Gazze konusunda özellikle BM'nin uluslararası adalet ve hukuk ekseninde süreci değerlendirmesi gerektiği sarihtir. Bunun nedeni, BM'ye 8 Aralık 2023 tarihinde, Gazze'de insani ateşkes çağrısıyla sunulan S/2023/970 sayılı karar taslağının BM Güvenlik Konseyi'ne sunulmasına rağmen uygulanmamış olması ve sivillerin yeterince korunamamasıdır. Eğer o gün bu karar tasarısı kabul edilip uygulanmış olsaydı, bugün bölgede yalnızca bombalar değil; açlık ve hastalıklar nedeniyle hayatını kaybeden çocuklar ve kadınlar da olmayacaktı.
Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi
I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi, küresel sistemde insanlara büyük yıkımların ve felaketlerin boyutlarını uzun yıllar sürecek şekilde gösterememiş olmalı ki, kısa bir süre sonra II. Dünya Savaşı yaşandı. Bu ifade, sistemsel bir okuma açısından eksik görünebilir; zira küresel sistemdeki aktörler, insan doğasının vahşi ve şiddet içeren yönlerini görerek önlem alma adına bazı adımlar atmışlardır. Milletler Cemiyeti'nin ortaya çıkışı da bu çabanın bir ürünü olmuştur. Öte yandan, Woodrow Wilson'ın uluslararası sistemin doğasını dönüştürme çabasıyla ortaya koyduğu On Dört İlke, mevcut sistemin şiddet temelli yapısına ve insanların korku ile endişe içinde yaşamak zorunda kalmasına karşı bir uyarı niteliğindeydi. Ancak zamanla anlaşıldı ki bu girişimler de yeterince başarılı olamamıştır. Uluslararası sistemin doğasının ancak uluslararası hukuk, normlar ve yaptırımlarla korunabileceği gerçeği, II. Dünya Savaşı'nın dehşetiyle net biçimde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Milletler Cemiyeti'nin başarısızlığı sonrası Birleşmiş Milletler karşımıza çıkmıştır: Yeni bir dünya düzeni ve küresel ölçekte koruyucu yeni bir örgüt. Fakat geldiğimiz noktada, BM'nin de tıpkı I. Dünya Savaşı öncesindeki dönem gibi başarısız kaldığı bir sürece girdiğimizi söyleyebiliriz. Özellikle Gazze'de İsrail'in gerçekleştirdiği operasyonlar, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın tüm sivillerin savaş hukukuna aykırı şekilde hedef alınması, günümüzdeki en çarpıcı örneklerden biridir. Üstelik 360 kilometrekarelik bir alanda yaşayan insanların gıda, elektrik gibi temel yaşamsal ihtiyaçlardan mahrum bırakılması, uluslararası hukukun ihlali kadar, insanlık açısından da ayrı bir sorunsal yaratmaktadır. Dolayısı ile Ekim 2023 itibari ile Gazze'de tırmanan insani kriz, konusunda Türkiye'nin Uluslararası Adalet Divanı'na (UAD) yaptığı çağrı önemli. Türkiye adına UAD'de Dışişleri Bakan Yardımcısı Yılmaz, İsrail'in uluslararası hukuku ihlal eden eylemlerini dile getirmişti. Peki ama Türkiye'nin dahil olması neden önemli, bu süreçte neler yapılabilir?
Hukuki dayanaklar ve hakkaniyet
Bilindiği gibi, Aralık 2023'te Güney Afrika, İsrail'e Gazze Şeridi'nde 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ni ihlal ettiği gerekçesiyle dava açmıştı. Akabinde ise 14 ülke davaya müdahil olma niyetini açıkladı. Bu ülkeler, resmi olarak bir tarafın yanında yer almıyor olsalar da UAD'nin Statüsü'ne göre, Madde 62 uyarınca bir devlet davaya katılma talebinde bulunabilir ve mahkeme bu talebi kabul ederse, ilgili devlet davaya taraf olur.
Türkiye de bu kapsamda müdahil olan ülkelerden biridir. Burada dikkat çeken temel husus, tarafların davaya dahil olmasıyla birlikte sergileyecekleri tutum ve sunacakları argümanlardır. Türkiye'nin taraf olmasıyla birlikte ortaya koyacağı somut kanıtlar ve yapacağı açıklamalar, davanın seyri açısından ayrı bir önem kazanmıştır. Bilindiği üzere Türkiye, dış politikasında insan odaklı, istikrar ve güvenlik merkezli, hakkaniyetli ve adil bir çerçeve sunmaktadır. Aynı zamanda, gerek bölgemizde gerekse küresel sistemde devam eden çatışma alanlarında Türkiye'nin temel dayanağı, uluslararası hukuka saygı ve egemen, eşit devletler yaklaşımıdır.
