İnsanlığın veto değeri

İdris Kardaş - Bilgi Ünv. Küresel Sorunlar Platformu Genel Koordinatörü
15.06.2013

Beş daimi üyeli ve veto yetkili bir konsey Suriye’de güvenliği sağlayamıyorsa, etkin olmanın tanımı tekrar yapılmalı. Bu denli güçlü bir ihtiyaca karşın reformun gerçekleşmemesi Güvenlik Konseyi başta olmak üzere tüm BM’nin meşruiyetine gölge düşürüyor.


İnsanlığın veto değeri

Birleşmiş Milletler,”demokratik” ülkelerin katılımı çağrısıyla 25 Nisan 1945’te San Francisco Konferansı ile kurulan; fakat kurucularının diline pelesenk olmuş demokrasi kavramını kendi bünyesinde ne kadar uyguladığı her zaman tartışma konusu olan uluslar üstü bir örgüttür. Dünya barışını ve güvenliğini korumayı kendine misyon edinmiş BM, bazı durumlarda aldığı kararlar ve göz ardı ettiği insani krizlerle kendi misyonunun bizzat karşısında yer alıyor bugünlerde. Bu çarpık durumun oluşmasında da en önemli etken, İkinci Dünya Savaşı’ndan muzaffer çıkmış beş daimi üyenin elinde bulundurduğu veto hakkı. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa; çıkarlarına aykırı bir durum gördüklerinde veto hakkına başvurabiliyorlar, öyle ki bu veto hakkı geri kalan 188 ülkenin olumlu oyuyla geri çevrilemeyecek kadar da güçlü. Geçen yılın Ekim ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da, Suriye’de sürmekte olan katliamlara karşı BM Güvenlik Konseyi’nde Çin ve Rusya’nin vetosu yüzünden devam eden ataleti eleştirmiş ve bir reformun gerekli olduğunu belirtmişti. Aslında BM Güvenlik Konseyi’nde reform gereksinimi örgütün kuruluşundan beri dillendirilen bir konu. Mevcut sistemin içinde bulunduğu açmazları, evrensel değerler ve değişen küresel parametreleri ele alarak iki açıdan değerlendirmek mümkün. 

Daimi üyelerin sultası

Beş daimi üyenin BM kararlarını etkileme gücü ve ellerinde bulundurdukları veto hakkı, demokratik anlayışın bel kemiği olan temsilde adalet ilkesine doğrudan karşıtlık ifade etmektedir. 193 ülkenin üye olduğu BM Genel Kurulu’nun çoğunluk sağlayarak üzerinde uzlaşma sağladığı bir konunun, bir daimi üyenin vetosuyla reddedilmesi adalet ilkesini ciddi anlamda zedeleyen bir durum. Beş daimi üyenin bu ayrıcalıklı konumu kimi çevrelerce yeni bir koloni düzeni olarak nitelendiriliyor. Veto yetkisinin sağladığı güçle belli devletler, belli konularda karar çıkmasını doğrudan engelliyorlar. Örneğin, ABD, İsrail’e yönelik her türlü kınama kararını veto ediyor ya da Suriye’de yaşanan insanlık dramı, Çin ve Rusya’nın Suriye yönetimi ile ayrıcalıklı ilişkileri yüzünden görmezden gelinebiliyor. Suriye ile ilgili son zamanlarda katliam seviyesinden soykırım seviyesine geçen durum karşısında dünya sessizliğe bürünebiliyor ve uluslararası kurumların ve son açıklamaları ile BM’nin, Esad’ın savunduğu eşit iki gücün çarpışması tezini onaylayabiliyor. Konsey’de mevcut olan bu adaletsiz durum, uluslarası hukukun temellerinden biri olan egemen devletlerin eşitliği ilkesine de aykırılık teşkil ediyor. Uluslararası arenanın anarşi ortamını daha tahmin edilebilir boyutlara getirilmesi için, uluslararası hukuk yürütülen çabaların en önemlisi. Fakat aynı çaba için kurulmuş BM’nin en tepesindeki örgütlenmenin bu basit ilkeyi bile yok sayması üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Sonuç olarak ise demokrasi ve adalet ilkesine hiçbir şekilde uymayan bu yapının devam etmesi halinde derin bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya olduğu açık. 

BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısının karşı karşıya kaldığı bir diğer açmaz ise 1945’teki güç dengelerine göre oluşturulmuş daimi üyeliğin, yetmiş yıla yakın süredir çok büyük değişimler geçiren küresel sisteme karşın hiç değiştirilmemiş olmasıdır. BM Güvenlik Konseyi, elinde bulundurduğu yetkiler ve yaptıklarıyla küresel güvenlik sisteminin merkezindeki kurumdur. Soğuk Savaş dönemi gerçeklikleri ve dönemin ekonomik parametreleri, örgütün kuruluş sürecindekidaimi üyelerin seçimini açıklayabilir. Fakat aradan geçen süre içinde küresel sistemde siyasi ve ekonomik dengeler köklü değişimler geçirdi, bizzat daimi bir üye ülke olan Sovyetler Birliği topraklarının dörtte birinden fazlasını kaybetti. Buna rağmen daimi üye kompozisyonunda hiçbir değişim yaşanmadı. 50 ülkeyle kurulan BM şu an çoğunluğu Afrika ve Asya ülkelerinin oluşturduğu 193 üyeye sahip fakat hiçbir Afrika ülkesi daimi üye statüsünde değil. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın siyasi ve ekonomik kapasiteleri gün geçtikçe azalıyor ama daimi üye olarak kendi güçlerinden çok fazla şekilde etkilerini kullanabiliyorlar. Örneğin, üye ülkelerin BM bütçesine yaptığı katkıya baktığımızda İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in toplam katkısı % 17’ye tekabül ederken, daimi üye olmayan Almanya ve Japonya, bütçenin % 20’sini karşılıyorlar. Bu rakamlar, mevcut yapıdaki adaletsiz prosedürün yanında bazı devletlerin eski güçlerini devam ettirmek adına Güvenlik Konseyi’ni bir tür kaldıraç olarak kullandıklarını gösteriyor. 

