İslam hukukunu yeniden düşünmek

Taner Afşar / Hukukçu
25.03.2017

Bin yıl önceki klasik şekliyle fıkhı muhafaza edip toplumsal bütün değişimleri gayri tabii ve ilahi iradeden sapma olarak gören anlayış ile dini, hayatın her alanından uzaklaştırmaya çalışan pozitivist anlayış aynı amaca hizmet etmektedir.


İslam hukukunu yeniden düşünmek

Pozitif hukukla çelişmeden İslam Hukuku kurallarını dinamik bir şekilde uygulayabilmek hala mümkün mü? Fıkıh, günümüz sorunlarına çözüm mü üretir, sorun mu?

10-11 Mart’ta Ankara Anadolu İlahiyat Akademi’de, koordinatörlüğünü Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun idareciğini ise Tuncer Namlı’nın üstlendiği “İslam Ahlakını ve Hukukunu Yeniden Düşünmek” başlıklı bir çalıştay gerçekleştirildi. Bildiriler ve müzakereciler farklı olsa da katılımcıların, öyle ya da böyle fıkhın tekrardan canlandırılması ve günümüz sorunlarına çözüm üretir hale getirilmesi gerekliliğinden bahsetmesi dikkat çekiciydi. 

Fıkıh çevresinde oluşan sorunlara cevap bulabilmek için öncelikli olarak fıkhın ortaya çıkış amacını net bir şekilde ifade edebilmeliyiz; fıkhın amacı toplumun veya Müslümanların sosyal hayatta bir sorunu olursa dine aykırı düşmeden bu sorunları çözme isteğidir. Tanımlamamızda dine uygunluk ifadesi yerine “dine aykırı düşmeden” ifadesini kullanmamız bilinçli bir yönelimdir. Çünkü dine aykırı düşmeksizin aranan çözüm yolu yerine dine uygunluk şartı aransaydı, din ameli hayatın her alanına uygulanmış ve dinin üzerine çok fazla yük yüklenmiş olurdu. Geçmişte sorun çözerken “Yeter ki İslam’ın şartlarına aykırı düşülmesin” ilkesi ile hareket edilmesinin önemli bir pratik karşılığı vardır.

Müslümanlar olarak 21. yüzyıla gelene kadar çok ciddi badireler atlattık. Aradıklarımızı, kaybettiğimiz yerlerde değil de başka yerlerde aradık. Bu arayışta fıkıh nasıl davranacağımızı belirleyecekti; eğer fıkhı bir büyüğümüz olarak kabul edersek onun sözünü dinleyecektik. 20. ve 21. yüzyılda Müslümanlar fıkha çok fazla ödev yükleyecek, bütün mücadele ve kavgalarını fıkıh üzerinden verecekti. Beklenilen yenileşmeyi de sağlayamayınca, fıkhın omurgası tüm bu yükü kaldıramayacaktı. Aslında fıkıh beşeri, insani gelişmesini sağlayıp bu yükü kaldırabilecek pozisyona gelebilseydi sorun kalmayacaktı.

Geleneğimizde fıkhın dini niteliğine sıkça atıf yapıldı; bu yüzden tartışmamalıydık, yenilememeliydik! Sonucunda ise fıkıh beşeri gelişim özelliğini yitirerek daha akidevi bir ilim olarak anlaşılmaya başladı. Böylece Müslümanlar olarak iki hayatlı insanlar olmaya başladık. Bir; yaşadığımız hayatı rasyonalite üzerinden yaşadık, bir de idealler dünyasında ki o korunaklı yerindeki fıkha uzaktan baktık.

Bir diğer sorun ise; İslami ilimler ile pozitif ilimler arasında duvarlar örülmesi... Geçişkenliği en fazla olan hukuk-fıkıh arasına dahi setler çektik. Çalıştayın “Günümüz Hukuk Bilimi Açısından İslam Hukukunu Yeniden Düşünmek” başlıklı son oturumunda Yrd. Doç. Dr. Emir Kaya’nın “Devletin seküler denilen hukukunun aslında temelinde dini ögeler var. Fıkıhta da seküler yaklaşımlar olabiliyor” tespitini bu geçişkenliği ifade etmesi açısından son derece haklı bir yaklaşım olarak görmekteyiz. Fıkhın en temel özelliği; insanların hayat tecrübesi ile beraber yürümesi ve bu yürüyüş içerisinde dine aykırı olmamayı sağlıyor olmasıdır. Günümüzde ise fıkhın en önemli sorunu; insanın tarihi akışı ile olan irtibatını göz ardı ediyor olmasıdır. Bu şekliyle fıkıh maalesef kuru, lafızcı ve hantal bir hale dönüşmüş durumda.

Şu soruyu sormak gereklidir: Allah(c.c.) toplumların değişimini öngörerek mi bir şeriat gönderdi yoksa bu değişim tamamen Allah’ın iradesi dışında mıdır?

