İnsanî müdahaleler için ön-taahhüt sistemleri

ERKUT AYVAZOĞLU / Erlangen-Nürnberg Üniversitesi
19.10.2013

Akan kanın durdurulması adına “insani müdahaleler için ön-taahhüt sistemlerinin” uluslararası hukukî geçerliliği olan bir kontrat yolu ile hayata geçirilmesi, BMGK veto tıkanıklığını ve müdahale sorununu çözmek için etkili bir adım olabilir.


İnsanî müdahaleler için ön-taahhüt sistemleri

Suriye kriziyle ilgili 2012’de beyan edilen kırmızı çizgiler ve bunların tam 1 yıl sonra artık belirgin bir şekilde ihlal edilişinin akabinde, günümüz dünya düzeninin tek süpergücü tarafından da artık mâkul bir sonuç elde etmek amacıyla Suriye’ye yönelik askerî bir müdahale masaya yatırılmıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) Suriye sorununa, işlenen sayısız katliamlara, militarist bir hanedanlığın bugüne kadar süregelen devamlılığına ve son olarak hiç bir hukukî dayanağı olmayan kimyasal silah kullanım hususuna yaklaşımı ve buna karşılık çoğu sonuçsuz çabaları son günlerde gerek Türkiye gerek dünya medyasında kapsamlı olarak ele alınmaktadır. Aynı şekilde-BMGK mensubu ABD tarafından pek dile getirilmemesine rağmen-BMGK’de kapsamlı bir reforma ihtiyaç duyulduğu da daha yüksek bir sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Özellikle T.C. Başbakanı tarafından son yıllarda daha gür bir sesle bu sorun dünya gündemine taşınmış ve görünen o ki, BM statükosu bir müddet daha eleştiri oklarının hedefi olmaya devam edecektir.

Bu vesileyle -farklı bir bakış açısı sunmak adına- ileride var olabilecek benzer kanlı sorunlar için askerî müdahaleler konusundaki tıkanıklık ve BMGK tarafından verilmesi “en iyi ihtimal” olarak görülen meşruiyet sorununa yaklaşmak istiyorum. Günümüz global siyasî gerçekleri doğal olarak 1945 gerçekleri ile çelişmektedir. Savaş sonrası var olan sömürgeler veya Sovyet müstemlekeler ve BMGK’nin 5 daimi mensubu olan efendilerinin kurdukları sömürgeci sistemler çökmüş durumdadır mesela. O gün işgal altında bulunan devletlerin bir çoğu bu süre zarfı içerisinde (tam/sınırlı) bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Fakat 1945 sonrası gelişen süreçte değişmeyen kurumsal bir unsur olarak var olan BMGK, mevcudiyetini devam ettirebilmiş ve her daim “humanitarian interventions” (insanî müdahaleler) konularında var olan veto hakkı dolayısıyla müdahale imkânlarını da ortadan kaldırmıştır (veya içinden çıkılmaz sorunlara yol açmıştır). 1990’larda işlenen soykırımlara (Ruanda, Bosna) karşı önlemler alınamamış ve 1999’da dahi BM kararından ziyade “genel olarak” gayri-meşru diye addedilmekte olan sadece “haklı” NATO harekatı yapılabilmiştir. Daha sonra ‘’Responsibility to Protect’’, yani ‘’Koruma Sorumluluğu” adı altında yeni bir doktrinin 2000’li yılların başında ortaya atılması ve 2005 yılında da BM nezdinde hayata geçirilmesi de, insanî müdahalelerin mevcut sorunlarına da tam anlamıyla çare olamamıştır.

