İslam dünyasının hali pürmelali ve gelecek perspektifi

Doç. Dr. Ahmet Uysal / Marmara Üniversitesi - Prof. Dr. Birol Akgün / SDE Başkanı
4.04.2015

Aslında İslam Dünyası büyük jeo-stratejik kaynaklara sahiptir: Boğazlar (Çanakkale, İstanbul, Hürmüz, Bab el-Mendeb, Malaka, Süveyş), petrol, doğal gaz ve birçok doğal kaynak. İmkan verilse doğal kaynakları ve enerjik genç nüfusuyla çok hızlı kalkınacaktır ama bunu sağlayacak teknoloji ve sermayeye sahip değildir. Müslümanlar elinde biriken sermayenin (Körfez Sermayesi) tüketilmesi için Ortadoğu’da adeta periyodik krizler çıkarılmakta ve fatura bu ülkelere ödetilmektedir.


İslam dünyasının hali pürmelali ve gelecek perspektifi
İslam coğrafyası büyük bir kaos ve kargaşa içinde. İslam medeniyetinin merkezinden ayrı yaşayan Müslüman azınlıklar ise yaşadıkları ülkelerde neredeyse doğal terör şüphelisi görülmeye başladı. Var olan doğal kaynaklarına rağmen kalkınma ve refah seviyesi çok düşük. Bugün hakim medeniyet sayılan Batı ile boy ölçüşebilecek gelişmiş İslam ülkesi çok az. Bu iç karartıcı tabloya rağmen, Müslüman halklar bugün hiç olmadığı kadar aktifler. Daha iyi bir ekonomik yaşama kavuşmak, daha adil ve barışçı bir düzen kurmak için gayret gösteriyorlar. İşgal altında kalsalar da, uzun yıllardır diktatörlere katlanmış olsalar da Müslümanlar kendi inançlarına olan güveni asla kaybetmediler; özgürlük için mücadele azmini hiç yitirmediler. Müslümanlar kendilerini dışlanmış ve kuşatılmış hissettikleri doğru olsa da, izzetlerini ve zedelenen onurlarını geri kazanmak için yılmadan çabalıyorlar. 
 
Parlak geçmişimiz 
 
Hz. Muhamed’in (SAV) 610’da ilahi mesajı getirmesiyle Mekke’de tevhid (Allah’ın birliği) inancına dayanan alternatif ve evrensel tasavvuru olan İslam topluluğu oluşmaya başlamıştır. Mekke döneminde daha çok akaid (inanç) yönü öne çıksa da, bu inanç putperest toplumda devrim etkisi yaptığından yerleşik elitler tarafından çok ciddi bir direnç ve tepkiyle karşılanmıştır. Büyük sıkıntılar karşısında Müslümanlar önce Habeşistan’a, daha sonra da Medine’ye sığınarak kendi toplum ve siyasetini kurma başarısı göstermiştir. Özellikle ezilen toplum katmanlarında büyük ilgi gören İslam inancı daha ilk asırda üç kıtaya yayılmış, farklı din, dil ve ırktan insanları ümmet çatısı altında birleştirebilmiştir.
Hızla büyüyen İslam İmparatorluğu Bizans ve Sasani İmparatorlukları’nı yıkarak, ulaştığı her yerde devrim niteliğinde dönüşümler sağlamış; Doğu’nun ve Batı’nın bilgi ve hikmetini alıp geliştirerek insanlığa evrensel bir barış ve düzen projesi sunmuştur. Tıp, kimya, matematik, astronomi ve birçok alanda yaptığı katkılarla insanlığın refah ve saadetine ciddi katkıda bulunmuş; hatta Batı’daki Rönesans ve Protestanlığın çıkmasına da ilham kaynağı olmuştur. İslam Medeniyeti ilk darbeyi Haçlı saldırılarından yese de, daha sonra gelen Moğol İstilası daha büyük bir yıkıma yol açmış; Bağdat gibi bilim ve hikmet merkezleri; Taşkent, Buhara, Semerkant gibi görkemli Orta Asya şehirleri yerle bir edilmiştir. Bu istiladan ciddi şekilde sarsılan İslam medeniyeti, Osmanlı Türklerinin eliyle yeniden yükselişe geçmiştir. Osmanlı Devleti, Batı Asya ve Balkanlar’da yükselirken, yeni bir enerji oluşturmuş; İstanbul’un fethi ile ciddi bir güç ve saygı toplamıştır. Aynı dönemde Batı Avrupa’ya yüzyıllarca hakim olmuş ve ışık saçmış Endülüs Emevi Devleti ise dağılma yoluna girmiştir.
 
Ancak 17. yy’dan itibaren Osmanlı’nın Batı karşısında gerilemeye başlaması ile İslam medeniyeti bugün hala devam eden bir durgunluğa girmiştir. Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Ortadoğu başta olmak üzere tüm yeryüzü Müslümanlarının haklarını ve çıkarlarını Hilafet makamı adına korumayı 20. Yüzyılın başına kadar sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’nin gerilemesi Kafkaslar ve Balkanlar’da Rusların elinden olsa da, I. Dünya Savaşı’na kadar Arap, Kürt ve Türk coğrafyasının büyük bir kısmını kontrol ediyordu. Hatta Çanakkale, Yemen ve Irak cephelerinde başarılı olmasına rağmen sonuçta yenik sayılmış ve İmparatorluğun toprakları da Batılı güçler tarafından paylaşılmıştır. Koalisyon güçleri daha sonra İstanbul’u işgal ederek boğazlara hakim olmanın yanında Osmanlı’nın bitirilmesi politikasını da hayata geçirdiler. 
 
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı verilirken, Hindistan’dan Mısır’a ve Kuzey Afrika’ya Batı işgallerine karşı isyanlar devam ediyordu. O dönem İslam coğrafyasının nerdeyse tamamı işgal altındaydı ve yarısı da İngilizlerin kontrolündeydi. İngilizlerin Osmanlı’yı yıkma ve Hilafeti kaldırma fikri bu dönemde sıkça dile getiriliyordu; çünkü Halife İslam Ümmeti’nin birliğini temsil ediyor ve bağımsızlık için umut ve ilham kaynağı olduğu için gerçek bir tehdit idi. Sykes-Picot Antlaşmasının maddelerinden birinin Hilafetin Türklerin elinden alınmasını öngörmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu hariç İslam coğrafyası işgal altında kaldı ve sömürüldü. Sömürü bazen -Cezayir’de olduğu gibi- doğrudan ilhak, bazen manda veya güdümlü yönetimler şeklinde oldu. Batı işgali (Orta Asya ve Balkanlar’da Rus işgali dahil) İslam Ümmeti’nin insicamını bozdu; kendine güvenini sarstı. İşgal ve sömürü, Müslüman toplumda bazılarını Batı hayranlığına, bazılarını ciddi düşmanlığa iterken; bir grup insan da daha dengeli bir ilişkiye girilebileceğini öngördü. Örneğin, İslam kültürüne sahip çıkmakla beraber Batı’daki teknoloji, özgürlük ve demokrasi fikirlerinin alınabileceğini savunan reformcu fikirler bu kabildendir. Bugün bu tepkiler İslam Dünyası’nda ya teslimiyetçi bir ruh halini ya da her şeye muhalefeti yansıtıyor. Üçüncü yolun gerçekleşmesi önünde ciddi engeller bulunmaktadır.
İslam Dünyası’nda İngiliz, Fransız ve Rus sömürge modelleri farklı sosyal ve siyasi deneyimlere yol açarak İslam ümmeti arasında farklılaşmalara sebep oldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok Müslüman toplum resmen bağımsız olsa da Batı’ya ekonomik, siyasi ve hatta kültürel bağımlığı devam etti. Bağımsızlıktan sonra gelen hükümetler ya sömürge döneminde yetişen Batıcı elitlerden veya yine bu dönemde ortaya çıkan Faşizm ve Nazizm’den etkilenen totaliter eğilimli diktatörlerden oluştu. Örneğin, İngilizler krallıkları tercih ederken; Fransızlar Cumhuriyet adına diktatörlükleri destekledirler. Her iki model de İslam ülkelerine refah ve huzur getirememiştir.
 
Soğuk Savaş sonrası 
 
Sovyet Bloğu’nun yıkılmasından sonra İslam coğrafyası Batı müdahalelerinin temel hedefi olmuştur. Yakın zamandaki Batı-Rus zıtlaşmasını saymazsak, Batı’nın önemli siyasi ve askeri operasyonları Afganistan, Irak, Somali ve Mali gibi İslam coğrafyasına yönelmiştir. Arap Baharı, demokrasi, özgürlük ve sosyal adalet talebiyle eski yapıdan kurtulma arayışı olarak ortaya çıksa da, kısa sürede -Batı’nın da desteği ile- eski tarza dönüş sağlanmış ve demokrasi talebinde bulunan tolumlar Suriye, Libya ve Yemen’de olduğu gibi kaos ve iç savaşla cezalandırılmıştır. Dolayısıyla, alternatif olabilecek demokratik, müreffeh ve özgür bir İslam Dünyası hayallerine ket vurulmuştur.
 
Bugünkü İslam Dünyası’nı temel sosyolojik dinamikleriyle ele alırsak 1.6 milyon Müslüman, dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan büyük bir kütledir. Müslüman nüfusun çoğu Asya Pasifik’te yaşamakta (yüzde 60 veya 985 milyon), MENA (Ortadoğu ve K. Afrika) Bölgesi’nde 317 milyon (yüzde 20), Sahra altı Afrika’da 248 milyon (yüzde 16) ve Avrupa ve Amerika’da 48 milyon (yüzde 4) Müslüman yaşamaktadır. Yüksek nüfus artış hızı ile diğer din mensuplarına göre daha genç nüfus yoğunluğu ile yüksek beşeri sermaye için kalkınma potansiyeli de yüksektir, ama halen atıl bırakılmaktadır. Yine dünyanın manevi merkezi sayılacak kutsal mekanlar İslam coğrafyasında yer almaktadır.
İşgal ve sömürünün bir sonucu olarak oraya çıkan parçalanma ve göçler dolayısıyla Müslüman nüfusun yaklaşık dörtte biri (yüzde 23) Gayrimüslim nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde azınlık olarak yaşamaktadır. Bu durum İslam hukuk ve ahlakının uygulanmaması, dışlanma ve asimilasyon ve başka mağduriyetleri de beraberinde getirmektedir. Bir anlamda gurbette yaşamak gıda, faiz, alışveriş ve evlilik gibi birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Örneğin, iş bulmak için dışarı giden Müslüman gençler yüzünden kızlar evlenecek eş bulamamakta, evlenseler bile ayrı kalmaktadırlar. İslam Dünyası’nı bugün en çok meşgul eden ve giderek çatışmaya doğru giden mezhep farklılıklarıdır. Kabaca Müslüman nüfusun yüzde 87’si Sünni ve yüzde 13’ü Şii’dir. Osmanlı döneminde görece huzur içinde birlikte yaşamalarına rağmen bugün Irak, Suriye ve Yemen’de mezhep çatışması bir yangına dönüşmüştür. Pakistan ve diğer bölgelerde de kıvılcımları görülmektedir.
 
Kötü yönetim sorunu
 
İslam dünyasının en önemli problemi demokrasi eksikliği ve bunun getirdiği geri kalmışlıktır. Çünkü halkına dayanmayan hükümetler gücünü dış destekten almakta ve ülke kaynaklarının ve halkının sömürülmesine izin vermektedir. Ancak, dünyanın en gelişmiş 20 ülkesi arasına yalnızca üç Müslüman ülke girebilmiştir: Türkiye, Suudi Arabistan ve Endonezya. Aslında İslam Dünyası büyük jeo-stratejik kaynaklara sahiptir: Boğazlar (Çanakkale, İstanbul, Hürmüz, Bab el-Mendeb, Malaka, Süveyş), petrol, doğal gaz ve birçok doğal kaynak. İmkan verilse doğal kaynakları ve enerjik genç nüfusuyla çok hızlı kalkınacaktır ama bunu sağlayacak teknoloji ve sermayeye sahip değildir. Müslümanlar elinde biriken sermayenin (Körfez Sermayesi) tüketilmesi için Ortadoğu’da adeta periyodik krizler çıkarılmakta ve fatura bu ülkelere ödetilmektedir.
 
Acil ve can yakan ve diğerleriyle bağlantılı bir diğer temel sorun ise yaygınlaşan şiddet sarmalıdır. İslam Dünyası’nda görülen şiddet tek türlü değildir. Myanmar, Keşmir ve Filistin gibi Gayrımüslimlerin Müslümanlara uyguladığı şiddet olduğu gibi, Müslümanlar da birbiriyle etnik ve aşiretler arası kavgaya girebilmekte, ideolojik temelli laik ve İslamcı çatışması görülebilmekte, bazen de mezhepsel çatışmalar gözlenmektedir. Her durumda zararlı çıkan Müslümanlar olmaktadır, çünkü çatışmaya yol açan sorunların ortadan kaldırılması için ciddi bir çaba görülmemektedir. Ümitsizlik içinde kıvranan Müslüman halkların bir kısmı ise kurtuluşu, ne yazık ki çarpık bir İslam anlayışı üzerine inşa edilen terör örgütlerine katılmakta görmektedir. 
 
Sorunların çözülmesi için öncelikle ortak bir Müslümanca vizyon ortaya konulmalıdır. Mezhep çatışmasını önlemek için, Osmanlı’dan gelen birlikte yaşama tecrübesinden ve Batı’nın çoğulculuk deneyiminden yararlanabiliriz. Ancak çatışmaların durdurulması en acil görevdir. Ardından güçlü bir irade ve dayanışma vizyonu ortaya konulmalıdır. Özgün bir kalkınma projesi ise ancak içerden Müslüman aydınların sunacağı bir perspektifle geliştirilebilir. Batı’nın dayattığı formüllerle değil, kendi hikmeti ve dünya görüşü ile Batı’da uygulanan kalkınma ve birlikte yaşama tecrübelerinden yararlanıp yeni bir demokrasi vizyonu geliştirilerek sağlanabilir.