IMEC, yalnızca ekonomik bir koridor değil; Çin'i çevreleme, İran'ı dışlama ve İsrail-Hindistan eksenini meşrulaştırma projesi olarak da okunmalıdır. İsrail'in normalleşme sürecinde BAE ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle iş birliği geliştirmesi, IMEC üzerinden somut bir zemine oturmuştur.
Abdullah Zerrar Cengiz / Yazar
Dünya siyasetinde derin fay hatlarının oluştuğu, bloklar arası gerilimlerin yeniden yükseldiği bir dönemdeyiz. Artık meseleler, ticaret, sınır güvenliği ya da diplomatik ilişkilerden çok, küresel düzenin hangi değerler üzerine kurulacağı üzerinde yürüyor.
ABD-Hindistan-İsrail üçlüsünün temsil ettiği güvenlikçi ve çıkar odaklı blok karşısında oluşabilecek alternatif farklılıklar, sadece stratejik değil, aynı zamanda etik ilkeler çerçevesinde bir karşılaşmaya da işaret ediyor.
"Güvenlik tehdidi" söylemi, hukuksuzluğu meşrulaştırmak ve iç kamuoyunda destek kazanmak için sıkça kullanılan bir araç hâline getirilerek, sistematik işgal politikası, uluslararası hukuk ve insan haklarını tanımayan bir güvenlik anlayışı üzerinden uygulanan baskıcı politikalar, yalnızca insan hakları ihlali değil; alternatif dünya düzenleri arasındaki vizyon farkının da bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Konuya Filistin ve Keşmir örneği üzerinden baktığımızda Hindistan ve İsrail'in uyguladığı "Otoriter Güvenlik Modeli"nin, ABD'nin kayıtsız desteği, uluslararası toplumun sessizliği ve son olarak, ekonomik projeler üzerinden geliştirilen yeni ittifak hatları ile küresel düzeyde bu modele uluslararası destek ağının genişlediği görülmektedir.
Bütün bu haksızlıklara ve sınır tanımazlıklara karşı geliştirilebilecek "değer temelli yeni bir denge arayışı" yalnızca askeri bir dengeleme çabası değil; aynı zamanda adalete, egemenliğe ve insan onuruna dayalı alternatif bir dünya düzeni önerisine ihtiyaç olabilir.
Türkiye, Pakistan ve Çin'in şekillendirebileceği bu yeni eksen, bu vizyon farkına cevap verebilecek potansiyeli her zaman üstlenebilecek kabiliyete sahip görünüyor.
Türkiye, Batı kurumlarıyla ilişkilerini -yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen- ciddiyetle sürdürürken, diğer taraftan da Doğu'ya yönelik açılımlarına devam ediyor. Bu noktada Pakistan, nükleer güç olması ve Keşmir meselesindeki doğrudan taraf oluşuyla bu denklemde kilit aktör olurken Çin ise BRI ve CPEC projeleri başta olmak üzere ekonomik gücü ve küresel altyapı projeleriyle bu üçgenin motor gücü konumunda yer alabilir.
Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ve Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru Projesi (IMEC)
Küresel ticareti Batı'dan bağımsızlaştırmayı ve Çin merkezli yeni bir ekonomik harita kurmayı hedefleyen Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Pakistan'daki Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) hayati öneme sahipken Türkiye'nin Avrasya ile bağlantısını kuran "Orta Koridor" stratejisi, BRI ile uyumlu çalışabilecek, ekonomik bütünleşme kadar kültürel ve diplomatik iş birliğini de beraberinde getirecektir. Dolayısıyla BRI, çok kutuplu dünya düzeni arayışının somut altyapısı hâline de gelmiş oluyor.
Buna karşılık Çin'i Hindistan üzerinden dengelemeyi amaçlayan, Batı'nın ve Hindistan'ın BRI'ya cevabı olarak duyurduğu, IMEC (Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru), ilk kez 2023 G20 Zirvesi'nde tanıtıldı. Bu proje, Hindistan'dan çıkan malların BAE ve Suudi Arabistan üzerinden kara yoluyla Ürdün ve İsrail'in Hayfa Limanına ulaşmasını, oradan da Akdeniz yoluyla Avrupa'ya taşınmasını öngörüyor.
IMEC, yalnızca ekonomik bir koridor değil; Çin'i çevreleme, İran'ı dışlama ve İsrail-Hindistan eksenini meşrulaştırma projesi olarak da okunmalıdır. İsrail'in normalleşme sürecinde BAE ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkeleriyle iş birliği geliştirmesi, IMEC üzerinden somut bir zemine oturmuştur.
Dolayısıyla bu projenin Batı'ya alternatif bir vizyon mu yoksa karşı model sunulduğu ve ne tür aksiyonlara gebe kalacağı sorusu cevaplanması gereken bir soru olarak hala güncelliğini koruyor.
Yeni bir bölgesel güvenlik kompleksi mi doğuyor?
2025'teki İsrail-İran savaşı, sadece siyasi değil, ekonomik ve lojistik projeler açısından da büyük bir sınama oldu. ABD-Hindistan-İsrail'in öne sürdüğü IMEC projesi, Körfez güvenliğine dayandığı için doğrudan çatışmadan etkilendi. Hayfa Limanı, Suudi Arabistan'daki kara bağlantıları ve Ürdün geçişleri, çatışma nedeniyle operasyonel riskler taşıdı.
Buna karşılık, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) daha istikrarlı bölgelerden geçmekte ve Pakistan'daki CPEC (Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru) ile deniz aşırı krizlerden kısmen korunmaktadır.
Bu iki proje arasındaki fark artık yalnızca güzergâh değil, aynı zamanda jeopolitik kırılganlık ve güvenlik mimarisi düzeyindedir.