İleride bu tür sorunları ortadan kaldıracak ilginç bir alternatif reform önerisini, “Precommitment Regimes for Humanitarian Interventions” (İnsanî Müdahaleler için Ön-Taahhüt Sistemleri) ismi altında ele almamızda fayda bulunmaktadır. Duke Üniversitesi’nden Prof. Allen Buchanan ve Princeton Üniversitesi’nden Prof. Robert Keohane tarafından tasarlanan PRfHI isimli öneri, sorunlu, darbelerden muzdarip, hatalı veya zayıf demokrasi deneyimi olan ülkeler için geçerli olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, henüz demokrasi veya demokrasi benzeri kurumsallaşma süreciyle bir bağı bulunmayan ülkeler için bu öneri uygun sayılmamaktadır. Bu, ayrıca önerinin en belirgin zayıf noktalarından biridir diyebiliriz.

BM’nin Güvenlik Konseyi sorunu

Bu önerinin geçerliliği adına, BMGK’da var olan benzer kısıtlamaların olmadığı bir grup demokratik ülkenin katılabildiği “demokratik ülkeler koalisyonu” ve ileride kanlı sorunların çıkma ihtimali yüksek olan demokratik ülkelerin hükümeti arasında bir kontrat imzalanması gerekmektedir. Öncelik, yine BMGK’da kalacak, fakat olası bir veto tıkanıklığı durumunda uluslararası bir müdahaleye yeşil ışık yakmaması ihtimalinde, bu ön-taahhüt kontratı vasıtasıyla demokratik ülkeler koalisyonu mensubu ülkeler taahhüt ettikleri sorunlu ülkeye müdahale edebileceklerdir.

Kontratın BM gözetimi altında yapılması yanı sıra demokratik yollar ile seçilmiş bir hükümet ve anti-demokratik şiddetin vb. henüz başlamadığı bir süreç içerisinde yapılmış olması da bir başka ön şarttır. Bu durumda, örneğin Suriye’deki BAAS diktatörlüğü gibi rejimlerin durumları (her ne kadar 1971’den bu yana BAAS Partisi/Esad ailesi tarafından yönetilen Suriye’de bir demokrasiden kağıt üzerinde söz edilse de-böyle bir ön-taahhüt kontratı imzalama rızaları bir yana) hassas siyasî ve konjonktür gereğince uygun şartlar altında ele alınması gerekmektedir. Ya da, ileride benzer ülkelerin durumu adına göz önünde bulundurulmalıdır. Böylelikle bu tür diktatoryal hükümetlerin uygun olup olmadıkları da ileriye yönelik geniş kapsamlı bir tartışma konusudur.

Söz konusu ön-taahhüt sisteminde, ya da diğer bir ifadeyle, kendi kendine bağlanma sisteminde (self-binding regime), demokratiklik ilkesini korumuş olan bir ülkenin (veya seçimle başa gelmiş yeni hükümetin) kontratı fesh etme hakkı daima mevcuttur. Yalnız, bu durum, tahmin edileceği üzere, demokratik yollarla başa gelmiş olan hükümetler için geçerlidir ve askerî darbeyle işbaşına gelen kukla yönetimleri kapsamamaktadır. Böylelikle, demokratik bir hükümetin imzalamış olduğu bir kontratı onun yerine gelmiş olan darbeci bir hükümetin fesh etme yetkisi yoktur ve kontrat gereği uluslararası bir müdahaleye hiç bir hukukî engel de buna benzer şartlarda bulunmamaktadır. Aynı şekilde, mevcut kontrat BMGK tarafından (veto hakkı olmaksızın-ki meselenin kilit noktası buradadır-) 9 ülkeden oluşan bir çoğunluk tarafından da fesh edilebilmektedir. Sonuçta, bu tür ön-bağlayıcı/ön-taahhüt sistemlerinin en belirgin hedefleri uluslar arası hukuk ve barış ile uyumlu olmasıdır.

