İnsanın değişebilme kabiliyetine ne oldu?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Karatay Üniversitesi
26.09.2020

İnsan, kendisinin yapması gereken her şeyi, ama her şeyi ya bir teknolojiye ya bir kamu kurumuna ya da bir başka mekanizmaya ihale etmiş durumda. Bir başkası ibadet etsin ama sevabını ben alayım, çocuğu ben yapayım ama bir başkası onu eğitsin, acılar var olsun ama beni bulmasın, hüzün dağlara yağsın ama ben o dağların çiçeklerini seveyim psikolojisi içinde herkes.


İnsanın değişebilme kabiliyetine ne oldu?

İnsanoğlunun karşılaştığı her koşula adapte olmasına dair Anadolu da halk arasında yaygın bir ifade vardır, “insandır alışır”. Yaşanan acılara da girdiği karanlık ortama da içinde bulunduğu doğa koşullarına da birlikte olduğu topluma da uyum sağlama konusunda insanoğlunun çok büyük bir becerisi ve yeteneğinin olduğundan hiç kuşku yok. Diğer tüm canlılardan farklı olarak doğada var olabilmeyi kendi akıl ve becerisi ile sağlar.

Ondan kurtuluş yok

Denilir ki kuşlarla balıklar sohbet etmişler, kendilerine bahşedileni muhatabına izah ederken balıklar, Rabbül Alemin bize denizleri, okyanusları velhasılı kelam yeryüzünün tüm sularını ikram etti. Kuşlar da bize de bu dünyada bitmeyen gökyüzünü. Sonra birbirlerine sorarlar, peki aklı kime verdi? Yine karşılıklı cevap verirler, beniâdeme. Ve her ikisi de yek bir ağızdan o halde ondan kurtuluşumuz yoktur derler.

Doğayı tanıma, ondan istifade etme ve onu değiştirme konusunda insanın sergiledikleri artık bir başarı olmanın da çok ötesine geçtiği biliniyor. Ki bu imkanı insana sunan asıl özelliği içine girdiği her türlü iklime adapte olabilme kabiliyetidir. Dahası adaptasyon konusunda insanı diğer canlılardan farklı kılan temel özelliği onun hem fiziki hem de duygusal olarak değişebilme ve uyum sağlayabilme kabiliyetinin son derece gelişmiş olmasıdır. Bilindiği gibi büyük usta İbni Haldun, insanın ikili bir doğası olduğunu söyler, bunların birisi “fıtri” olandır diğeri de “toplum” ve tarihin inşa ettiğidir. O toplumsal tarihe eğilme çabası içindeydi ve düşüncesini de “insan, alışkanlıklarının evladıdır” şeklinde formüle etmişti. Ve bu ifade belki de onun en çok bilinen sözlerinden birisidir. Ona göre alışkanlıklar zamanla birer meleke haline gelirler ve daha sonraları da genetik bir mirasa dönüşürler. İnsanın doğuştan hangi potansiyellere, değerlere ve bilgilere sahip olduğu konusu hem Doğu hem de Batı medeniyetinin en çok kafa yorduğu konudur. Tabi her birisinin farklı bir çıkış noktası ve gayesi olmuştur.

Her şey bir lütuf

İslam-Doğu medeniyetinin çıkış noktası insanın O’ndan bir ruh taşıdığı ve bu izi sürerek hem O’nun hem de kendi varlığının farkına varacak bir yol bulmaktır. Gayesi ise insana bahşedilen her şeyin bir lütuf olduğunun hatırlatılmasıdır.

Batı-Hıristiyan dünyasının çıkış noktası ise tanrıya dokunabilmektir. Gayesi de onun gibi olmaktır. Nitekim Tanrı’yı aramızdaki kişilerden birisi olan “baba” olarak görme/göstermeleri de bundandır. Unutmamak gerekir ki baba-oğul konumlandırması her ne kadar hiyerarşik bir ilişki biçimi gibi görünse de her ikisi de aynı varlık dünyasına ait kişilerdir.

