İran ve Suudi Arabistan kıskacında bir örgüt: İİT

Sümeyye Semiha Büyük / Yazar
1.12.2019

İİT’nin Suudi Arabistan lehine bir dış politika aracı olarak kullanılmaya çalışılması İİT’nin geniş kesimler üzerinde meşruiyetinin sorgulanmasına neden oluyor. İran ise agresif dış politikasına İİT kanalıyla bir meşruiyet sağlamak için söylemlerinde üye devletleri azarlayan, işbirliği ve anlayıştan uzak problematik bir tavır ortaya koyuyor.


İran ve Suudi Arabistan kıskacında bir örgüt: İİT

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) dört kıtaya yayılmış 57 üye devletiyle Birleşmiş Milletler’den sonra dünyadaki ikinci en büyük uluslararası organizasyon olma özelliğini taşıyor. Dünya üzerindeki tüm Müslümanların haklarını ve çıkarlarını koruma, uluslararası barışa ve bölgesel refaha katkı sağlama misyonuyla kurulan İİT, İslam coğrafyasında eğitimden kültüre, sanattan ekonomi faaliyetlerine kadar birçok alanda kurduğu güçlü kurumlarla çalışmalar yürütüyor. İİT’nin mottosu ise “İslam dünyasının sesi” olduğu. 1969’da Mescidi Aksa’ya yapılan kundaklama felaketinden sonra resmi olarak kurulan ve kısa sürede kurumsallaşan organizasyon, hakikaten de İslam dünyasının geleceğini ilgilendiren konulara yapabileceği katkılarla bölgesel barışı sağlamak adına ciddi bir potansiyele sahip. Arap Ligi veya Körfez İşbirliği Konseyi gibi Arap olmakla sınırlandırılmış birliklerinin ötesinde İİT, ulus, mezhep, hatta coğrafi sınır gözetmeksizin tüm Müslümanlar için bir ideal ortaya koyuyor. 

Potansiyel gerçekleşemiyor 

Peki 57 Müslüman ülkeyi etrafında toplayabilmiş bir organizasyon niçin Müslümanların ortak acılarına karşı 50 senedir etkin bir çözüm üretemiyor? Ortadoğu merkezli bu kuruluş dünya barışına katkıda bulunmayı hedefliyorsa da dünyadaki en sıcak çatışmaların kendi merkezinde, Ortadoğu’da yaşanmasına engel olamıyor. 

1969’dan bu yana Ortadoğu’da pek çok acı yaşandı. Üstelik sadece Ortadoğu’da değil, Bosna’da, Arakan’da, Afganistan’da, Asya’nın çeşitli bölgelerinde Müslüman topluluklar sistematik zulümlere maruz bırakıldı. Üstelik, Arap Baharı ile başlayan süreçte bölgenin içine düştüğü siyasi karışıklık ve mülteci kriziyle yükselişe geçen İslamofobi, zaten ekonomik geri kalmışlıkla boğuşan bölge devletlerinin kucağına çözülmesi gereken bir sorunlar yumağını bırakıyor. Halbuki tüm bu hengamenin ortasında ortak bir bilinçle hareket eden bölgesel bir organizasyonun varlığı bölgedeki barışın sağlanması için en etkili yollardan birini sunabilirdi. 

İİT’nin potansiyelini gerçekleştirememe sebepleri olarak, uluslararası ilişkilerin bir devletin başka devletlere müdahale etmeme üzerine kurulu yapısı, dünya politikasındaki güç dengeleri veya İİT üye ülkelerinin uluslararası arenada etkin bir politika yönetmek için askeri ve ekonomik birliği sağlayamamış olmamaları gibi birçok faktör sıralanabilir. Fakat tüm bu nedenlerin ötesinde organizasyon ülkeleri arasındaki yaşanan iç çekişmeler İİT’nin dünya Müslümanlarının yüreklerini sızlatan birçok konuda ortak bir duruş sergileyememelerine neden oluyor. 

