İnsanlığa en büyük felaketi yaşatacak asıl konu nedir?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
3.04.2020

Artık toplum tarihinde yeni bir dönem başladı. Ama ne var ki bu sadece çarpıcı bir isimlendirmeye konu olacaktır, “post korona” kavramı literatüre girecektir. Beşeri ideolojilerin bizi davet ettiği yerin bir çıkmaz sokak olduğu görüldü. Peki insanlığa en büyük felaketi yaşatacak asıl konu nedir?


İnsanlığa en büyük felaketi yaşatacak asıl konu nedir?

Geçen gün değerli dostum İdris Kardaş, sosyal paylaşım sitesi üzerinden tanıdıklarına karantina süresinde yaşananlarla ilgili neler hissettiğini, duygularını, korku ve umutlarını yazmalarını talep eden bir mesaj gönderdi. Doğrusu günlük tutmak ve gündelik hayatta yaşadıklarını bir başkasının ilgisini uyandıracak bir üslup ile lirik bir dil ile anlatmayı çok isterdim, ama biliyorum ki benim böyle bir kabiliyetim yoktur. Keza ben lirizmi ziyadesiyle seven ve coşkulu yazılar yazabilen sanatçıları da çok kıskanırım.

Modern sosyoloji paradigması çerçevesindeki bir formasyona sahip olanların bugünlerde yaşananları üç boyutlu analiz edebilmelerinden çok emin değilim ve bence de İdris Kardaş’ın yapmak istediği çalışma, geleceğe dair umutlarımızı taşımamız için önemli bir iş olacaktır.

Klasik sosyoloji formasyonu, felsefe (toplum felsefesi) ile olan akrabalığını kestiğinden bu yana son derece teknik bir işleyişe sahip oldu. Üç boyutlu ölçeklerle dünyadaki tüm toplumsal yapıların reflekslerini ölçebileceğine inanan bir epistemik cemaat var akademiada. İnsanı sahip olduğu özgünlüklerden soyutlayıp tek tipleştirmek için yürütülen bir operasyona tanıklık etti geçmiş yüzyılda.

Devrimci/sol jargonla söylemek gerekirse, bugün her bir sosyal bilimcinin, özellikle de sosyologun toplumun huzuruna çıkıp özeleştirisini vermesi gerekir ama nafile….

Post korona

Bir önceki yazımda da bahsetmiştim, artık toplum tarihinde yeni bir milat var, yeni bir dönem başladı. Ama ne var ki bu sadece çarpıcı bir isimlendirmeye konu olacaktır, “post korona” kavramı literatüre girecektir, hatta girdi bile.

Yine sosyologlar ve sosyal biliciler bu yeni dönemi tanımlayan kavramlar üzerinden analizler yapacaklar, bilimsel kehanetlerde bulunacaklar ve envai çeşit teoriler geliştirecekler. Devrimci dostlarımız, egemen güçlerin emek sömürüsünden doğan artı değerin tarihsel diyalektik bağlamındaki değişimin nasıl bir üst yapı doğurduğunu yazmaya başladıklarını biliyorum dersem lütfen abarttığımı düşünmeyin. Evet yine aynı minval üzere, tez antitez ve sentez üçlemesi çerçevesinde biri diğerinin kurtuluş reçetesi olan fikirler çatışacak ve sonucu farklı olmayan çeşitli siyasal sistemleri inşa edecekler.

Ancak bunların hiçbirisi artık sadra şifa olmayacaklar. Kapitalist sistemde de korona virüs ile mücadele ederken alabildiğine bencil davranmak ve sadece kendini düşünmek esas hedeftir komünist sistemde de. Peki bu ikisi arasında nasıl bir değersel farkın olduğunu iddia edebiliriz?

Asıl sorun bana göre dünyevileşmektir ve bu açmazın hayatımızdan kovduğu esas kavramın tekrar sahih olan içeriği ile doldurulup hayatın akışındaki doğal yerine tekrar koyabilmektir.

Bilimsel bilgiyle sahip olunan aşırı özgüven ve “iman”, sanılanın aksine insanoğlunun zihinsel işleyişinde çok büyük bir tahribata neden olmuştu. Bilimsel bilgi ekipmanları, zihnimize eklemlenen birer proteze dönüştüler ve artık vücut bu yeni uzuvları tanımıyor ve işin can sıkıcı olan tarafı da bu durumun farkında olmamaktır.

