İran yaptırımları ile dünya siyasetinde yeni bir dönem başladı

Röportaj: Hale Kaplan Öz
15.09.2019

Prof. Dr. Kemal İnat: “Uluslararası ilişkilerde güç politikası uygulanması, güce dayalı dayatmalar yeni değil. Savaş, darbe desteklemek ya da medya manipülasyonları gibi güç kullanımları eskiden beri vardı. Hukukun güç politikasının bir aracı olarak kullanılması da yeni değil. Yeni olan ABD’nin iç hukukunu uluslararası hukuk yerine koyarak diğer aktörlere dayatması.”


İran yaptırımları ile dünya siyasetinde yeni bir dönem başladı

ABD Başkanı Trump yönetiminin hukuksuz bir biçimde Tahran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekilerek İran’a yeniden yaptırım uygulamaya başlaması bölgesel ve küresel birçok dengeyi sarstı. İran’ın nükleer programa geri dönmesi ve daha da radikalleşmesi sonuçlarını doğuran bu karar, seviyesi giderek artan bir gerilimi tırmandırıyor. Prof. Dr. Kemal İnat ve Prof. Dr. Burhanettin Duran’ın yayına hazırladığı İran Yaptırımları isimli kitap, dış politika gündeminin en sıcak konularından birini çok yönlü olarak ele alan güncel bir çalışma. Kitabın yazarlarından İnat, ABD’nin eskiden meşruiyet ihtiyacı hissetmeden doğrudan güç politikası uyguladığını ama şimdi hukuksal çerçeve arayışı içinde olduğunu söylüyor. Güç politikasını meşru hale getirme çabası, yeni bir trend. İnat’a göre Trump’ın İran’da rejim değişikliği gibi bir derdi de yok.   

ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımların bir benzeri var mı uluslararası ilişkiler tarihinde?  

Hukuksal anlamda karar almaya yetkili olan bir takım meşru uluslararası kurumların, gerek diplomatik gerek ekonomik alanda gerekse askeri güç kullanma alanında yaptırımları söz konusu olabilir. Ama ABD’nin İran’a yönelik yaptırımları, hukuksal boyutu değil, güç boyutu öne çıkan uygulamalar. Çünkü uluslararası ilişkilerde iki tür ilişki biçimi söz konusu: Biri hukuk üzerinden yürütülen ilişki diğeri güç üzerinden yürütülen ilişti. Bunlar birbirinin alternatifidir. Güç üzerinden gidiyorsanız hukuk üzerinden gitmiyorsunuz demektir ya da tam tersi. Şu an ABD’nin İran konusundaki yaptırımları da güç üzerinden yürüyen ilişkiye tipik bir örnek olarak gösterilebilir. Burada çok farklı aktörlere karşı güç kullanımı ve dayatma söz konusu. Sadece İran’a değil, üçüncü taraflara karşı da güç dayatması var. Müttefiki olan ve olmayan birçok devlete karşı… Biz burada uluslararası hukukla karşılaşmıyoruz, ABD’nin iç hukukuyla karşılaşıyoruz. ABD’nin kendi iç hukuk düzenlemelerini uluslararası hukukun yerine koyarak bütün diğer aktörlere zorla kabul ettirme arayışı söz konusu. Bu yaptırımlar ABD Kongresi’nin çıkardığı bir takım yasalar ve ABD Başkan’ının kararnamelerine dayalı. Uluslararası ilişkilerin temel prensiplerinden biri de şudur ki iç hukukta aldığınız kararlar sadece sizi bağlar. ABD ayrıca uluslararası bir anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmekle de uluslararası hukuka aykırı hareket ediyor. 

İç hukukun dayatılması, dünya siyasetinde yeni bir dönemin başladığının göstergesi mi?  

Evet, öyle diyebiliriz. Aslında güç politikası uygulanması, güce dayalı dayatmalar yeni değil. Çok eskilere gidebilir bunun örnekleri için. Savaş, darbe desteklemek ya da medya manipülasyonları gibi güç kullanımları eskiden beri vardı.  Hukukun güç politikasının bir aracı olarak kullanılması da yeni değil. Yeni olan ABD’nin iç hukukunu uluslararası hukuk yerine koyarak diğer aktörlere dayatması. 

Daha önce ne yapardı ABD?  