Hiçbir özel yerme niyeti gütmeden söylemek isterim ki bu iki tavır alışın semavi dinlerin mesajlarında sembolize edildiği yer Hz. Süleyman ile Karun’un hikayesidir. Süleyman (as) der ki “oku ben atmadım rabbim beni imtihan ediyor, Karun dedi ki, bütün hazinelerin sahibi benim, her şeyi ben kazandım”.

Sihirli kelime: Başarı

Bundan dolayıdır ki başarı, Batı dünyasının en sihirli kelimelerinden birisidir. İnsan ancak kendi başarısı kadar kendini var edebilmiştir sanki. Modern dünyada ben yaptım veya ben başardım demenin zevki bir başkadır. Herkesin bu keyfi tatması için gece gündüz yüzlerce ajan üzerinden bireylerin zihin altı dünyasına mitik mesajlar gönderilir. Nihayetinde insan her şeyi başardığını sandığı bir anda aslında hiçbir şeyi değiştiremediğini fark etti. Hep kendisini değiştirmişti. Ama bu kez kendisini de değiştiremiyor. Toplumsal tarihle ilgilenenler de bilirler ki insanlığın başına çok büyük felaketler gelmiştir. Ama sonra bunlardan kurtulmuş ve kendisini yeni duruma göre ayarlayıp yeni yaşam pratikleri üretip aynı duygu dünyasını muhafaza ederek kendi yoluna devam etmiştir. Covid-19 dolayısıyla zuhur eden pandemi süreci, daha önce örneğine rastlanmayan bir duruma neden oldu; insanoğlu ne yeni duruma alışabildi ne de kendine yeni alışkanlıklar edinip fıtri duygularını muhafaza ederek yaşamını idame ettirmeyi başarabiliyor. Rivayete göre insanın hüzün hikayesi, Adem peygamber ile başlar ve onun çocuklarıyla devam eder.

Kabil bile alıştı

Hz Adem’in kendi hikayesi belki bir nebze de olsa birileri tarafından şahsileştirilebilir ama onun çocuklarının hikayesi bizim hikayemizdir aslında. İki kardeşin kazandıklarından (kendilerine bahşedilenden) Tanrı’ya sunduklarının kabul görmesi bağlamında yaşadıkları kıskançlığın kanlı bitmesi sonucunda katil olan Kabil, kardeşine yaptıklarını fark ettiğinde çoktan iş işten geçmişti. Günlerce onun naaşını sırtında taşıdı. Acıyı sırtlayarak dünyayı dolaştı. Günlerce hüzün taşıdı üstünde ve içinde. Ama buna bile alışabildi insan. Hem de bir kargadan öğrendiği çok sıradan bir pratik ile… Daha sonra başka başka felaketler de yaşandı. Beniâdem bütün bunlara alışabildi. Savaşlar yaşadı, kıtlık gördü, salgınlarla boğuştu, büyük buhranlar kabus gibi çöktü dünyanın üzerine. Bütün bunlar yaşanırken de yaşandıktan sonra da insanoğlu üstün yetenekleri ile hem yeni duruma ilişkin adetler oluşturdu hem de kadim olan derin duygularını canlı tutmaya devam etti. Hatta körelmiş olanları dahi yeniden canlandırdı. Görünen o ki bu kez durum farklı seyrediyor. Ne yeni duruma ilişkin adetler üretilebiliyor ne de fıtri olan duyguların canlı tutulması mümkün oluyor.

Üstelik bu kez insanoğlu daha çok donanımlı ve çok daha fazla imkân sahibi, daha çok güçlü ve daha çok başarabilme deneyimine sahip. Ama yine de başarılamıyor bu kaosun üstesinden gelmeyi.

Niçin? Çünkü insan, kendisinin yapması gereken her şeyi, ama her şeyi ya bir teknolojiye ya bir kamu kurumuna ya da bir başka mekanizmaya ihale etmiş durumda.