Bu kapsamda Türkiye için Gazze'de yaşananlar, yalnızca bir insanlık dramı değil, tarihsel bağlarımızın da etkisiyle çok daha derin ve özel bir anlam taşımaktadır. Özellikle çocukların başta hedef alınması, sivillerin yaşam hakkının açık şekilde tehdit altında olması, Türkiye'nin bu sürece müdahil olmasını hem hukuki hem de vicdani bir zorunluluk haline getirmiştir.
Türkiye'nin davaya müdahil olmasındaki bir diğer önemli unsur, yalnızca İsrail-Filistin bağlamında değil, aynı zamanda burada gerçekleşen ve uluslararası hukuk ile insanlık vicdanını zedeleyen bu durumun, gelecekte benzer krizlerin yaşanmasını önlemeye yönelik bir girişim olmasıdır. Nitekim küresel sistemde artan çatışma alanları ve yükselen şiddet eğilimi, bu süreci daha da kritik hâle getirmektedir.
Dondurulmuş çatışma alanlarının yavaş yavaş yerini sıcak çatışmalara bırakmaya başladığı bir döneme girilmiştir. Bu durumun en güncel örneklerinden biri, Hindistan ve Pakistan arasındaki gerilimin yeniden tırmanmasıdır. Bu noktada, yeni çatışma alanlarının ortaya çıkmasının engellenmesinde, uluslararası hukuka riayet eden aktörlerin küresel sistemde görünür olması caydırıcı bir unsur olacaktır. Türkiye'nin bu dava kapsamında sergilediği tutum da, bu yönde atılmış stratejik, vicdani ve normatif bir adım teşkil etmekte.
İnsan hakları noktasındaki zafiyet
UAD nisan ayında, İsrail'in 28 Temmuz 2025'te vermesi beklenen cevap dilekçesinin teslim süresini 12 Ocak 2026'ya kadar uzattığını açıklamıştır. Bu esnada ise, İsrail 18 Mart'ta, Ramazan ayında başlattığı sözde ateşkes politikası kapsamında sivilleri hedef almaya devam etmektedir. Gazze'deki Netzarim Koridoru'nda askeri operasyonlarını yeniden başlatan İsrail, bu kez aşırı sağcı siyasi figürlerin açıklamalarıyla gıda yardımlarının engellenmesini de açıkça savunur hâle gelmiştir. Hatta İsrailli Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Gazze'ye "bir buğday tanesinin bile girişine izin verilmeyecek" diyerek, açlığı bir savaş aracı haline getirdiklerini açıkça ilan etmiştir. Bununla birlikte İsrail Savunma Kuvvetleri Refah'ı Gazze Şeridi'nden ayıran Morag Koridoru'nu da açmıştır. Böylece Netzarim Koridoru ve Philadelphi Koridoru'nun yanı sıra Morag ile bölgede kontrolünü daha da arttırma amacını gerçekleştirmiştir. Nitekim Cenevre sözleşmeleri de dahil insan hakları noktasındaki zafiyet açıktır.
Gazze konusunda özellikle BM'nin uluslararası adalet ve hukuk ekseninde süreci değerlendirmesi gerektiği sarihtir. Bunun nedeni, BM'ye 8 Aralık 2023 tarihinde, Gazze'de insani ateşkes çağrısıyla sunulan S/2023/970 sayılı karar taslağının BM Güvenlik Konseyi'ne sunulmasına rağmen uygulanmamış olması ve sivillerin yeterince korunamamasıdır. Eğer o gün bu karar tasarısı kabul edilip uygulanmış olsaydı, bugün bölgede yalnızca bombalar değil; açlık ve hastalıklar nedeniyle hayatını kaybeden çocuklar ve kadınlar da olmayacaktı. (1)
Tüm bu gelişmelerin yanı sıra, Türkiye'nin İsrail'in Birleşmiş Milletler kurumlarına yönelik kısıtlamalarına ilişkin açıklamaları, önemli bir çerçeve sunmaktadır. Dışişleri Bakan Yardımcısı Yılmaz'ın açıklamaları kapsamında, BM nezdindeki süreci de düşündüğümüzde Uluslararası kurumlar bu zulmü durdurmakta yetersiz kalmıştır. Keza İsrail'in bölgeyi abluka altına alarak insanı yardımların ulaşmasını engellemesi de Dışişleri Bakan Yardımcısı Yılmaz'ın açıklamaları kapsamında insan hakları noktasında diplomasi ve siyasetin ne kadar yetersiz olduğunu gösterir. Bu bağlamda da insanlığa ortak bir sorumluluk düşer o da mazlumların haklarını savunmak ve bunu uluslararası hukuk çerçevesinde yapmaktır. Türkiye'nin dış politikasındaki odağın güç ve şiddet dilinden uzak, istikrar, insan hakları ve uluslararası hukuk merkezli olduğu görülmektedir. Bu durum, Türkiye'nin Gazze politikası özelinden hareketle, küresel alanda adil ve hakkaniyetli olarak, mevcut sistemin Uluslararası hukukun üstünlüğü ekseninde şekillenmesini yüksek sesle talep etmesi sonucunu doğurmuştur.