Gazze'de çocuklar ölürken, kurumlar prosedür konuşuyor. Bombalar düşerken BM sadece taraflara “itidal çağrısı” yapıyor. Sözde evrensel olan hukuk, İsrail'e gelince işlerliğini yitiriyor. Bu durum, yalnızca Gazze için geçerli değil. Gelecekte benzer zulümlerin başka yerlerde tekrarlanması için de bir örnek oluşturuyor yaşananlar. Çünkü dünyaya, “güçlüysen her şeyi yapabilirsin” mesajı veriliyor.
Doç. Dr. Hasan Bardakçı/ Harran Üniversitesi
2023 Ekim ayından bu yana, Gazze Şeridi'nde İsrail'in başlattığı geniş çaplı saldırılarda on binlerce sivil hayatını kaybetti. Bu ölümler, yalnızca çatışmaların "yan etkisi" değil, doğrudan hedef alınan yerleşim alanlarının sonucu olarak ortaya çıktı. BM verilerine göre: 2023 Ekim – 2025 Mayıs arasında 33 binden fazla kişi hayatını kaybetti. Ayrıca ölenlerin yüzde 70'i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Birde 80 binden fazla yaralı var ve çoğu ağır durumda. Ayrıca yaklaşık 2,2 milyonluk nüfusun yüzde 80'i yerinden edilmiş durumda. Kısacası bir günde 500 kişinin öldüğü, bir gecede bir aileden 16 kişinin yok olduğu, enkaz altından çıkarılan bebeklerin cansız bedenlerinin artık dünya için sıradanlaştığı bir yer haline geldi Gazze. Bu, sadece savaş değil; bir halkın sistemli bir şekilde silinmesi, yani etnik temizlik anlamına gelir.
Bugün Gazze'de yaşananlar, yalnızca bir coğrafyanın değil, insanlığın vicdanının da bombalanmasıdır. İsrail'in sistematik şekilde yürüttüğü işgal ve yok etme politikaları, tüm dünyanın gözleri önünde bir halkı haritadan silmeye yönelmişken; bu trajediyi gölgeleyen şey yalnızca tanklar, bombalar ya da füzeler değildir. Bu zulmün en büyük perdesi, dünya kamuoyunun ekonomik çıkarları uğruna takındığı utanç verici sessizliktir.
Altyapının yok edilişi
Gazze'deki hedefler askeri değil; hastaneler, okullar, camiler, marketler, su kuyuları, iletişim kuleleri ve hatta mezarlıklar vuruluyor. Bu "altyapı savaşı", sivilleri doğrudan hedef alma stratejisinin bir parçası: Gazze'deki 30 hastaneden sadece 3'ü kısmen çalışır durumda. Dahası 400'den fazla okul ya tamamen yıkıldı ya da kullanılamaz hale geldi. Ayrıca su arıtma tesislerinin yüzde 97'si yok edildi, halk kirli su içmeye mahkûm edildi ve elektrik santralleri ve enerji hatları tamamen hedef alındı; 7 ay boyunca bölge karanlığa mahkûm edildi. Bu durum yalnızca bir güvenlik operasyonu değil, yaşamı sürdürülemez hale getirme stratejisidir.
Açlık, savaşın en sessiz ama en öldürücü silahıdır. İsrail'in uyguladığı abluka ve yardım tırlarının engellenmesi, Gazze'yi açlığa mahkûm etti. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) 2024 sonunda şu tespiti yaptı: Gazze'de her 10 çocuktan 9'u açlık sınırının altında yaşıyor. Ayrıca bebekler için mama, yaşlılar için ilaç, kanser hastaları için tedavi yok. Dahası 2025'in ilk çeyreğinde 18 çocuk açlıktan hayatını kaybetti.
Bu tablo, bir sağlık krizi değil, planlı bir soykırım sürecinin parçasıdır. Çünkü savaşın kurallarına göre bile, sivillere yönelik bu tür kolektif cezalandırmalar savaş suçu kapsamındadır.
İsrail'in Filistin politikası
Gazze bugün aniden ortaya çıkmış bir kriz değildir. Bu topraklarda yaşanan zulmün, acının ve direnişin kökleri yüzyıla yaklaşan bir işgal geçmişine dayanır. İsrail'in Filistin politikası, bir güvenlik sorunu değil, sistemli bir işgal stratejisidir. Gazze, bu stratejinin en açık ve en kanlı uygulandığı yerdir.