Konseyin Soğuk Savaş sonrası rolü

Şunu da belirtmek gerekiyor ki Güvenlik Konseyi’nin özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra üstlendiği rol, reform gereksinimini kat be kat artırmış durumda. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin karşılıklı atışmaları dışında dünya siyasetine yön verecek kararlar alamayan konsey, günümüzde ise 1990’lı yıllarda kendini giderek daha fazla gösteren küresel problemlere karşı harekete geçmek için en önemli merci haline geldi. Özellikle uluslararası terörizmle ve kitle imha silahlarıyla mücadele için 2001 ve 2004 yılında hayata geçirdiği kararlar konseyin proaktif bir rol almaya başladığının açık kanıtı. BM Güvenlik Konseyi, artık savaş suçlularını yargılayan mahkemelerin kurulması için ön ayak oluyor ve soykırım ya da nükleer silah üretimi gibi barış ve güvenliği tehdit eden konularda ülkelere kendini savunmanın dışında müdahale hakkı verebiliyor. Etkinlik alanının bu denli genişlemesi de, meşruiyet ve adil temsil adına beş daimi ülke dışında ülkelerin de bu alanı paylaşmasını zaruri kılıyor.

Sonuç olarak, toplumların üzerinde kabaca anlaştığı adalet, temsiliyet ve demokrasi gibi yönetsel değerler de, Soğuk Savaş sonrası konjoktürün getirdikleri de BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısıyla devam edemeyeceğini gösteriyor. Bu yüzden de, BM’nin ihtiyaç duyduğu reform için farklı formül ve öneriler dillendiriliyor. Ancak bunlardan iki tanesi hayli öne çıkıyor. 

Beklenen reform talepleri için metodlar farklı olsa da önerilerin temel ayrım noktasını ülkelerin adaletsiz ve giderek meşruiyetini kaybeden daimi üyelik statüsüne bakış açıları oluşturuyor. Almanya, Japonya, Brezilya ve Hindistan’ın oluşturduğu G4 ülkeleri dünyadaki güç dağılımındaki ağırlıklarından dolayı konseyde daimi üye olma haklarının olduğunu iddia ediyor ve daimi üyelik statüsünün olduğu gibi bırakılarak genişletilmesinden yana olduğunu ifade ediyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu “Mutabakat için Birleşme” grubu ülkeleri ise daimi üyelik statüsünün ve veto hakkının kaldırılmasının, demokratik ilkeler açısından elzem olduğu görüşünde. Bu grup, G4’ün önerilerinin yeni sorunlara yol açacağını ve olası bir reformun çoğunluk ülkenin genel beklentisi olan adil temsil, demokrasi, şeffaflık ve sorumluluk gereklerini karşılaması gerektiğini düşünüyor. Bu bağlamda, “Mutabakat için Birleşme” grubu Güvenlik Konseyi’nde daha fazla temsiliyet için genişlemeden yana olduğunu açıkça ifade ediyor. Genişlemenin konseyin etkinliğini azaltacağına yönelik eleştirilere ise Başbakan Erdoğan’ın üzerinde durduğu Güvenlik Konseyi’nin Suriye’deki insani krize karşı ataleti, karşı örnek olarak rahatlıkla gösterilebilir. Beş daimi üyeli ve veto yetkili etkin olduğu düşünülen bir konsey Suriye’de güvenliği sağlayamıyorsa, etkin olmanın tanımı tekrar yapılmalı. Bu iki ana model dışında ortaya birçok ara model atılmaya devam ediliyor. Bunlardan öne çıkanları veto yetkisinin insan hakları ihlali gibi konularda geçersiz sayılması ve bölgesel temsiliyet üzerinden bir konseyin oluşturulması. Yine de bu tür bir reformun gerçekleştirilmesi için daimi beş üye dışındaki ülkelerin stratejik çıkarlarını bir kenara bırakıp konsensus oluşturması çok önemli. Bu denli güçlü bir ihtiyaca karşın reformun gerçekleşmemesi Güvenlik Konseyi başta olmak üzere tüm BM’nin meşruiyetine gölge düşürüyor. Türkiye’nin son zamanlarda stratejik tercih alanında Şangay İşbirliği Örgütü gibi farklı hedeflere yönelmesinin bu yönden okumakta da fayda var. Türkiye dış politikasında geleneksel olarak kabul görmüş AB, BM gibi uluslararası örgütlerin misyonlarını tam olarak yerine getirememeleri ve etkinliklerinde azalmaların meydana gelmesi, güç profili giderek yükselen Türkiye için etki yelpazesini genişletmeyi zaruri kılıyor. 

[email protected]