İran’ın üçüncü ‘ılımlılaşma’ dalgası bölgeyle derinleşen kavgası

Arş. Gör. Ömer Aslan, Arş. Gör. Hakan Kıyıcı / Polis Akademisi Başkanlığı
5.03.2016

Son 25 yılı dikkatli incelenir ve Batı söylemi yakından takip edilirse, Ayetullah Humeyni’nin ölümünden bu yana İran’ın üçüncü kez (sözde) ılımlılaştığı görülür. Peki Türkiye-İran ilişkileri ve bölge siyaseti açısından, ılımlılar/reform yanlıları ile muhafazakarlar/sertlik yanlıları arasında yapılan ayrım ne kadar anlamlı?


İran’ın üçüncü ‘ılımlılaşma’ dalgası bölgeyle derinleşen kavgası

Kendisi de bir zamanlar cumhuriyet rejimi için ‘tehdit’ olarak görülen AK Parti, iktidara geldikten sonra ülke içinde hiçbir grubu ‘tehdit’ olarak görmemeyi kendisine misyon edindi. Benzer bir tutumu dış politikada ‘arabuluculuk’ ve ‘komşularla sıfır sorun’ yaklaşımıyla  ‘dış tehditler’ söz konusu olduğunda da sergiledi. Böylece, AK Parti hükümetleriyle birlikte paranoyak bir tutumun eseri olarak başımızı nereye çevirsek tehdit gördüğümüz 1990’lar tehdit enflasyonu döneminden, 2000’ler tehdit deflasyonu dönemine geçtik. Türkiye’nin bu iki dönemde İran’a yönelik yaklaşımı mezkur durumun belki de en açık örneği oldu. Bu konuyu, bu sayfada gündeme getirdiğimiz yazımızdan bu yana (Star Açık Görüş, 6 Şubat) İran, Yasama Meclisi ve Uzmanlar Meclisi seçimlerini gerçekleştirdi. ‘Ilımlı’ veya ‘reformcu’ olarak tabir edilen kesimlerin her iki seçimde de kazandıkları başarı, bu konuyu yeniden ele almayı zorunlu kıldı.

‘Reformcular’ neyimiz olur?

İran’da seçimleri kazanan ılımlı/reformcu kanadın, örneğin Mahmud Ahmedinejad’ın aksine, Batı’yı kategorik olarak reddetmediğine, nükleer müzakerelerin de gösterdiği şekilde Batı’yla diyaloğa ve işbirliğine açık olduğuna, çatışma yerine diplomasi ve müzakere yöntemlerini kullandığına inanılıyor. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani tarafından dile getirilen “Batı ile işbirliği yaparak uluslararası sermayeyi ülkeye çekmek ve ekonomik olarak da büyümek” istemeleri, Batı’dan daha fazla takdir görmelerini sağlıyor. Peki İran’ın ‘ılımlıları’ ne bakımdan Türkiye için de ‘ılımlı’? Türkiye-İran ilişkileri ve bölge siyaseti açısından İran’da ılımlılar/reform yanlıları ile muhafazakarlar/sertlik yanlıları arasında yapılan ayrım, bizim açımızdan ne kadar anlamlı? Bunu yine soğukkanlı şekilde değerlendirdiğimizde aslında bu ayrımın Türkiye açısından pek de anlamlı olmadığını görüyoruz. Eğer maksat Türkiye-İran arasındaki ekonomik ilişkileri canlandırmaksa,  İran’da muhafazakârların Türkiye ile ekonomik işbirliğini geliştirme anlamında reformculardan altta kalır bir tarafı yoktu. Nitekim Batı dünyası, ılımlı İran kanadının İran’ın Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan’da izlemekte olduğu saldırgan ve mezhepçi politikasını değiştireceğini düşünmüyor. İran’ın bu anlamda yeni dönemde pozisyonunu yumuşatması da beklenmiyor. ‘Ilımlıların’ vaatleri arasında da böyle bir gündem yok. Örneğin, nükleer çalışmalar konusunda İran adına müzakereleri yürüten ve ılımlı kanatta olduğu söylenen Cevad Zarif, yaklaşık bir ay önce Chatham House’da yaptığı konuşmada, bölge ülkelerinin artık ‘kaybet-kazan’ aklıyla hareket etmeyi bırakıp, ortak çıkarlar etrafında bir araya gelmesi gerektiğini söyledi. Zarif ayrıca diyalog, barış, müzakere ve birlikte yaşam gibi liberal ifadeleri de konuşmasında sıklıkla kullandı. Ortak çıkarlardan bahsetmişken, hem Suudi Arabistan’ı hem de İran’ı tehdit eden DAEŞ üzerinden bir araya gelinebileceğini de konuşmasında belirtti. Bu ‘ılımlı’ söylemin ‘diplomatik olarak kıstırılmak’ anlamına geldiğini görmek için DAEŞ’in bölgede en fazla İran ve Rusya’nın işine geldiğini ve İran’ın Suriye’yi yabancı şii savaşçılarla doldurmasının bahanesi olduğunu hatırlamak yeterli.

