İslam coğrafyasının Balkanlaşma tehlikesi

Doç. Dr. Necmettin Alkan / Karadeniz Tek. Üni. Öğr. Üy. / [email protected]
24.08.2013

Bu oyunu ancak birliğini ve dirliğini muhafaza eden bir Türkiye bozabilir. Günümüzdeki Türkiye, Balkanlar’ın Balkanlaşması sürecindeki Osmanlı gibi zayıf ve çaresiz değildir. Aksine Türkiye artık ciddî bir bölgesel ve küresel devlettir. Bölgenin Balkanlaşması’nı önleyebilecek tarihî ve kültürel birikime; daha da önemlisi kuvvete ve nüfûza sahiptir. Bu bir şanstır ve bunu iyi kullanmak gerekiyor.


İslam coğrafyasının Balkanlaşma tehlikesi

Bilindiği üzere “Balkanlaşma”, İslâm coğrafyası olan Balkanlar’ın 19. yüzyıldan itibaren parçalanması ve Osmanlı Devleti’nden ayrılması sürecini ifade etmek için Avrupalıların uydurdukları siyasî bir kavramdır. Bu kavram, daha sonrasında aynı anlamda Avusturya-Macaristan ile Yugoslavya gibi başka devletlerin ve bölgelerin de dağılması ve yeni devletlerin kurulması süreçlerini ifade etmek için kullanılmıştır/kullanılmaktadır. Burada terim anlam olarak hem bölgesel kaosu hem de dağılmayı ifade etmektedir.

Balkanlaşma kavramının ortaya çıkmasına neden olan sürecin çerçevesini kısaca çizmek gerekirse, takriben 200 yıllık bir geçmişe sahip olan Balkanlar’ın “Balkanlaşması” fiilî olarak 1804 Sırp İsyanı ile başlamış ve 1912-1913 Balkan Harbi’yle sonuçlanmıştır. Târihî ve kültürel altyapısının hazırlanması ise takriben 18. yüzyılın sonlarına kadar geri gitmektedir. Çok dramatik olayların yaşandığı bu süreçte Osmanlı vatandaşı Hıristiyan milletler önce “ayrıştırılmış” ve ardından bölgede peş peşe patlak veren milliyetçi isyanlardan ve savaşlardan sonra bağımsız Hıristiyan Balkan devletleri “kurdurulmuştur.” Burada “ayrıştırılmış” ve “kurdurulmuş” kelimeleri pasif fiiller şeklinde kullanılmıştır. Bunun nedenleri, burada anlatılmayacak kadar uzundur. Kısmet olursa yıl sonuna doğru Timaş’ta yayınlanacak “Ve Selanik Düştü: Balkan Savaşı ve Felaketi” adlı çalışmada yeterince ele alınmaktadır. Böylece ayrışan ve kendi devletlerine kavuşan belli başlı Hıristiyan Balkan milletleri, bununla da yetinmemişler ve devamında Osmanlı’nın elindeki son topraklarını da ele geçirmek için mücadeleye girmişlerdi. Bütün bu süreç, Balkan Savaşı’yla tamamlanmıştır.

Osmanlı barışı mümkün

Avrupalı Büyük Devletlerin kültürel, mâlî, siyasî ve duruma göre doğrudan askerî yardımlarıyla da bağımsızlıklarını kazanan Balkan devletleri, tam 101 yıl önce cereyan eden Balkan Harbi’nin ardından Osmanlı’yı Balkanlar’dan attıktan sonra bölgede ne huzur ne de barış kalmıştır. Osmanlısız Balkanlar, barışsız Balkanlar’a dönüşmüştür. Bölge artık “Osmanlı Barışı”na hasret kalmıştır. Nitekim günümüzde de bölgede her 30-40 yılda bir cereyan eden “etnik ve kültürel temizlikler”, Balkanlar’ın siyasî istikrarı bir türlü yakalayamadığını ve bu şekilde de yakalayamayacağını göstermektedir.