Suud-İran çekişmesi  

Buradaki en büyük sorumlular ise Suudi Arabistan ve İran. Organizasyonun kurucusu ve en büyük finansörü Suudi Arabistan, İİT tarihi boyunca, teşkilatı kendi dış politika çıkarlarına uygun bir şekilde kullanmak istedi. İran ise İİT’yi benzer bir şekilde bölgedeki hegemonya arayışına meşruiyet sağlayabilecek bir araç olarak gördü. Hem Suudi Arabistan hem İran, İİT’de liderlik elde ederek İslam dünyasının nihai sözcüsü olmak istedi. Bu arayış iki devleti İİT’nin neredeyse birçok operasyonunda doğal olarak karşı karşıya getiriyor. Dolayısıyla, Suudi Arabistan ve İran’ın birbirine karşı düşmanca tavırları İİT’nin verimsizliğinin en büyük nedeni olarak gösterilebilir. İİT, birçok olayda İran ve Suudi Arabistan tarafından adeta çekiştirilip duran fakat en nihayetinde Suudi Arabistan lehine hareket eden bir teşkilat görüntüsü arz ediyor. Bölgesel bu iki gücün çekişmesi İİT’nin duruşunu zedelemekle kalmıyor, onu tüm varoluş amacından da koparıyor. 

Ortadoğu politikası değerlendirilirken genellikle bu iki devlet arasındaki çatışmaların sebebi olarak mezhep farklılığı ön plana çıkarılır. Halbuki bu iki devlet arasındaki anlaşmazlıkların bir yönünü mezhepsel farklılık oluştursa da dış politika dinamiklerine bakıldığında her iki devlet için de temel motivasyonun bölgesel liderlik elde etmek olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki iki devlet de bölgesel liderlik üzerine kurulu çıkarlarını nihayetinde tehdit etmeyen konular üzerinde İİT aracılığıyla uyumlu politikalar üretebilirken, aksi bir durum olduğunda İİT’yi işlevsiz bırakmıştır. Hatta pek çok kez organizasyonun en büyük finansörü olan Suudiler lehine kararlar ve demeçler çıkarılmaya çalışılmıştır. Bir örnek ile ele alınacak olunursa, 1970’de Filistin Kurtuluş Örgütü ve Ürdün arasında gerçekleşen ve Kara Eylül olarak adlandırılan çatışmaların çözümünde İİT önemli bir rol oynamıştı ve potansiyelini göstermişti. Fakat, İran ve Irak arasında yaşanan savaşta İİT herhangi bir adım atamamış, Suudi Arabistan ve İran’ın katı ve birbirlerine düşmanca sergiledikleri ideolojik tutumları teşkilatı etkisiz bırakmıştı. Son yıllarda Suriye’de yaşanan insani trajediye İran’ın üye tüm devletlerin aksine hareket etmesi ve buna rağmen ısrarla teşkilat üyelerini suçlamaya çalışması bu tutumun günümüz örneğini teşkil ediyor. 

Hegemonya yarışı 

Suudi Arabistan’ın ve İran’ın bölgesel hegemonya yarışı özellikle 2003 Irak savaşından sonra daha da yoğunlaştı. 1979 İran Devrimi’nden sonra kendini Batı ittifakından koparan İran, dış politikada daha agresif bir tutum geliştirmiş, bölgesel güç boşluklarını Batı lehine tamamlayan herhangi bir değişikliğe şiddetle karşı çıkmıştı. Bu tutum, Amerika desteğiyle hareket eden Suud Krallığıyla İran’ı birçok noktada karşı karşıya getirdi. Arap Baharı ile başlayan süreçte bölge dışı aktörlerin bölge siyasetine yoğun müdahaleleri var olan ittifaklar dengesini çok ciddi bir biçimde sarstı. Özellikle 2011 sonrası Amerika’nın bölge siyasetinde kendini geri plana çekmesi İran için bir fırsat oluşturdu. Boşluğu Rusya desteğiyle tamamlamaya çalışan İran, göreceli bir üstünlük de elde etti. Suudi Arabistan cephesinde ise kabul edilemez bu duruma karşılık olarak, son dönemde özellikle Muhammed Bin Selman gibi isimlerle aktif bir dış politika arayışına gidildi. Şimdilerde İİT’nin en güçlü iki üye ülkesi arasında sıcak savaşlar yaşanıyor. Suriye’de ve Yemen’de Arap Baharı’ndan beri başlayan vekalet savaşları iki devlet ilişkilerinde gerginliği had safhada tutuyor. 

Tüm bu çatışmaların İİT’ye yansıması ise şöyle gerçekleşiyor; örneğin, Suudi Arabistan bölgede İran’ın Hizbullah’ın terörist faaliyetlere destek verdiğini söyleyerek İİT üye ülkelerini toplayıp birçok kez İran karşıtı önergeler verdi. İİT’nin kendi üyesine karşı yürütülen bu faaliyet haklı gerekçelerden kaynaklansa da İİT’nin operasyonlarını güçleştiriyor. Suudi Arabistan İİT operasyonlarını sekteye uğratmakla kalmıyor, kendi dış politikasıyla uyumlu kararlar çıkmasını sağlamak için üye diğer ülkeleri cezalandırıyor. Örneğin, 2016’da Lübnan bu önergelerden birinde İran lehine bir oy verdiğinde buna karşılık Suudi Arabistan Lübnan’a yaptığı 3 milyon dolarlık askeri yardımı kesti. Benzer bir şekilde, İİT Genel Sekreteri Yusuf El Osman’ın, İİT tüzüğünde yer alan tarafsızlık ilkesini hiçe sayarak geçtiğimiz aylarda Trump’ın İran karşıtı tutumuna destek olacak bir demeç verdi. İran ile nükleer anlaşmanın durdurulması kararına verdiği bu olumlu tepki İİT tarihine talihsiz bir not olarak düştü. 

İİT’nin Suudi Arabistan lehine bir dış politika aracı olarak kullanılmaya çalışılması İİT’nin geniş kesimler üzerinde meşruiyetinin sorgulanmasına neden oluyor. İran ise agresif dış politikasına İİT kanalıyla bir meşruiyet sağlamak için söylemlerinde üye devletleri azarlayan, işbirliği ve anlayıştan uzak problematik bir tavır ortaya koyuyor. İran, 1983 İran-Irak savaşından itibaren pek çok kez İİT’yi kendi dış politikasına destek vermediği için sessizlikle suçlamıştı. Fakat bu durum artık pek çok üye ülke tarafından antipatiyle karşılanıyor. İran ve Suudi Arabistan’ın organizasyonu bölgesel sorunlara kalıcı bir çözüm için yapıcı bir arena olarak kullanmaktan ziyade üye ülkeleri kendi hırsları için rahatsız edip durmaları, İİT’nin işleyişinde büyük bir engel oluşturuyor. 

Kim kazandı? 

İroniktir ki ne Suudi Arabistan ne de İran bu çabalarından olumlu bir karşılık almış değil. İki devletin de İİT üzerinden bölge politikalarını şekillendirme arzusu başarılı olamıyor. Ne İran Suudi Arabistan’ın arzu ettiği gibi bölgede izole edilmiş durumda ne de İran dış politikası İİT tarafından aklanabiliyor. Tam tersine, mızmız çocuklar gibi her bir tarafından çekiştirilip duran bu organizasyonun dünya Müslümanları için umut vadeden yüksek potansiyeli heba edilirken, bölgedeki krizlerin ateşine odun taşınıyor. Organizasyon üyesi ülkeler arasında bağları kuvvetlendirmek için gerekli adımlar atılmadan üye hiçbir devletin tam manasıyla bu ittifaktan kazançlı çıkacağını söylemeyiz. Bu bağlar ekonomik, ticari ilişkilerin geliştirilmesi, demokrasi ve çoğulculuğun kuvvetlendirilmesi, farklılıklarımızı kabul edebilmek gibi birçok adım üzerinden geliştirilmeli. Fakat en önemlisi, üye ülkelerin bir ideal etrafından ortaklaşa hareket etmesini sağlayacak bir ruhun yaşatılması ve sahiplenilmesi gerekiyor. Bölgede Birinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan acı tarihinden bir ders çıkarılması ve tarafların siyasi hırslarını İİT’nin amacını gerçekleştirmek üzere bir kenara koyması bu ortaklık ruhunun yaşatılması için ilk adım olacaktır. 

[email protected]