Bir çıkmaz sokak

Felaket tellallığı yapmak istemem ama bundan sonra karşımızda artık normal şartlarda işleyen bir suje/aktör (insanoğlu) olmayacaktır. Zihinsel çabaya konu olan bir felsefi düşünce biçimi de olmayacaktır. Daha doğrusu üzerine kafa yorabileceğimiz belli karakteristik özellikleri olan bir varlık olarak “şahsiyet” artık olmayacaktır. Oysa unutmamak gerekir ki ilk insan Hz. Adem’den bu yana bireyin kendisine sorduğu ilk soru, bizzat kendisi ile ilgili olmuştur ve felsefe (düşünce) tarihinin özeti de esasında kendini bilmek için gösterilen çabanın tarihidir. İşte “ben kimim” sorusunu sorduğumuzda benliğin temel parametrelerine dokunacak önermeler kuracak bir düzlem yok artık bizim için. Evren, bizim anlamımıza konu olacak bir varlık alanı olmaktan çıktı.

Önceki septikler ve biz

Ne yazık ki bu durum insanlığa en büyük felaketi yaşatacak olan konudur ve insanlar bundan belki de hiç haberdar olmayacaklardır. Beşeri ideolojilerin bizi davet ettiği yerin bir çıkmaz sokak olduğu görüldüğü halde…

Hikmeti yitirmiş olan insanlığın bir değerler manzumesi üretecek kapasitesi artık kalmadı. Ne varlıktan, ne kendimizden ve ne de bu ikisi arasında bağ kuran temel araçlardan artık emin olamıyoruz. Bu durum daha önceki septiklerin kuşkusundan farklı bir durumdur şöyle ki, eski septikler, bunların varlığını sabitlemek adına sorgulayıcı bir metodoloji ile konuyu bu çerçevede ele almışlardı ama bugün artık böyle bir şüphecilik yok aksine her üç parametreden de cahilce bir cesaretle emin olma durumu var. Emin olunamayacak bir durumdan emin olma özgüveni en büyük risktir bana göre.

Denilebilir ki bugün dünyaya en büyük felaketi yaşatacak olan asıl zorluk, çok daha etkili olacak salgın hastalıklar veya ekonomik krizler değil, bahse konu beşeri ideolojilerin çöktüğünün görülmemesi ve kabul edilmemesidir. Dünya, bütün sermayesini bilgi kuramsal ve değersel içeriğe sahip olan “modern paradigmaya” yatırdı ve o da iflas etti.

Elindeki bütün kozları bilimsel bilgiye yatırmış olmasına rağmen, insanlığın hala bu alana yönelik taşıdığı “imanı” yeteri derecede samimi bulmayan bir kamuoyu var. Üstelik bilimin, insanlığın ortak değeri olarak kabul ettikleri temel “hümanist ilkelerin” hepten çıkmaza girdiği ve çaresiz kaldığı bir dönemde.

İşin zorluğunu en iyi okuyabileceğimiz yer semavi dinlerin ortak tarih şuurudur. Bilindiği gibi her peygamber, gönderilmiş olduğu kavmi sahip olduğu “sapık düşünce ve inançlardan” koparmak için onlara ilahi bir mesaj ile gitmiştir. İnsanlığın dibe vurduğu zamanlarda onlara yeniden hayatın gayesini ve hikmeti hatırlatmak üzere gelen peygamberlerin mücadelesi kolay geçmemiştir. Her peygamber, önyargılara ve ilkel inançlara sahip olan kavimlere ilahi mesajı iletirken muhataplar hep onlara, madem ki doğru söylüyorsun haydi bize bir mucize göster diye itiraz etmişlerdir.

Ve eğer onlara mucizeler de gösterilse yine de kanaatleri değişmeyecektir. Kur’an-ı Kerim; kibir, bencillik, inat ve önyargı ile vahye yaklaşanların onu anlayamayacaklarını buyurur. Bunlara “kalpleri mühürlenmiş olanlar” der ve devamında, mucize göndersek de zaten iman etmeyeceklerdir diye buyrulur. “Böylece zulüm ve haksızlık eden toplumların kökü kazındı ve tarih sahnesinden silinip gittiler.”