1948, Filistinliler için "Nakba" yani "Büyük Felaket" olarak anılır. İsrail'in kurulduğu bu yılda: 750 binden fazla Filistinli zorla topraklarından sürüldü. 500'den fazla köy ve yerleşim yeri İsrail güçlerince yok edildi. Ayrıca binlerce insan öldürüldü, binlercesi mülteci kamplarına sığındı. Gazze ise, bu sürgünün ilk durağı oldu. Yani Gazze halkının önemli bir bölümü, başından itibaren mülteci olarak yaşamak zorunda bırakıldı. İsrail'in kuruluşu, Filistin'in yok edilişine dayanmaktadır.
Silah sanayisi ve Ortadoğu pazarı
Gazze'de olanlar dünyanın gözü önünde gerçekleşiyor. Bombaların düştüğü anlar canlı yayınlanıyor, çocukların cansız bedenleri sosyal medyada karşımıza çıkıyor, yardım çığlıkları kilometrelerce öteden duyuluyor. Peki tüm bu çıplak gerçeğe rağmen neden Batı dünyası susuyor? Neden Birleşmiş Milletler sadece "endişe duyduğunu" açıklıyor? Neden Avrupa sokaklarında "İsrail'in güvenlik hakkı" klişesi, akan kana rağmen hala yüksek sesle dile getiriliyor?
Yanıt basit ama utanç verici: Ekonomik çıkarlar ve jeopolitik hesaplar.
İsrail, dünyanın en büyük savunma sanayii ihracatçılarından biridir. ABD ve bazı Avrupa ülkeleriyle olan ilişkileri sadece diplomatik değil, aynı zamanda askeri-sanayi kompleksine dayalıdır. Örnekler: ABD, her yıl İsrail'e 3,8 milyar dolar askeri yardım sağlıyor. Ayrıca İsrail, bu yardımların büyük bölümünü yine Amerikan silah şirketlerinden alım yaparak kullanıyor. Avrupa'nın pek çok savunma şirketi, İsrail'le ortak Ar-Ge ve satış projelerinde yer alıyor. Yani Gazze'de test edilen her yeni silah, dünya savunma fuarlarında pazarlanacak "etkisi kanıtlanmış" bir ürün olarak sunuluyor. Bu acımasız denklemde, ölen her Filistinli çocuk, "ürün başarısının kanıtı" haline geliyor.
İsrail, yalnızca bir askeri güç değil; aynı zamanda dijital çağın istihbarat ve gözetleme teknolojilerinde de küresel bir oyuncu: Pegasus casus yazılımı, pek çok ülke tarafından kullanılmıştır. Ayrıca İsrail merkezli yazılım ve güvenlik şirketleri, Batı'nın teknoloji altyapılarında yer almakta ve birçok ülke, Filistin'de denenmiş gözetleme sistemlerini kendi şehirlerinde satın alarak kullanmaktadır. Bu teknolojik bağlar, Batı'nın "insani değerleri" savunurken neden İsrail'e sert çıkamadığını gösteren diğer bir utanç halkasıdır.
Enerji ve Doğu Akdeniz dengeleri
İsrail'in Akdeniz'deki doğal gaz rezervleri, Avrupa için Rus gazına olan bağımlılığı azaltacak bir alternatif olarak görülmektedir. Özellikle: İsrail, Leviathan ve Tamar doğal gaz sahalarını devreye aldı. Avrupa, bu gazın Türkiye ya da Kıbrıs üzerinden taşınmasını tartışıyor. İsrail'in bu bölgede güvenli bir aktör olarak kalması, enerji güvenliği açısından "öncelikli ortak" olarak görülmesine yol açıyor. Bu nedenle, İsrail'in Gazze'de ne yaptığı değil, Doğu Akdeniz'de ne sunduğu konuşuluyor. Kanla sulanmış gaz boruları üzerinden yürütülen bu diplomasi, insanlığın geldiği noktayı açıkça özetliyor.
ABD başta olmak üzere birçok Batı ülkesinde siyaset, büyük sermaye gruplarının etkisi altında. İsrail yanlısı Yahudi lobileri: Seçim kampanyalarına ciddi finansal destekler sağlıyorlar. Medya ve eğlence endüstrisinde etkili konumlara sahipler. Siyasetçilerin İsrail eleştirisini "antisemitizm" olarak yaftalayarak bastırıyorlar. Bu sebeple Gazze'deki ölümler, politikacılar için bir "vicdan sorunu" değil; seçimleri riske atacak bir "gündem saptırması" olarak değerlendiriliyor. İnsan hayatı, oy kaygısının gerisinde kalıyor.
Uluslararası hukukun iflası
Uluslararası hukuk, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeninin temelidir. Soykırımı, savaş suçlarını, insanlığa karşı işlenen suçları engellemek amacıyla oluşturulmuş pek çok sözleşme, mahkeme ve kurum mevcut. Ancak bu hukuk sistemi, Gazze söz konusu olduğunda sessiz, kör ve sağır.
İsrail, onlarca yıldır açıkça uluslararası hukuku ihlal etmektedir. Fakat bu ihlaller, hiçbir gerçek yaptırıma uğramamış, aksine siyasi korumayla ödüllendirilmiştir.
Cenevre Sözleşmeleri çok açıktır: Siviller doğrudan hedef alınamaz. Okullar, hastaneler, ibadethaneler korunmalıdır. Kasıtlı olarak sivillere zarar vermek savaş suçudur. Oysa İsrail'in Gazze'deki saldırılarında: Hastaneler bombalandı. Okullar yıkıldı. BM'ye ait binalar hedef alındı. Gazze'nin kuzeyinden güneye göçe zorlanan halk, yolda bombalandı. Bu, askeri değil sistemli bir yok etme politikasıdır. Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve BM raporları defalarca bu eylemlerin savaş suçu teşkil ettiğini açıklamıştır. Ancak İsrail bu raporlara "antisemitik", "propaganda" diyerek cevap verdi; destekçileri ise raporları yok saydı.
Gazze ablukası, tüm nüfusu hedef alan bir cezalandırma aracıdır. BM İnsan Hakları Konseyi'ne göre: "Gazze'ye uygulanan abluka, hukuken işgal rejiminin bir uzantısıdır ve toplu cezalandırma anlamına gelmektedir.
Bu abluka: İnsani yardımı kısıtlıyor, Tıbbi malzemelerini engelliyor, İnşaat malzemelerinin girişini durduruyor ve tabi Gazze'nin kendi ekonomisini kurmasını engelliyor. Ama Toplu cezalandırma uluslararası hukukta suçtur. Buna rağmen, 17 yıldır dünya bu suça sessiz kalmaktadır.
2023 ve 2024'te yaşanan yıkım sonrası, Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) yaptığı başvuru büyük yankı uyandırdı. Başvuruda İsrail'in eylemleri, 1948 Soykırımı Önleme Sözleşmesi'ne aykırı olarak tanımlandı. Sözleşmenin tanımına göre bir eylemin soykırım sayılması için: Belirli bir etnik/dini grubu hedef alması, Bu grubun tümü ya da bir kısmını yok etmeye yönelik olması, Eylemlerin kasıtlı olması gerekir.
İsrail'in:"Hepsini yok edeceğiz" diyen bakanları, Gazze'yi "taş devrine döndüreceğiz" söylemleri, Elektrik, su, gıda gibi temel ihtiyaçlara erişimi bilinçli biçimde engellemesi, tüm bu kıstaslara uymaktadır.
UAD, 2024'te verdiği ihtiyati kararda İsrail'i soykırım uygulayan bir ülke olarak tanımladı. Ancak karar sadece sembolik bir uyarı niteliğinde kaldı. Fiilen hiçbir yaptırım uygulanmadı.
İsrail'e yönelik hukuki süreçlerin işlemesi şu nedenlerle engellenmektedir: ABD, BM Güvenlik Konseyi'nde sürekli veto hakkını kullanıyor. Ayrıca İsrail, UCM'nin (Uluslararası Ceza Mahkemesi) birçok kararını tanımıyor. AB ülkeleri, İsrail'e yaptırım uygulamak bir yana, ticaret anlaşmalarını genişletiyor.
Gazze'de çocuklar ölürken, kurumlar prosedür konuşuyor. Bombalar düşerken BM sadece "taraflara itidal çağrısı" yapıyor. Sözde evrensel hukuk, İsrail'e gelince işlerliğini yitiriyor. Bu durum, yalnızca Gazze için değil, gelecekte benzer zulümlerin başka yerlerde tekrarlanması için de bir örnek oluşturuyor. Çünkü dünyaya, "güçlüysen her şeyi yapabilirsin" mesajı veriliyor.