Balkanlar’ın Balkanlaşması’nın neden olduğu travmalar henüz daha atlatılmamışken ve yaralar sarılmamışken, benzer bölünmeler ve ayrışmalar bu kez Osmanlı bâkiyesi diğer İslâm topraklarında da yaşanmaya başlamıştır. Özellikle de Arap Baharı diye tarif edilen sürecin akamete uğramasıyla birlikte İslâm coğrafyası âdeta “Balkanlaşıyor”, dense yanlış olmaz. Fakat bu süreç, Balkanlar’ın Balkanlaşması’ndan çok farklı ve tehlikeli bir boyuta sahiptir. Balkanlar’daki Balkanlaşma’da daha ziyade sûnî kültür milliyetçiliği üzerinden Hıristiyan unsurların ayrışması/ayrıştırılması şeklinde cereyan etmiştir. İslâm Coğrafyası’nın “Balkanlaşması” ise, doğrudan Müslüman halklar arasında cereyan etmektedir. Bundan takriben 150 yıl önce bu bölgede başlayan millet merkezli bölünme, şimdi çok daha küçük alt guruplar üzerinden yürümektedir. Osmanlı bâkiyesi olarak kurulan devletler başta olmak üzere diğer bölgelerdeki halkı Müslüman ülkelerdeki bu ayrışma, daha ziyade “mezhep âidiyâtı” ve “ideolojik” merkezli vuku’ bulmaktadır. “Sunnî” ve “Alevî/Şiî” gibi mezhepsel ayrışmaya matuf eylemler her gün ve her ân cereyan etmektedir. Örneğin Irak’ta bu mezhep ayrışmasını tetikleyen bu tür kanlı eylemler artık normal bir hâle gelmiştir. Sunnî ve Şiî bölgelerinde karşılıklı yapılan intihar saldırılarıyla her gün onlarca insan öldürülmektedir. Suriye’deki iç çatışma maalesef şu günlerde bu eksene kaymış görünüyor. Aynı şekilde Lübnan’ı da unutmamak gerekiyor. Bu tür terör saldırılarıyla binlerce insan katledilmektedir. Böylesine kirli bir savaş, İslâm tarihinde her hâlde görülmemiştir.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de “ideolojik” boyutta ayrışma ve çatışma gündemi meşgul etmektedir. “İslâmcı” ve “İslâmcı olamayanlar/Lâikler/Sekülerler ve Türkiye özelinde Atatürkçüler” ayrışması birçok devlette gözlenmektedir. Bu bağlamdaki son gelişme Mısır’da patlak vermiştir. Mısır’daki Muhammed Musrî yönetimine ve İhvan’a karşı yapılan askerî darbe meşruiyetini bu söylem üzerinden sağlamaya çalışmaktadır. Darbeci General Sisi ve yeni yönetim İhvan’ı “İslâmcı ve Terörist” adlandırarak ötekileştirmekte ve bu tür ithâmlarla terörize etmeye; bir şekilde “El-Kaideleştirmeye” çalışmaktadır. Bunda da ısrarlı olacaktır.

Eğer İhvan, mücadelesini meşrû zeminden çıkarıp silaha çevirirse, Sisi ve şürekâsı istediği sonucu elde etmelerini sağlamış olacaktır. Bu ise, çok yanlış olur. Bu gelişme, bölgedeki diğer devletlere veya rejimlere de örneklik teşkil edecektir. İşte o zaman kaos, bütün bu bölgeyi etkileyecektir.

Zayıf ve çaresiz değiliz

Bu arada Türkiye’de geçen aylarda Türkiye’de patlak veren Gezi Olayları’nı da unutmamak gerekiyor. İçerideki ve dışarıdaki bazı çevrelerde yapılan yorumlarda, Gezi Olayları’nın bir ideolojik arka plana ve hesaplaşmaya sahip olduğu iddia edilmektedir. Buradaki asıl amaç ve hedef, öncelikle “İslâmcı” diye adlandırılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendisiydi/kendisidir. Başbakan’ın ardından sıra Ak Parti’ye gelecektir. Bu bağlamda Eylül’den itibaren başlayacak süreç Türkiye’deki iç siyaset için çok kritik bir dönem olacaktır. Benzer ayrışmalar ve çatışmalar tekrar başlayacaktır, gibi görünüyor. Dileriz yanılırız.

Toparlamak gerekirse, Balkanlar’ın Balkanlaşması’nın yakın tarihimizde neden olduğu felaketlerin henüz tam olarak zihinlerden atılmadığı ve yaralarının sarılmadığı bir sırada, “İslâm Coğrafyası’nın Balkanlaşması” tehlikesiyle karşı karşıyayız. İslâm ülkelerindeki “Balkanlaşmayı” veya daha iyimser bir ifadeyle, Balkanlaşma tehlikesini ciddiye almak gerekiyor. Şayet buna karşı tedbirler alınmazsa, bunun orta ve uzun vadedeki olumsuz sonuçları ve mâliyeti çok daha ağır olacaktır. Zirâ ölenin ve öldürenin de Müslüman olduğu bir kaos, her şeyi ve herkesi mahvedecektir.

Başta sorumluluk sahibi siyasîler olmak üzere, akademisyenler ve aydınlar bu tehlikeyi fark edip, gerekli analizler ve çözümlemeleri yapmaları gerekiyor. Burada özellikle de Türkiye’ye çok daha büyük bir iş düşüyor. Bu oyunu ancak birliğini ve dirliğini muhafaza eden bir Türkiye bozabilir.

Günümüzdeki Türkiye, Balkanlar’ın Balkanlaşması sürecindeki Osmanlı gibi zayıf ve çaresiz değildir. Aksine Türkiye artık ciddî bir bölgesel ve küresel devlettir. Bölgenin Balkanlaşması’nı önleyebilecek tarihî ve kültürel birikime; daha da önemlisi kuvvete ve nüfûza sahiptir. Bu bir şanstır ve bunu iyi kullanmak gerekiyor. Türkiye’nin yanı sıra İran ve Mısır da burada sorumluluk alması gereken devletlerdendir. Fakat bunun için öncelikle Mısır’ın meşru bir yönetime, iç barışa ve sükûnete ihtiyacı var. Aksi takdirde, Türkiye’nin işi çok zor olacaktır. Mısır kaybederse, Türkiye kaybeder; Türkiye kaybederse, bölgemiz kaybeder.