İran'ın nükleer programı ve "direniş ekseni" adıyla bölgede artan etkisi, İsrail'i hem konvansiyonel saldırılara hem de bölgesel müttefiklerin harekete geçirilmesine yöneltti. 2025 başında başlayan doğrudan çatışmalar; Suriye, Irak, Lübnan ve Kızıldeniz'de birçok cephede yankı buldu.
Bu savaşta IMEC Koridorunun güvenliği tehlikeye girdi. İran'ın hedef olarak seçtiği altyapılar, özellikle Körfez'deki limanlar ve lojistik üsler oldu.
İsrail'in Hayfa Limanı üzerinden Avrupa'ya açılma hedefi, savaş ortamında stratejik bir zafiyete dönüştü.
ABD'nin İsrail'e verdiği açık askeri destek, savaşı yalnızca İran-İsrail gerilimi olmaktan çıkarması, Batı'nın, kendi müttefiklerinin bölgesel yayılmacı politikalarını kayıtsız şartsız desteklediğini ve uluslararası hukuku yalnızca araçsallaştırdığını bir kez daha göstermiş oldu.
Çin ve Rusya gibi aktörler de çatışmanın genişlememesi için diplomatik inisiyatifler alarak alternatif blokların yükselişine alan açmış gibi görünüyor.
Türkiye, güvenlik kriziyle test edilen (BIR/IMEC) projelerde denklemi bozan aktör olabilir mi?
Türkiye bu iki proje arasında kendine özgü bir pozisyon arıyor. IMEC'te aktif rol verilmemesi, Ankara'nın projeye temkinli yaklaşmasının bir sonucu. Bununla birlikte Türkiye, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi'nde yer alarak Orta Koridor projesini güçlendirmek istiyor. Bu bağlamda Türkiye'nin konumu sadece ekonomik değil, aynı zamanda etik ilkeler çerçevesinde ve diplomatik tercihlerle de şekilleniyor.
Bu savaş ortamında, Türkiye, Filistin meselesinde olduğu gibi İsrail'e yönelik eleştirilerini sürdürse de bölge ülkeleri ile doğrudan çatışmadan kaçınarak "barış diplomasisi" yürütmeye çalıştı.
Pakistan, ABD'nin Hindistan'a verdiği stratejik desteği gözeterek, İsrail-Hindistan eksenine karşı daha görünür bir Çin yakınlaşması içine girdi.
Çin ise İran'a doğrudan destek vermemekle birlikte, Batı'nın savaş politikalarına karşı ekonomik denge ve güvenlik mimarisi üretmeye çalıştı.
Üç aktörün de savaş karşısındaki tutumları, çatışmanın yayılmasına karşı ortak duruşu, IMEC gibi tek taraflı projelerin sorgulanması ve Uluslararası hukuka bağlılık ve barışçıl çözüm arayışı gibi bazı konularda ortak bir tavır ortaya çıkardı.
Türkiye'nin savunma sanayii tecrübesi, Pakistan'ın stratejik konumu ve Çin'in ekonomik ağırlığı, Türkiye-Pakistan-Çin üçlüsünün küresel düzeyde etki potansiyelini yadsınamaz kılıyor.
Ancak bazı zorluklar da ortada: Çin'in Uygur politikaları, Türkiye kamuoyunda ciddi eleştiriler alıyor. Pakistan'daki siyasi istikrarsızlık ve Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinde yaşadığı belirsizlikler, bu üçlü yapının kurumsallaşmasını da zorlaştırıyor.
Türkiye'nin seçimi: Hegemonyalar arasında ahlaki ilkelere dayalı pozisyonu
İsrail-İran savaşıyla birlikte, Ortadoğu sadece bir çatışma bölgesi değil; aynı zamanda yeni küresel güç yapılandırmalarının test edildiği bir coğrafya hâline geldi. ABD ve İsrail'in güvenlik temelli, askeri yoğunluklu stratejileri; Çin, Türkiye ve Pakistan'ın kalkınma, karşılıklı saygı ve barış temelli vizyonuyla karşı karşıya geliyor.
İsrail-Hindistan-ABD ekseninin baskıcı ve dışlayıcı politikaları, yalnızca bölgesel krizleri derinleştirmiyor; küresel düzeyde adalet, eşitlik ve barış arayışlarını da baltalıyor.
Kuşak ve Yol ile IMEC arasındaki rekabet, artık sadece altyapı değil; hangi etik ilkeler çerçevesinde bir dünya kurulacağına dair bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Türkiye, bu noktada sadece dengeleyici değil; yön gösterici, ilke temelli ve çok taraflı bir vizyonun öncüsü olabilir.
Savaşın gölgesinde Türkiye'nin rolü daha da belirginleşti. Hem IMEC projesinde dışlanan bir aktör olması hem de BRI içinde alternatif bir güzergâh sunabilmesi, Türkiye'yi Çin ve Pakistan ile daha sıkı işbirliğine yöneltti. Ancak bu yönelim, Çin'in Uygur politikaları ve NATO-Batı ilişkilerinin hassas dengesi nedeniyle kolay bir tercih değil.
Yine de Ankara'nın işlettiği çok yönlü diplomasi tecrübesi, bu denklemde onu sadece bir geçiş ülkesi değil, hak ve adalet merkezli arabulucu bir aktör hâline getiriyor.
Sonuç olarak potansiyel bir Türkiye-Pakistan-Çin işbirliği ittifakı, yakın bölgeleri de kapsayan yalnızca alternatif bir güç bloğu değil; aynı zamanda adalet merkezli, çok kutuplu ve güven temelli yeni bir dünya düzeninin de habercisi olabilir mi, izleyip göreceğiz.