Böyle bir kontratın özellikle etkin olabileceği uygun durumlara ise şöyle yaklaşabiliriz: Yeni seçilmiş demokratik bir hükümet ülkedeki ordusunu kontrol altında tutmakta zorlanmaktadır ve üstelik bu ordunun subayları -geçmişteki örneklerden ötürü- darbeciliğe de bir hayli meraklılardır. Hükümet bu şartlarda bir ön-taahhüt yoluna giderek uluslararası bir kontrat imzalayabilir. Bu durum, darbe heveslilerini ve iç-savaş meraklılarını da yıldırma olasılığını yüksek tutacaktır. Egemenlik hususunun da (“iç işlere karışmama” ilkesi gibi) bu yeni sistem vesilesiyle etkilenmeyeceğini, yalnızca meşru bir kontratın gereği olarak ve uluslararası hukukun ihlalini teşkil eden suçlar (soykırım, kimyasal kullanımı vb.) sebebiyle geçerli olacağının tekrar altını çizmekte fayda var.

Diğer uygun bir durum ise bu tür bir kontratın iç savaş vb. sonrası bir ülke için de geçerli olabilmesidir. Böyle bir tedbirin bu tür kanlı sorunların tekrar gerçekleşme riski yüksek olan ülkelerde aynı veya benzer olayları önleme adına faydalı olacağına kuşku yoktur. 

Tartışmalı bir durumsa, söz konusu sorunlu bir ülkenin ileride insanî müdahaleler namına X ülke tarafından kötüye kullanma maksadıyla işgal edilebilme olasılığıdır. Böyle bir durumun aksine ön-taahhüt kontratı sorunlu ülkeye meşru işgalcilerin (kontrat gereği meşru bir insanî müdahale hakkına sahip olan ülkelerin) kimlerden oluşacağına karar verme yetkisini vermektedir. Ve böylelikle herhangi veya “istenmeyen” kurtarıcı ülkelere karşı siyasî bir tutum gösterebilme serbestliği de sağlanmış bulunmaktadır.

Veto tıkanıklığı nasıl aşılır?

Diğer bir yandan ise, böyle bir sistemin zayıf noktaları da yok değildir. Burada Buchanan ve Keohane’nin dile getirdiği Afrika örneği özellikle dikkate alınabilir. Buna göre, 1990’larda Afrika kıtasında ECOWAS gibi bölgesel kurumların Sierra Leone ve Liberya gibi ülkelerdeki kanlı iç savaşları durdurma adına müdahil olması, söz konusu kurum çatısı altında müdahaleye katılan belli ülkeler tarafından Sierra Leone ve Liberya’da ağır insan hakları ihlalleri gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Benzer bir olay, 1994’de Ruanda’daki iç-savaşın Kongo’ya sıçramasıyla da gerçekleşmiştir. Böyle bir tablonun reformsal ön-taahhüt sistemi kapsamında da meydana gelmemesi adına tedbir mahiyetinde belli mekanizmaların da hayata geçirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Ön-taahhüt kontratına en büyük eleştiri ve itiraz nedeni ise, bu tür koalisyon grupların kontratın gereğini yerine getirmek üzere çıkılan yolda, büyük devletlerin bölgesel çıkarlarına dokunma ihtimalidir ki, bu durum kolayca çok taraflı bir savaşa dönüşebilme riski taşımaktadır.

Sonuç itibariyle, tüm eksikliklerine rağmen ve dikkate alınması gereken eleştiriler bir yana, ihtiyaç duyulan reform ve bu anlamda gerektiğinde akan kanın global anlamda durdurabilmesi adına bu tür ön-taahhüt sistemlerinin, uluslararası hukukî geçerliliği olan bir kontrat yolu ile hayata geçirilmesi, BMGK veto tıkanıklığını ve müdahale sorununu çözmek adına etkili bir adım olabilir. Türkiye gibi bölgesel demokratik güçlerin de girişimleri doğrultusunda ve gerektiğinde bölge güçleriyle birlikte çalışabilmeleri adına bu tür bir reform deneyimi global siyasete de yeni ufuklar açabilir. Ve en önemlisi, daha az kanın aktığı bir süreci beraberinde getirmesi ve sağlam demokrasilerin uluslararası hukuk ihlalleri olmaksızın oluşması adına bir adım olacaktır.

[email protected]