Eğer ki “Bugün geldiğimiz nokta; modernleşmenin belalarıdır, eski hayat tarzını korumamız gerekirdi” dersek klasik fıkhın söylediği hiçbir şey sorun olmaz tüm taşlar yerine oturmuştur. Ancak insanlığın değişimini, gelişimini ilahi iradenin zımnında ve kapsamına tabii bir durum olduğunu düşünürsek örneğin kadınların iş, siyasi ve sosyal hayata katılması fikrini toplumun dinamikliği ve dönüşümü ile ilgili tabii bir durum olarak görürsek deminki mutluluğumuz devam etmez, bir sorumluluk başlar. Tam bu noktada pozitif hukuk ile İslam hukukunu karşılaştıran önemli bir tebliğ sunan hukuk tarihi hocalarımızdan Prof. Dr. Hasan Tanrıverdi’nin “Kanun; çıkaranın özelliğine göre değil, kanununun muhatabına göre çıkarılır” tespiti, toplumun değişken bir yapıda olduğunu ve buna göre hukuki kodifikasyon hareketleri içinde bulunulması gerekliliğini gösteren bir diğer önemli tespitti.

Eski kaynaklarımızın tamamının dini olduğunu düşünürüz. Eski kaynaklardan kastımız kişilerin(beşerin) ürettiği eserler, yazılar veya müçtehitlerin verdiği kararlardır. Bu eski kaynakları dini olarak gördüğümüz için aynen alıp günümüzde uygulamayı istemek gibi bir hataya düşeriz. Sözümona; bin yıl kadar önce geleneği ve kültürü bambaşka olan bir toplumda yaşayan müçtehidin, ayet ve sünneti kaynak alarak ürettiği içtihadı günümüze uyarlayamayabiliriz bu müçtehidin ya da İslam hukukçusunun o zamanki şartlarda verdiği kararının günümüzde bir karşılığı olmayabilir. Çoğu zaman da o kararları günümüze uyarlayamayız zaten. Böylelikle gel-gitler başlar. Geçmişteki içtihatlar başka, günümüzdeki uygulamalar bambaşka şekilde ortaya çıkar. Böylece bir açmaza doğru yelken açmış oluruz. Bin yıl önceki klasik şekliyle fıkhı muhafaza edip toplumsal bütün değişimleri gayri tabii ve ilahi iradeden sapma olarak gören anlayış ile dini, hayatın her alanından uzaklaştırmaya çalışan pozitivist anlayış aynı amaca hizmet etmektedir. Yani katı ve uçlarda yaşayan gelenekçilik ile dini etkisiz kılmak isteyen pozitivizm kesişir. Çünkü ikisi de sorunlara çözüm üretmekten uzaktır.

Fıkhın en zayıf yönünün kurallar, en güçlü yönünün ise Allah’a ve Hz. Peygamber’e duyulan saygı-sevgi ve ahlak ile olan irtibatı olduğu kanaatindeyiz. Fıkıh-ahlak ilişkisini biz bugün maalesef pek kuramadık fıkıh kitapları içerisinde ahlaka irfana hikmete çok az yer verildiği kanaatindeyiz. Fıkhın en güçlü yanının olduğunu düşündüğümüz kurallar dini müdafaada yeterli olur diye düşündük.

Toplumun akışkanlığı ile irtibat kuramayan fıkıh, sorunlara çözüm üretebilir mi? Fıkhın üretildiği o eski yıllardaki hayat şartlarına el birliğiyle dönebilirsek çözüm üretilebilir. Bu pek mümkün gözükmüyor denilirse İslam ulemasının elini taşın altına koyması gerekmektedir. “Her konu çözülmüştür” diyerek aradan çekilmek İslam uleması için risklidir.

Peki fıkıh durağan mıdır, dinamik midir? Durağındır; çünkü inen ayetler ve 23 yıllık süren peygamberlikten sonra bu alanlara ekleme, çıkarma ya da değiştirme yapılamamaktadır. Dinamiktir; çünkü Hz. Peygamberden sonra sınırlı kaynaklarına rağmen çok farklı toplumlara ve kültürlere ulaşıp bununla birlikte o toplumların sorunlarını çözmüştür.

21. yüzyıl fıkhı

Tek hakikatçi anlayış yerine farklı görüşlerinde eşit derecede doğru olabileceğine kapı aralamamız gerekiyor. Günümüzde ulemanın özgür, özgün, sivil bir bakış açısıyla “Toplumun şu sorununa dinin kaynakları ile sunabileceğim çözüm şudur” şeklinde çözüm yolları üretmesi gerekir. Fıkıhtan insani özellikleri ayıklamamız fıkhı güçlendirmez. Niyet okuması yapmadan İslam’a aykırı olmadan 21. yüzyıl fıkhı yapılmalı. Ancak bunu yaparken fıkhın gerek oluşum gerekse sonraki dönemlerindeki örfi ve beşeri payını önemsemeliyiz.

İslam dünyası sekülerleşmeye çok kızarak maalesef hızla sekülerleşiyor. Bu durumun en büyük nedeni ise toplumu bin yıl önceki içtihatlarla karşı karşıya bırakan ulemadır. Fıkhı, tıpkı kutsal eşyalar gibi en korunaklı yerlerde saklar, arada sırada da sadece görmek için yaklaşırsak bizden en büyük şikâyeti fıkhın kendisi yapar.

[email protected]