İran’ın nükleer tarihi ve ABD yaptırımları

Dr. İbrahim Vehbi Baysan / İbn Haldun Üniversitesi
17.11.2018

İran bundan sonraki süreçte modern tarihinin muhtemelen en zor sınavlarından birini veriyor olacak zira, başına gelecekler Trump’ın yukarıda alıntıladığım konuşmasındaki son cümlesinde kendini gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki İran, halkının kendi kaderini tayin edebilmesi için elden gelen yapılacak!


İran’ın nükleer tarihi ve ABD yaptırımları

5 Kasım’da İran’a uygulanacak yeni yaptırımlar devreye girdi. Bu yaptırımlardan kısmen ve muhtemelen kısıtlı süre için muaf olacak ülkeler arasında Türkiye de var ve bu sevinçle karşılandı.

14 Temmuz 2015 tarihinde P5+1 ülkeleri (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin veto yetkisi bulunan beş daimi üyesi: Çin, Fransa, Rusya, İngiltere, ABD ve veto yetkisi bulunmayan Almanya ile İran, üzerinde yıllarca uğraşılan ve binbir badire atlatılarak hazırlanan İran nükleer anlaşmasını imzaladılar. Temelinde ambargoları kaldıran ve İran’ın nükleer programını sınırlandırarak bu alandaki aktivitelerini gözlem altına alan bu anlaşma dünya çapında memnuniyetle karşılandı. Uranyum zenginleştirme sürecinde savaş başlıkları da dahil nükleer silah teknolojisi ve bunların atış rampalarını geliştirdiği konusu asla netleşmemiş olan İran, nükleer faaliyetlerinin tamamen barışçıl amaçlarla olduğunu savunsa da, Amerika Birleşik Devletleri’ni ikna edemedi.

Nasıl başardı?

Bu konunun en temel ve en az incelenen sorusu şöyledir: Nasıl oldu da modern tarihi son derece çalkantılı olaylara sahne olan İran, dünyanın ilgisini ve tepkisini çekebilecek, bölgede endişe uyandıracak ve dahası son derece spesifik teknik bilgi ve eğitim gerektiren bir alanda nükleer program geliştirmeyi başardı?

İran’ın nükleer nükleer tarihi Şah Rıza Pehlevi’nin 1974’te İran Atomik Enerji Organizasyonu’nu kurmasıyla başlar. Sonraki 20 yıl içinde 23 bin megavat enerji üretecek 23 nükleer santral inşa etmeyi planlanıyordu. Ancak, çeşitli nedenlerle fazla ilerleme kaydedemedi. Bunda bir beis yok, zira aynı yıllarda giderek artan enerji ihtiyacını karşılamaya çabalayan Türkiye de benzer planlar yapıyor ancak finansal zorluklar nedeniyle bunu gerçekleştiremiyordu. Üstelik İran kadar petrole sahip dahi değildi.

İran’a nükleer enerji konusunda atılım yaptıracak olan yardım güney-doğu komşusu olan Pakistan’dan geldi. Pakistan 1955 yılında barışçıl amaçlarla kullanılacak atom enerjisi sağlamak üzere Pakistan Atom Enerjisi Kurumunu kurmuştu. 1972 yılında Kanada’nın yardımıyla ilk nükleer santralini inşa etti. İlk nükleer denemesini gerçekleştiren Hindistan karşısında Pakistan başbakanı Zülfikar Ali Butto, nükleer teknoloji geliştiremezlerse yok olup gidecekleri tezini ileri sürerek bu alandaki çalışmalara ağırlık verdi.

On yıl kadar sonra, Pakistan nükleer faaliyetlerine yön verecek olan Abdulkadir Han tarih sahnesinde göründü: Hollanda mahkemesi, 1970’lerde İngiliz-Hollanda-Alman ortaklığı olan URENCO’da çalışan Abdulkadir Han’ın uranyum zenginleştirme santrifüjlerini ve planlarını çaldığı iddiasıyla gıyabında dört yıl hapis cezası verdi. Daha sonra teknik nedenlerle kaldırılan bu mahkeme kararına karşı Han, her daim masum olduğunu savundu.