Ya hiçbir şekilde meşrulaştırmaya gerek duymazdı doğrudan güç politikası uygulardı ya da uluslararası kurumları kullanarak güç politikası kullanma yolunu seçerdi. Mesela 2003 yılında Irak Savaşı’nda böyle bir meşruiyet ihtiyacı hissetmeden ABD’nin doğrudan güç kullanması söz konusu. Ama şimdi söz konusu olan şey ABD’nin bir hukuksal çerçeve arayışı. Güç politikasını meşru hale getirmeye çalışıyor. Buradan baktığımızda yeni bir trendden bahsedebiliriz. 

1979’dan bu yana İran’ı aracısız gözlemleme imkanı yok ABD’nin. İran’ı ne kadar tanıyor, İran algısı ne kadar gerçek?   

Tekdüze bir İran algısından bahsetmek belki mümkün değil ama genel olarak çok olumsuz bir İran algısından bahsedebiliriz. 1979’daki rehineler krizi etkili bu algıda. Bu olay sonrasında medya ve siyasetçiler tarafından İran şeytanlaştırıldı. Amerika birçok ülkeyi iyi tanıyor, bunun için birçok uzman yetiştiriyor ama İran konusunda biraz duygusal. Bu bir travma aslında, ABD’nin üç büyük travmasından biri. Bu travmadan dolayı rasyonel bakamıyor, rasyonel bakamadığı için de doğru tanıyamıyor, tanıyamadığı için de doğru politikalar üretemiyor. Obama’nın politikasının bu konuda daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Obama döneminde artırılan yaptırımlar İran’ı gerçekten geri adım atmaya zorlamıştı. Başta nükleer olmak üzere birçok konuda İran geri adım atmıştı. Trump ile birlikte bu anlaşmanın ortadan kaldırılması ve yaptırımların daha sert bir şekilde devreye sokulması İran’ı belki zorluyor ama yeniden İran’ın nükleer programa geri döndüğünü görüyoruz. Aşama aşama nükleer faaliyetlerini yeniden harekete geçirdiğini, 2015 anlaşmasını artık ihlal ettiğini görüyoruz. Bunu bilerek yapıyor tabii. Anlaşmanın diğer taraflarını,  Avrupa ülkeleri Rusya ve Çin’i bir şekilde harekete geçirmek için adım adım bu yolu izliyor. 

Mevcut iletişim kanallarını da kapatmak istiyor gibi bir algı oluşuyor. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in de yaptırımlar listesine dahil edilmesi gibi örnekleri var bunun… 

ABD’nin İran politikası Türkiye politikasına benziyor aslında: İki başlı. İdeolojik takıntılı bir siyasi bürokrasinin uzantıları mevcut. Özellikle güvenlik bürokrasisinde. Bolton-Pompeo ikilisinin İran politikası oldukça ideolojik. Çıkarlar üzerinden baktığımızda da belli lobilerin çıkarlarını ön plana alan özellikle İsrail’i memnun etmeye yönelik politikalar izliyorlar. 2003 Irak Savaşı’nın da benzeri aktörler tarafından çıkarıldığını düşünüyorum. O savaş da aslında ABD’nin bir bütün olarak çıkarları açısından doğru bir savaş değildi. Zarar veren bir savaştı ABD’ye. Ama bir takım lobiler ve o maliyeti üstlenmek istemeyen başta İsrail olmak üzere bölge ülkeleri ABD’ye bu savaşı yaptırttı. İran için de benzer bir çabanın olduğunu görüyoruz. Belki savaş arzu etmiyorlar ama bu sert politikanın artırılmasında etkililer. Pompeo’nun bu yaptırımlar öncesinde, geçen senenin mayıs ayında sıraladığı 12 tane talep vardı. O taleplerden sadece 3-4 tanesi nükleer meselesiyle ilgiliydi. Büyük bir çoğunluğu İran’ın bölge politikası ile alakalıydı. Amaç mevcut rejimin gücünün tahrip edilmesi ve belki rejim değişikliği. Diğer kesime gelince, ki Trump’ı buraya koymak gerekir, onların İran’da rejim değişikliği gibi bir derdi olduğunu düşünmüyorum. 

Nedir Trump’ın derdi? 