Hikmeti aramak

Bugünün modern insanı mucizelere de inanmayacağı için ikna olması kolay olmayacaktır. O halde gelecekte nasıl bir sosyoloji ile birlikte yaşayacağımızın analizini biraz da gündelik yaşam pratiklerinden yapmak gerekir.

Gündelik hayat bilgisine hikmet dersek sanırım fahiş bir hata yapmış olmayız, zira kelimenin hem Arapça hem de Aramice kökeni “bilgi, bilgelik, bilme ve bilge olma” anlamlarındadır. Hayatı ve insanı tanımaya yarayan faydalı bilgilerin ortak adıdır. Rivayete göre Hz Peygamber de, “hikmet, müminin yitik malıdır onu nerede bulursa alır” diye buyurmuştur.

Buna göre de biz, hikmeti aramakla mükellefiz. Bulup bulmamak önemli değil, aramak ve ona götürecek yolu bulmakla, bizi ona götürecek bir yöntemi-usulü belirlemekle mükellefiz.

İşte bu mükellefiyetimizi yerine getirebileceğimiz bir bağlam kalmadı korona öncesi dönemde. Şimdi onu yeniden kurmak gerek ve bu bağlamı asıl ait olduğu yere oturtacak olanlar da en son vahyin muhatabı olan Müslümanlardır. Kozmoloji ile dengeli bir ilişki kurma imkanına kim sahip ise bu kaosu bitirecek olan da olanlardır. Kozmolojisini kaybeden günümüz dünyası bu sorunu ne yazık ki çözemeyecektir. Kötü bir kehanette bulunmak istemem ama bana göre biz kendimizi değiştirmedikçe mevcut durum da değişmeyecektir zira bu bir sonuçtur, bir sorun değildir. Salgın dolayısıyla ABD’de evde kal çağrısından sonra New York’ta, dünyanın en meşhur caddesinde, dünyanın en gözde markalarının olduğu işyerleri, yağmaya karşı mağazalarının vitrinlerini tahta bariyerlerle kapattılar.

Klasik sol ideoloji perspektifinden “yağma” özel mülkiyete karşı devrimci bir eylemdir diye bir yazı yazılsa kim itiraz edebilir acaba? Ya da mülkiyetin mutlak dokunulmazlığı üzerinden yağmacılığa karşı ağır cezalar öngören bir tez ileri sürülse kim karşı çıkabilir ki?

Kimler yağmaya yatkın?

Burada sorulacak olan esas soru şudur, bunca medenileşmeye rağmen niçin insanlar üzerindeki toplumsal ve hukuki baskı kalkınca ilkel duygularına yenik düşüp pervasızlaşabiliyorlar, vahşileşebiliyorlar ve yağmalamaya kalkışıyorlar?

Sanırım bunun cevabını ararken tam da konumuzla alakalı olan bir yere, insanın tanımına çıkıyor yolumuz ve işin sırrının da kendini bilmekte saklı olduğunu görüyoruz.

İnsanı diğer canlılardan ayıran esas meziyeti olan iradesini rafa kaldırmak için doğasına dair yapılan stratejik tanıma göre şiddet, kötülük işleme ve günaha çağıran duygular verili değil sosyolojiktir. Bu çerçeveden bakıldığında yağmalama sosyolojik bir olgudur ve hatta kimlerin yağmaya yatkın olduğunu belirleyebiliriz. Belki yüksek sesle dile getirilmiyor ama pek çoğunun aklındaki grubu ben de izhar etmeyeyim.

Ama bu doğru bir okuma değil, insanın sırrı, yağma, suç ve günah fikrinden ve kötülük işleme dürtüsünden münezzeh olması değil, kötülük yapma veya günah işleme eğilimine sahip olması ancak bunu kontrol edebilecek bir irade ve muhakemeye ve erdeme de sahip olmasıdır.

İçimizde var olan şiddeti/yağmayı durdurmamızı sağlayan saiklerin varlığını ne ile izah ediyorsak onu durduracak olan güç kaynağı da odur: Eğer toplumsal dinamikler şiddeti doğuruyorsa onu durduracak olan da toplumsal baskıdır. Yok şayet şiddet verili bir duygu ise onu durduracak olan da verili bir irade olacaktır.

[email protected]