Yeniden siyasal liberalizasyon

İran’ın son 25 yılı dikkatli incelenir ve Batı söylemi yakından takip edilirse, Ayetullah Humeyni’nin ölümünden bu yana İran’ın üçüncü kez (sözde) ılımlılaştığı görülür. Ali Ekber Rafsancani 1989 yılında Cumhurbaşkanı seçildiğinde ve Yasama Meclisi seçimlerini de 1992 yılında kazandığında, birçok Batılı analizci gibi Seyyed Vali R. Nasr da “Rafsancani’nin ekonomiyi güçlendirip, devrimci milisleri kontrol altına almaya çalışacağını ve ülkede siyasal liberalizasyonu sağlayıp kategorik anti-Batıcılığı bırakarak ‘radikallerle’ mücadele edeceğini” belirtmişti. Aynen bugün olduğu gibi, 1992 yılında Anayasayı Koruyucular Konseyi, ‘pragmatistler’ olarak bilinen birçok adayın seçime girmesine izin vermemiş, buna rağmen o dönemin ‘ılımlıları’ 270 sandalyeli mecliste, özellikle de Tahran’da, ezici çoğunluk elde etmişti. Bu İran’ın ilk ılımlılaşmasıydı.

Daha sonra Muhammed Hatemi 1997’de Cumhurbaşkanı seçildiğinde de Batı medyası bir kez daha ‘İran ılımlaşıyor mu?’ diye sordu. 1989-1992 dönemi senaryosu aynen tekrarlandı ve Hatemi öncülüğündeki reformcu gruplar sadece üç yıl sonra, 2000 yılında, yapılan meclis seçimlerini de kazandılar. Seçimlerle birlikte hukukun üstünlüğü ve kurumlarda şeffaflaşma sözleri verildi. İran’ın gerçek demokrasiye gidişi ciddi bir olasılık olarak dillendirilmeye başlandı. Ve şimdi, İran’ın geçmiş iki ılımlılaşma dalgasına rağmen Suriye, Irak ve Yemen’de saldırgan ve mezhepçi politika izleyerek bölgede akan kanın en büyük sorumlularından olduğu 2016 yılında, bir kez daha ‘ılımlı İran’ hem bölgeye hem uluslararası sisteme yeniden pazarlanıyor.  2015 yılı İran’ında ılımlıların damga vurduğu bir dış politika söylemi gündemdeki yerini korurken, aynı yıl içinde BM’ye göre seyahat kısıtlaması olan Devrim Muhafızları Kudüs Komutanı Kasım Süleymani iki kez Moskova ziyaretinde bulundu. Bu ziyaretlerden sonra Rusya, Suriye’ye askeri müdahalede bulunmakla kalmadı, aynı zamanda bölgesel dinamiklerde de daha aktif rol almaya başladı. Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin’in ülkenin Suriye politikasında danıştığı üç isim olan Genel Kurmay Başkanı Sergey Ivanov, Güvenlik Konseyi Sekreteri Nikolai Patrushev ve Savuma Bakanı Sergey Shoygu’nun İranlı mevkidaşları ile yaptıkları ikili görüşmeler uluslararası basına sızdı. Bu görüşmelerin en önemli özelliği Rusya’nın yeni nesil silah teknolojisini geliştirmek için ihtiyaç duyduğu finansman kaynağını sağlayabilmek amacıyla İran’a ‘Rus silah fuarına döndürdüğü Suriye’de tanıttığı Sukhoi Su-30 avcı savaş uçağı ve T-90 tank modelini satma çabasıydı. Ayrıca İran, Rusya ile olan S-300 füze alım ihalesini hayata geçirerek bölge içi askeri dengeleri kendi lehine bozmaya çalışmaktadır.

