seçeneğini tercih ediyor. Hani bir tür seçme özgürlüğü anlayacağınız!

Nasıl çözülür?

Oysa hepimiz biliriz ki Anadolu irfanının, bizi biz yapan unsurların en temel dayanağı Can'a verdiğimiz değerdir. Peki iyi güzel diyorsun da, çözüm olarak önerilerin nedir derseniz özetle size şunları söyleyebilirim:

(1) Yerel yönetimler ile bu konuda çalışan sivil toplum kuruluşları arasında daha fazla iş birliği yapılması,

(2) Toplum tarafından sahiplendirme programının hayata geçirilmesi,

(3) Aç kalan ve itilip kakılan köpeklerin daha da saldırganlaşacağı noktasından hareketle özellikle ev ve lokanta atıklarının onlara besin olarak sunulabilmesi adına tedarik ve lojistik projelerinin güçlendirilmesi,

(4) Resmi ve güvenilir istatistiki veri setlerinin oluşturulması,

(5) Koruma çalışmalarının güçlendirilmesi,

(6) Merhamet odaklı diğer faaliyetlerin icra edilmesi...

Bu son madde biraz havada kalmış olabilir. 'Kendi kendini aldatmak, başkalarını kandırmak kadar basit değildir ve insan kendi içindeki adaletten ürkmeye başlar evladım' diyor Peyami Safa, Fatih Harbiye romanında. İşte bu söze atıfta bulunarak kendi adıma bu son maddeyi şöyle örneklendireyim:

Veren el...

Üniversitede ders verdiğim dönemlerde, adalet, paylaşma, yardımlaşma gibi manevi duyguları öğrencilerime aktarmayı da kendime vazife edinmiş, bu amaçla sosyal sorumluluk faaliyetlerinin önemini bol bol anlatarak, kendilerini bu alana yönlendirmeye çok gayret etmiştim. Bu kapsamda onlara sunduğum seçeneklerden biri de hayvan barınaklarını ziyaret etmeleri ve onların beslenmelerine imkanları ölçüsünde katkı sağlamaları yönündeydi. Diğerlerini merak ederseniz; fidan dikerek ağaçlandırma çalışmalarına katılmaları, gerekirse çöp de toplayacak şekilde çevre temizliği ve geri dönüşüm faaliyetlerine dahil olmaları, huzur evlerini, çocuk esirgeme kurumlarını, ihtiyaç sahiplerini....ziyaret etmeleri ve en azından iki-üç paket sigara için harcayacakları parayı onların gönlünü kazanmak için harcamaları idi. Tabii ki veren elin, alan elden hiçbir zaman haberi olmamak kaydıyla. Sizlerle paylaştığım bu aktivitelerin bazılarına hocaları olarak bizzat ben de katılırdım. Bu güzel anları hatırlamak, canlı tutmak ve tekrar gerçekleştirmek için topluca hatıra fotoğrafları çektirir, duygu ve düşüncelerimizi birbirimizle paylaşır, mutlu olurduk.

İşte o mutluluk hiç bitmez imiş meğer! Bir yazıya konu olur, bir okura ilham olur, bir duaya sebep olur imiş...

Eğilir imiş, bükülür imiş ve hep döner durur imiş...

[email protected]