İran’dan ekonomik fayda sağlamak ve seçimler öncesinde ABD halkına İran konusunda bir zafer sunabilmek. Sembolik de olsa geri adımlar görmek istiyor. Görüşmek istediğini söylüyor sürekli Ruhani ile. Görüşüp şunu demek istiyor: İran dediğimizi yaptı. ABD dışişleri ve güvenlik bürokrasisinden bazı isimlerin çok daha ileri hedefleri var oysa. İran’ın küçük geri adımlarıyla memnun olmayacaklarını düşünüyorum. 

Ruhani peki, o kamuoyunu nasıl teskin edecek? Onun da önünde bir seçim var… 

İran tarafında da aslında iki başlı bir durum söz konusu. Üstelik sadece ABD ile ilişkilerinde değil bölgeye ilişkilerinde de… Orada da Ruhani-Zarif ikilisinin daha pragmatik, ideolojiden sıyrılmış, daha dünyayla ‘barışık’ bir politika arzusu içinde olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşılık Hamaney ve İran devlet eliti daha sert bir politika taraftarı: Trump’ın sert politikasını, safları sıklaştırmak, devlet üzerindeki hakimiyetini pekiştirmek için bir güç olarak kullanıyorlar. Ruhani-Zarif ikilisi ise bu gerginliğin İran’a zarar verdiğini düşünüyor. Onlardan beklenti içerisinde olan reformcu ve ılımlı muhafazakar kanat var bir de. Bu kitle, Hatemi döneminde olduğu gibi Ruhani’ye yüz çevirebilir. Ruhani’nin bir taraftan onları tatmin edecek adımlar atması gerekiyor diğer taraftan da devleti asıl elinde tutan dini lider ve ona bağlı bürokrasi ve yargı kurumlarıyla iyi geçinmek zorunda. Ciddi bir ikilem içerisinde. Trump’ın İran politikası da Ruhani’nin işini zorlaştırdı. Tabanının zayıfladığını, reformcu kanadın siyasetteki etkisinin azaldığını da söyleyebiliriz. 

İran’a uygulanan yaptırımların sivil halk üzerindeki etkisi de çok ağır. Ekonomik sıkıntı artarak devam ediyor. İran buna nasıl dayanıyor, neden büyük bir isyan çıkmıyor?  

İsyan dalgası var aslında ama rejimi tehlikeliye sokacak büyüklükte değil. Birçoğu ekonomik sıkıntılardan kaynaklı isyan dalgaları. Bir kısmı da kültürel kaynaklı. Başörtüsü zorunluluğu gibi… İran’da mevcut rejimin oldukça katı bir ideolojisi ve çok ciddi de destekçisi var. Bu rejim için büyük bir güç kaynağı. Örneğin Türkiye’ye yaptırım uygulansa AK Parti’ye böylesi bir bağlılıktan söz edemeyiz ve ekonomi etkilendiğinde kim iktidarda olursa olsun çok ciddi sıkıntılar yaşar. İran’da rejimin 40 yıllık bir mazisi var ve ideolojik olarak halkın bir kısmını kuşatıyor. Rejime yönelik bir tehdit olduğunda rejime bağlı olan halk büyük gösteriler yapıyor. Bu hem o ekonomik zorluklar karşısındaki mukavemeti açıklıyor hem de dayanma gücü yüksek olmayan kesimlerden gelebilecek baskıyı hafifletiyor. Trump’ın hedeflerinden biri İran’ın petrol satışını sıfırlamaktı. Bunu yapamadı yapamayacaktır da. Bir şekilde İran petrol satmaya devam ediyor. Azaldı tabii ama belli bir gelir akıyor. Zor zamanlarda ayakta kalacak kadar bir hayat suyuna sahip. 

İran’dan sonra en çok etkilenen ülkeye gelelim… Irak’a… 

Evet en çok etkilenen ülke Irak. Çünkü Irak siyaseti hem içeride hem dışarıda hassas dengeler üzerine kurulu. İçerideki hassas denge Şii Araplar, Sünni Araplar ve Kürtler arasında. Türkmenler de var ama çok az sayıda. Dışarıdaki denge Amerika Birleşik Devletleri ve İran arasında kurulu. Çatışma da bu iki devlet arasında olduğundan en çok etkilenen Irak. 

Irak’ın ekonomik bağımlılığı da var. Elektriğini İran’dan alıyor örneğin.   