İran, silahlanmasına en büyük sebep olarak DAEŞ tehdidini gösterse de aslında sınır ötesi operasyonlarda daha güçlü bir seviyeye ulaşmak istemektedir. Bugün S. Arabistan ve Türkiye kendi sınırları dışında, hava kuvvetleri sayesinde sınır ötesi operasyon yapma kapasitesini taşırken, İran’ın bu aşamaya kısa sürede gelmesi için Rusya’nın  desteğine ihtiyacı var. Ancak burada ürkütücü olan şey, İran’ın ne Rus uçaklarını kullanması ne de uzun menzilli balistik füzeye sahip olmasıdır. Asıl dikkat edilmesi gereken husus İran’ın, Rusya perspektifli bir savunma ve dış politika gündemi izlemeye başlamasıdır. Bu durum Türkiye’nin Kuzey ve Doğu hattından daha fazla sıkıştırılması anlamına geliyor. Amaç, hareket alanını daraltmak suretiyle Türkiye’yi içe kapanık bir dış siyasi ajanda izlemeye zorlamaktır. 

İki nota, bir ziyaret

İran’ın son dönem dış politikasına baktığımızda, bir yandan uluslararası konjonktürün baskısını ticari ilişkilerle yumuşatmaya çalıştığını bir yandan da ulusal çıkarını koruduğunu görebiliriz. Bu durum özellikle Türkiye ile olan ikili ilişkilerinde daha fazla açığa çıkmaktadır. İran, 2015 yılı içerisinde iki defa Türkiye’ye diplomatik nota verdi. Suudi Arabistan’ın, Batılı rejimlerin de desteğini alarak Yemen ordusuyla birlikte İran’ın bölgedeki uzantısı Ensarullah’a karşı gerçekleştirdiği hava ve kara operasyonunu desteklediğini söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerini diplomatik bir nota ile protesto eden İran, Cumhurbaşkanı’nın Nisan ayında gerçekleştirdiği Tahran ziyaretini ikili ekonomik anlaşmaların imzalamasında fırsat olarak gördü. İran 20 Temmuz Suruç patlamalarından sonra Türkiye’yi kasıp kavuran terör saldırılarında yanımızda olduğunu söylerken; 21 Ağustos tarihinde PKK’nın İran’a ait ticaret kamyonlarına ve otobüslerine gerçekleştirdiği saldırıları, Türkiye’ye mal ederek diplomatik nota kartını ikinci kez kullanmıştır. İranlı yetkililer, Türkiye’nin Barzani yönetimiyle yaptığı anlaşma çerçevesinde Peşmerge güçlerini DAEŞ’e karşı eğitmek için Musul’daki Başika kampına girmesini, Irak’ın toprak bütünlüğüne karşı yapılan bir saldırı olarak değerlendirmekten çekinmedi. Uluslararası yaptırımların kalkmasıyla Rusya ile silahlanma anlaşmasına giren İran, Türkiye’nin sınırını ihlal eden Rus savaş uçağını vurmasını ise büyük bir hata olarak değerlendirdi.   İran, günümüzde Türkiye konusunda bölgesel konjonktürün de etkisiyle farklı bir strateji yürütmekte. 1990’larda İran İslam Cumhuriyeti Propaganda Merkezi tarafından Türkçe olarak çıkarılan İslam Çağrısı isimli dergi ile Kaplancılar Grubu başta olmak üzere dini motifli bölücü gruplar için propaganda faaliyetlerinde bulunan İran, günümüzde ise PKK ve PYD’yi örtülü olarak destekleyip Rusya’dan aldığı siyasi ve askeri destekle Türkiye’yi Suriye’den uzak tutmaya çalışmaktadır. Batı dünyasının da ‘ılımlı’ tanımlamasıyla uluslararası meşruiyetine yatırım yapan İran’ın ilerleyen dönemde çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye’ye karşı sesinin daha fazla çıkacağını ve daha örtülü hareket edeceğini söyleyebiliriz.

[email protected] 

[email protected]