Sızan nükleer sırlar

1986’da Abdulkadir Han’ın ziyaretini müteakiben İran-Pakistan nükleer yardımlaşma anlaşması imzalanır. Bir yıl içinde ve Irak ile savaşın en yoğun olduğu bir süreçte İran, P-1 santrifüj inşa edecek teknik bilgiye ulaşmıştır. Uluslararası camianın dikkatleri bu gelişmelere yoğunlaşırken, endişeler 1991 yılında Pakistan Genel Kurmay başkanı General Mirza Aslam Beg’in ABD elçisine, İran ile nükleer ve askeri alanlardaki işbirliği görüşmelerini sürdüğünü söylemesiyle daha da artar.

1990’larda yine Abdülkadir Han’ın önderliğinde Kuzey Kore ile nükleer alanlarda işbirliği geliştiren Pakistan, sonunda 1500 km menzilli Ghauri füze denemesini başarıyla gerçekleştirir. Ancak, 2000’li yılların ilk aylarında Pakistan yönetimi Abdülkadir Han’ın kendi başına buyruk hareket etmesinin ülkeye pahalıya mal olduğunu iyice dile getirmeye başlar. Nitekim, 2004 yılı şubat ayında Abdulkadir Han, İran, Libya ve Kuzey Kore’ye atom bombası yapabilmeleri için uranyum zenginleştirmesinde kullanılacak bilgi ve materyal sağladığını resmen itiraf eder ve televizyona çıkarak, nükleer sırları sızdırıp ulusal güvenliği tehlikeye düşürdüğü için özür diler.

Oyalama takdiği

Ağustos 1996’da ABD Kongresi, İran ambargo yasası olarak da bilinen İran-Libya Ambargo Kararı’nı geçirir. İran ve Libya’yı ekonomik olarak fazla etkilemeyen bu karara göre enerji sektöründe bir yıl içinde 20 milyon dolardan fazla yatırım yapanlar cezalandırılacaktır. (Aynı yıl Kudüs’ün başkent olarak kabul edilmesi ve ABD elçiliğinin taşınması kararının da geçtiğini hatırlatalım!)

2002 yılında Natanz ve Arak yakınlarında İran’ın nükleer tesisler kurduğu haberleri üzerine, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) duruma müdahil olur ve İran’ın bu faaliyetleri derhal durdurarak ellerindeki uranyum zenginleştirme materyallerini deklare edip IAEA müfettişlerinin denetleme yapmasına izin vermesi talep edilir. Bu ültimatoma uyacağını resmen duyursa da İran oyalama taktiğiyle uzattığı süreci Nisan 2006’da ilk kez uranyumu zenginleştirdiğini duyurarak bir başka boyuta taşır. Aynı yılın son ayında BM Güvenlik Konseyi oy birliği ile aldığı 1737 sayılı karar ile İran’a yaptırımlar uygulanacağını duyurur. Üç ay kadar sonra beklenen gelişme gerçekleşmeyince Güvenlik Konseyi 1747 sayılı karar ile yaptırımların arttırıldığını duyurur. 2010 yılına gelindiğinde bir türlü sonuç alınamayan görüşmeler üzerine ayrı ayrı tarihlerde BM Güvenlik Konseyi, ABD Kongresi ve Avrupa Birliği İran’a yaptırımların arttırılması kararı verir.

Bundan sonraki süreçte çözüme katkıda bulunmak üzere Türkiye, tarafları pek çok kez İstanbul’da bir araya getiren toplantılara ev sahipliği yapar, ancak fazla mesafe alınamaz.

Haziran 2013’te Hasan Ruhani’nin başkan seçilmesi dönüm noktasıdır. Seçildikten sadece üç gün sonra P5+1 ile görüşmelerin yeniden başlayacağını duyurur. Cevad Zarif ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’ye göre ‘Bu sefer durum farklı’dır. Birkaç ay sonra Başkan Obama Ruhani’yi bizzat telefonla arar - 1979’dan beri iki ülke arasında kurulan ilk temas böyle gerçekleşir. Detayları ‘zorlu bir bilek güreşi’ne dönüşen nükleer görüşmeler Temmuz 2015’te anlaşmayla sonuçlanır ve Başkan Obama çetin geçecek ‘onay oylaması’ için metni Kongre’ye gönderir. Bu arada, BM Güvenlik Konseyi oy birliğiyle anlaşmayı onaylar, AIEA anlaşma için koşulların sağlandığını teyit eder. Ekim ayında İran parlamentosunun onayını alan anlaşma Rejim Muhafızları Konseyi’nin de onayıyla yürürlüğe girer.

İran’ın sonraki aylarda orta menzilli füze denemeleri anlaşma ihlali sayılmışsa da Arak reaktörünü devre dışı bıraktığını ilan etmesi memnuniyetle karşılanır. Ocak 2016’da Güvenlik Konseyi 2231 numaralı kararıyla ambargoyu kaldırır.

Rüzgar tersten esiyor

Ancak, İran için anlaşma imzalamış olmak, nükleerden tamamen vazgeçeceği anlamına gelmiyordu. Anlaşmadan on gün kadar sonra İran Atom Enerjisi Kurumu direktörü Behruz Kemalvandi, Çin ile başkan Xi Jinping’in resmi ziyareti esnasında Arak reaktörünü yeniden canlandırma anlaşması imzalandığını açıkladı. Sonraki haftalarda İran’ın balistik füze denemeleri yeterince can sıkmış olacak ki ABD’nin BM temsilcisi Samantha Power, Güvenlik Konseyi toplantısında bu füze denemelerinin 2231 sayılı karara uygun olmadığını söyledi. Buna karşılık Dışişleri Bakanı Cevad Zarif karşı argüman ile bu füzelerin nükleer başlık taşımadığını, dolayısıyla karara uygun olduğu yanıtını verdi.

Rüzgar artık ters esmeye başlamıştır: Mart 2016’da Donald Trump henüz başkanlık seçimlerinde aday iken yaptığı konuşmada “birincil önceliğinin İran ile yapılan bu ‘felaket’ anlaşmanın iptali olacağı”nı ilan etti. Kasım 2016’da seçimleri kazanan Trump anlaşmanın ‘çok kötü’ olduğunu yineledi ve Kongre, ABD ambargosunu 10 yıl daha uzatma kararı aldı. Aslında her üç ayda bir hazırlanan BM raporları İran’ın nükleer anlaşmaya uygun davrandığını onaylıyordu. ABD Senatosu raporları dikkate almadı ve yaptığı oylamalarda İran’ın ‘Düzen Bozucu Aktiviteleri’ hareketler içinde olduğunu vurgulayarak yeni kararlar yürürlüğe koydu. 2017’nin sonlarına doğru Trump İran’ın terörizmi desteklediği yolundaki söylemini sertleştirdi ve Devrim Muhafızlarını terörizme karışmakla suçladı. Artık söylem değişmiş, İran ‘terör’ gibi nicel bir suçlamayla doğrudan karşı karşıya bırakılmaya başlanmıştı. ‘Terör’ öylesine terörize edici sihirli bir kelimeydi ki, ‘nasıl’ ve ‘nerede’ gibi ciddi yanıt arayan soruların sorulmasını olanaksız hale getiriyordu.

8 Mayıs 2018’de, başkan Trump ABD’nin İran nükleer anlaşmasından çekildiğini duyurarak AB devlet başkanlarının aksi yönde görüş bildirmesine rağmen ambargonun 90 ve 180 günlük periyodlarla artarak devam edeceğini bildirdi. Trump Eylül ayında BM’de yaptığı konuşmada İran’a geniş yer ayırarak şöyle söyledi: “İran’ın liderleri kaos, ölüm ve yıkım yaratıyor… Tüm uluslardan saldırganlığı devam ettiği müddetçe İran’ı izole etmelerini istiyoruz. Tüm uluslardan, dini ve haklı kaderlerini tayin için uğraşan İran halkını desteklemelerini istiyoruz!”. Daha önce duyurulduğu gibi, 5 Kasım’da İran’a yeni ve daha ağır yaptırımlar devreye girdi.

İran bundan sonraki süreçte modern tarihinin muhtemelen en zor sınavlarından birini veriyor olacak zira, başına gelecekler Trump’ın yukarıda alıntıladığım konuşmasındaki son cümlesinde kendini gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki İran halkının kendi kaderini tayin edebilmesi için elden gelen yapılacak!

Bir diğer kritik soru da, ABD’ye doğrudan asla hiçbir tehdit oluşturmayan, BM tarafından her defasında nükleer anlaşmaya harfiyen uyduğu raporlaştırılan İran, nasıl oldu da ABD yönetiminin en önemli uluslararası konularından biri haline geldi, veya getirildi? Bu sorunun yanıtını bir sonraki yazımızda ayrıntılarıyla inceliyor olacağız.

@vbaysan