Evet hem ekonomik hem de siyasi anlamda İran’a bağımlılığı söz konusu.  Haşdi Şabi meselesi var örneğin. Orada bir tenakuz var aslında. Belki zamanında kendi haline bırakılsa ‘Şiiliğin önderi kim olacak?’ rekabetinin yaşanması söz konusu olabilirdi. Şiiler arasında ayrışma söz konusu olabilirdi. Irak Şiiliği aslında İran’ın otoritesini kabul edecek bir Şiilik değil. 

Trump, İran’ın Irak’a bu kadar müdahil olmasının suçlusu olarak Obama’yı göstermişti...  

Suçlayacaksa kendi partisinden Bush’u suçlasın. Çünkü Bush’un 2003 yılında Irak’a uluslararası hukuka aykırı müdahalesi sonrasında, İran’ın can düşmanı diyebileceğimiz Saddam Hüseyin’in devrilmesi sonucu oluşan istikrarsızlık en çok İran’ın işine yaradı. Doğal olarak Şii aktörler öne çıktı Amerikan işgali devam ettiği için… Suudi Arabistan gibi bölgedeki diğer aktörlerin Obama’ya yönelik suçlamaları var, o da şu: Nükleer anlaşmayı imzalamış olması Obama’nın bölgedeki müttefik Sünni aktörlerini bırakıp İran’ın önünü açması anlamına geliyor. Böyle bir anlaşmayla da zincirlerinden kurtulan İran, ekonomik imkanlarını genişleterek aslında bölgede yayılmacı politikasını artırmıştır, diyorlar. Bu yorumlar yapılırken 2016’da, ben bunlara katılmadığımı söylemiştim. Aslında bunun İran için büyük bir tuzak olduğunu düşünmüşümdür. Şöyle ki, o zincirlerinden kurtulduğunu zanneden İran, Yemen’de, Lübnan’da, Irak’ta etkisini artırmaya çalıştı. Bu kadar geniş bir coğrafyada, bu kadar kolunu uzatmış olması handikapa dönüşecekti, dönüştü de zaten. Hepsini idare etmesi mümkün değil. Birçok yerde de zora girdi. Geçen yıl ekonomik saikli düzenlenen gösterilerde göstericiler şunu dillendiriyordu: Arapları bırakın, artık bize bakın!

Irak hükümetinin Haşdi Şabi kararnamesi (güvenlik kontrol noktaları kurmalarını engelleyen ve ekonomik kazanç sağlayan ofislerini kapatmayı öngören kararname) sonrasında Irak’taki şii milis karargahlarına İsrail kaynaklı olduğu düşünülen saldırılar düzenlendi. Haşdi Şabi’den ABD’nin Irak’taki varlığının haram olduğu fetvası geldi ardından… Irak nasıl bir çatışma alanına dönüşüyor?  

İsrail’in bölgede bu kapıya çıkan politikaları çok fazla. Bu konuda çekimser davranmadığını görüyoruz. Bölgede İran’ın nüfuzunun kırılmasını istiyor, bunun için de böyle bir saldırı yapması muhtemeldir. İsrail eğer bunu yapıyorsa bunu ABD’den bağımsız yaptığı düşünülemez. “Amerika neden bölgede var?” sorusuna cevaben hep en başta İsrail’in güvenliğini zikrederiz. ABD’nin Ortadoğu siyasetinin şekillenmesinde İsrail lobisinin oldukça etkili olduğunu biliyoruz. Irak dünyanın en önemli enerji kaynaklarından birine de sahip, bunun da büyük etkisi var. Bu iki ülke arasındaki hassas denge devam ettiği sürece Irak’ta kalıcı istikrarın sağlanması mümkün değil. 

Bu hassas denge ne kadar devam edecek? 

İran’ın Irak’a ilgisi sona ermez. Trump bazen bizi şaşırtacak sürpriz kararlar alabiliyor “Suriye’den çekiliyoruz” diyor, “Afganistan çekiliyoruz” diyor ama bir türlü çekilemiyor. “Irak’tan çekiliyoruz” demedi. Aksine Suriye’den çekileceğini söylediği günlerde Irak’ta ABD üssünü ziyaret etti. Irak’tan çekilme konusunda Trump’ın bile bir niyeti yoksa ABD’nin de o hassas dengenin bir parçası olmaya devam edeceğini, rekabetin de süreceğini bunun da Irak’a huzur getirmeyeceğini düşünüyorum. 