Bir başkası ibadet etsin ama sevabını ben alayım, çocuğu ben yapayım ama bir başkası onu eğitsin ve terbiye etsin, acılar var olsun ama beni bulmasın. Hüzün dağlara yağsın ama ben o dağların çiçeklerini seveyim psikolojisi içinde herkes.

Bilgisayar şiir bile yazıyor

Bu açmazdan kurtulmak mümkün değildir. İnanmayı bile bir başkası bizim adımıza yerine getirsin istiyoruz. Matematiği ve musikiyi bilgisayara yüklediğimizden bu yana bütün kabiliyetlerimiz köreldi. Öyle ki şiir bile dijital ortamda üretilebiliyor.

Yanılmıyorsam usta yönetmen Andrey Tarkovski’e ait olduğu söylenen bir ifade vardır, “şükür ki bilgisayar şiir yazamıyor”, evet Tarkovski dostumuzun zamanında bilgisayarlar şiir yazamıyorlardı ama maalesef şimdi yazıyorlar, hem de akrostiş olanları bile var. Ortaya çıkan salgının bizi değiştiremediğini iddia ettiğim düşünülmesin, aksine üstün bir meziyet olan değişebilme ve değiştirme yeteneklerimizin körelmiş olmasından bahsediyorum. Bu gücümüzün tükenmiş olduğunu vurgulamak istiyorum. Şair-i maderzat Hüseyin Atlansoy, hüzne dair çarpıcı tasvirlerde bulunur. Önce bu dünyayı “burası sebepsiz hüzünler sultanlığı/kül burada her şey; aşk, bilgi ve keşif/zaman şu an ve mekan şu nokta/gelir geçer sultanlık hafif ve gözyaşlarıyla” tanımlar ve sonrasında o acı hakikati bize haykırır; “/siz de biliyorsunuz/’hüzün’ bu yıl yine moda çocuklar/” ama sadece modaseverlerin ilgi duyabileceği bir konu değildir ha! “/iyisi, kötüsü olmaz acının ve acı/insanın yüzünde gizlidir; çocuklar/”

Ez cümle insanın başına çeşitli felaketler gelebilir ve bugüne kadar da pek çok felaket gelmiştir zaten. Muhtemelen bundan sonra da gelecektir. Yaşanan acı dolu tecrübelerden insanlık son derece kıymetli ama çok yüksek maliyetli bilgiler edinmiştir. Naiv hayat bilgisi de dediğimiz bu bilgi türü, bize gündelik hayatta karşılaştığımız sorunların çözümü için metodolojik bir altlık oluşturur. Ancak günümüzde bu bilgi, diğer bilgi türlerine karşı varlığını koruyamadı. Giderek nostaljik hikayelerin teması haline geldi. Bu karamsal tablo bize, artık kendimizi yeni duruma uyarlayacak ya da adapte etmek için değiştirebilecek melekemizi kaybettiğimizi göstermektedir.

Esasında karamsar birisi değilim, ancak uzun bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen hem bahse konu salgının bertaraf edilmesinde, hem ondan kendimizi koruyabilme hem de onunla birlikte yaşamayı öğrenme konusunda dişe dokunur bir başarı hikayesi yok dünyada. Bu sizi de ürkütmüyor mu? Karşılaştığımız felaket değil, felaketin üstesinden gelebilme iradesi, acıyı sırtlayabilme gücü ve değişebilme melekesini kaybetmiş olmamızdan şahsen ben çok endişeliyim. Sağlık çalışanların fedekarlıklarını gölgelemek istemem ama günümüzün en iddialı disiplini olan tebabetin çaresizliğinden endişe etmiyor musunuz? Eskiden beri farklı türleri biliniyor olmasına rağmen yeni türün genetik haritasının tam olarak bilindiğini söylemek bile sanıyorum kolay değildir. Hastalığın kendiliğinden bir mutasyona uğramasını çaresizce beklemekten başka ne yapabiliyoruz?

 

[email protected]