Yaptırımlar meselesi ABD ve Türkiye arasındaki sorunlar arasında hangi öncelikte?   

Önemli bir sorun başlığı ama bir S400’ler ya da YPG gibi değil. Fakat her an alevlenebilecek konulardan birisi. Türkiye, ABD ile birçok cephede sorunlar yaşarken ve sorunlar güvenlik merkezli iken yaptırımlar konusunda ABD ile çatışmama yolunu tercih etti. Türkiye yaptırımların uluslararası hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Yaptırımlara uymayacağını da söylemişti. Ama yaptırımlara çok açıktan Çin bile karşı çıkamazken bu çıkışı Türkiye’nin yapması çok mümkün görünmüyor. Türkiye İran’dan petrol almayı durdurdu hatta bunu yeni yapmadı geçen yılın kasım ayında da petrol almayı durdurmuştu. Türkiye devlet eliyle İran’dan petrol almış olsaydı hükümet böyle bir karar verir miydi,  bilemiyorum. Oturup, böyle bir karar bizi de ABD’nin yaptırımlarına maruz kılar mı, diye hesap etmesi gerekir... Daha önce de Obama döneminde,  İran’a yönelik ABD yaptırımları vardı.  Türkiye’nin bu yaptırımlara uygun davranmaması söz konusuydu. “ABD ya da AB’nin tek taraflı yaptırım kararları uluslararası hukuk açısından bizi bağlamaz” diyordu Türkiye. İran ile enerji alanındaki ilişkilerimizi devam ettirmiştik ama bunun sonucunun ne olduğunu biliyoruz… Halkbank davası ve Hakan Atilla’nın yine bu zorlayıcı dayatma politikasının bir parçası olarak ABD’de hukuksuz bir şekilde tutuklanması ve cezaya çarptırılması… Yani Amerika yaptırımlara uygun davranmayan aktörlere karşı güç politikası uygulayabiliyor. Bunu sadece Türkiye’ye karşı yapmıyor. Biliyorsunuz birçok Avrupalı şirkete, milyarlarca dolarlık ceza verdiler. Türkiye, İran petrolünü TÜPRAŞ üzerinden alıyor TÜPRAŞ da bir kamu kuruluşu değil. Onlar da ABD’nin yaptırımlarına doğrudan hedef olmaktan çekindikleri için geçen sene kasım ayı içerisinde henüz muaf olan ülkeler açıklanmadan petrol alımını durdurmuşlardı. Sonra Türkiye muaf ülkelerden biri olunca Türkiye tekrar İran’dan petrol almaya başlamıştı. Muafiyetlerin kaldırılmasıyla beraber petrol alımını durdurduğunu görüyoruz TÜPRAŞ’ın. Bu Türkiye’ye kesinlikle zarar veriyor çünkü enerji açısından Türkiye dışa bağımlı bir ülke. Ciddi şekilde enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi gerekiyor. Güvenliği açısından sadece Rusya’ya bağımlı olmak Türkiye için ciddi bir handikap. Türkiye en fazla petrolü İran’dan alıyordu. Şimdi Irak birinci sırada. Bu, Türkiye’nin petrol kaynaklarını çeşitlendirilmesi politikasına doğrudan darbe vuruyor. 

Enerji dışındaki etkileri neler? 

Bu konuştuklarımız Türkiye’nin ithalatına yönelik etkiler. İhracatına da çok önemli etkileri var. İran’ın bu yaptırımlardan dolayı ekonomik kapasitesi zayıfladı, alım gücü düştü. İran’ın ithalatı genel anlamda azaldı, döviz girdisi azaldığı için. Doğal olarak Türk ürünlerine de talep azaldı. Türkiye’ye gelen turist sayısında İran ilk beş içerisindeydi yaptırımlardan önce. Refah düzeyiyle alakalı olarak bu rakam da gitgide azalıyor. Türk Hava Yolları da doğrudan ABD yaptırımlarına maruz kalmamak için kargo bölümlerinde İran ile iş yapmayı oldukça azaltmış durumda. Bunun da ekonomik maliyeti söz konusu. Bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün.