Avrupa ülkelerinde güvenlik konsepti terimlerinin tamamı ‘İslam’ kavramsallaştırmasından ayrılmadığı sürece, artık olağan hâle gelen Müslümanlara yönelik düşmanca saldırıların önlenebilmesi o kadar da kolay olmayacak.
Mustafa Yeneroğlu / İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Genel Sekreteri
11 Eylül’den bugüne dek terörizmle mücadele Avrupa devletlerinin ajandasında çok tartışılan yerini korudu. Avrupa’da ciddi bir kamuoyu tartışması ve akademik çalışmalar olmaksızın, birçok özgürlüğü kısıtlayan güvenlik tedbirleri alındı; örneğin Almanya, 11 Eylül’den sadece 8 gün sonra ilk güvenlik paketini oluşturdu. Bu adımlar atılırken terörizmin siyasi ve sosyal nedenleri sağlam bir şekilde tartışılmadı. Güvenlik paketleri ve stratejileri, mevcut verilerden harekete geçerek değil, 11 Eylül’ün arkasında yattığı tahmin edilen soyut bir “İslami terör” konseptine dayanarak oluşturuldu. Yasal düzenlemeler, suç işleyen kişilere değil tehdit senaryoları üzerinden tehlike “kaynakları”na yönelik olarak gerçekleştirildi. Bu anlamda geliştirilen yaklaşım da “önleyici” (preventive) bir yapı aldı. Tehlikeye neden olan kişinin hareketlerinden sorumlu tutulduğu kamu güvenliği hukukunun aksine “önleyici devlet” mantığı, somut bir zararın çıkmasını beklememektedir. Bu mantık, kendisinden tehlike gelebilecek vatandaşlarla potansiyel şüphelileri tanımlar ve potansiyel şüphelilerin sürekli izlenmelerini salık verir. Her ne kadar temel hakları kısıtlasa da bu “önleyici politika” meşru kabul edilir. Bu anlamda tedbirler, ceza eylemi işleyen kimselere değil; ceza eylemi işleme ihtimali olan kişilere, ceza işleyebilecek insanları “üretebilecek” kesimlere ve bu insanları teşvik edebilecek söylem ve ortamlara yönelik olarak gerçekleştirilmektedir. Bu anlamda güvenlik kurumları önceden kurguladıkları bir alanda radikalleşme senaryoları üzerinde çalışırlar.
Geçtiğimiz 10 yılda Almanya, Birleşik Krallık, Hollanda ve Danimarka başta olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde hükümetler “Müslümanların radikalleşme süreçlerini önleyici tedbirler” ismiyle farklı stratejiler oluşturdular. Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi 2004 yılında radikalleşme süreçlerinin önlenmesi için bir aksiyon planı oluşturmuş; bu planın ana amaçları, “terörizm bağlantılı aktivitelerin engellenmesi, ekstremist aktörlere karşı ‘çoğunluğun’ güçlendirilmesi ve güvenlik, hukuk, demokrasi ve şans eşitliğinin teşvik edilmesi” olarak belirlenmiştir. Fakat sorunsuz gözüken bu başlıkta kalmak yerine önleyici tedbirler kurgusuyla radikalleşme olasılığından hareketle dindarlık ve dindarlığı teşvik eden ortamlar (cami, din eğitimi gibi) bu konseptlere dâhil edilmiştir.
Eksterizm korkusu
Böylece önleyici tedbirler kapsamına, “demokrasiye kasteden” ve “özgür demokratik düzene karşı olan” riskli gruplar alınmıştır. Müslümanlara yönelik önleyici tedbir programlarında ise “İslamcılık”, “cihat”, “terörizm”, “ekstremizm”, “radikalleşme” gibi kavramlar aynı torbada harmanlanmış,”risk” altındaki kişi ve grupların kapsamı mümkün olduğunca genişletilmiştir.
Bu denklemde potansiyel şüpheli olarak görülen Müslümanlara yönelik ayrımcı siyasi ajandada, kör göze parmak sokulur gibi ırkçılık da yapılamayacağı için, ilgili tedbirler İslamcılık kurgusu ile mücadele üzerinden gerçekleştirilmiştir. Böylece, “Biz İslam’la değil; siyasi, sosyal ya da hukuki bir düzen kurgulayan İslamcılıkla mücadele ediyoruz.” argümanı, Müslümanlar tarafından bile kabul görebilecek şekilde ileri sürülmüştür.
“İslam’la değil; İslamcılıkla mücadele”, kendi içinde bozuk bir “sorun tanımı”na, dolayısıyla da bir “tanım sorunu”na sahiptir. Zira İslam, hakiki bir olgunun, bir değerler manzumesinin ismiyken; “İslamcılık”, bugün de Müslümanların üzerinde mutabık olmadıkları, sınırları belli olmayan kurgusal bir kavramdır. Hâl böyle olup, Avrupa ülkelerinde kendisini “İslamcı” olarak tanımlayan gruplar da bulunamayınca, İslamcılığın önleneceği hedef kitle de yine genel olarak Müslümanlar olmuştur. Bu durumda “İslam’la değil; İslamcılıkla mücadele eden”, fakat kurgulanan sorunla mücadele esnasında Müslümanları o kurgunun ayrılmaz parçası olarak görüp onları radikal, İslamcı, ekstremist, cihatçı olarak olumsuz tanımlayan bir önleyici tedbir bloğu ile karşı karşıyayız. Almanya’da Anayasayı Koruma Dairesi’nin özgür demokratik düzene zarar veren davranış modellerini olabildiğince geniş tanımlaması ve bu modelleri İslami kimliğin muhafazasına dair varoluş hakkına kadar genişletmesi, bu endişe verici yaklaşıma en iyi örneği sunmaktadır. Bu yaklaşımda inançlı ve dinin emirlerini yerine getiren Müslümanların hangi kategoride ele alındığı belirsizdir.
Nitekim birçok ülkedeki önleyici tedbirlerde, İslam’ın şiddet yanlısı bir din olduğu ve devletin müdahalesi olmadığı sürece mensuplarının mütemadiyen “aşırı”laşacağı yönündeki algı açık bir şekilde hissedilmektedir. Tam da bu nedenle Müslümanlara yönelik önleyici tedbirler kapsamında, genç Müslümanlar arasındaki alternatif dinî mesaj ve ifade şekillerinin güçlendirilmesi (Hollanda 2006: Studie des Institute for Migration and Ethnic studies der Universitaet Amsterdam), yine gençler arasında demokratik vatandaşlık bilgi ve kabiliyetlerinin desteklenmesi (Polatisation and Radicalisation Action Plan 2007-2011) gibi başlıklar ele alınmış, Müslümanların iyi birer Avrupa vatandaşı oldukları, (yani sadece İslam’ın temel dinamikleri içerisinde sosyalleşmedikleri!) müddetçe potansiyel radikal, ekstremist ve ardından terörist olmalarının önüne geçileceği düşünülmüştür. Almanya’da Müslümanlara yönelik önleyici tedbirler için finansal destek sunan ve 2011-2014 teşvik bütçesi 4,7 milyon Euro olan “Demokrasiyi Güçlendir” (Alm. “Demokratie Stärken”) federal programının teşvikleri incelendiğinde bilhassa Müslümanların demokratik algılarının “geliştirilmesinin” bir önleyici tedbir olarak sunulması daha iyi anlaşılacaktır.
İslamcılığın türevleri
Birçok Avrupa ülkesinde devletin “cihatçı” gruplardan gelecek saldırıları önlemek maksadıyla İslami cemaatler içerisinde dinî gelenekten yoksun, ne olduğu belli olmayan “ılımlı bir İslam” anlayışını teşvik ettiği görülmektedir. Müslümanların, ilgili ülkelerin güvenlik politikaları kapsamında ılımlı, orta yol bir İslam algısı geliştirmeleri yönündeki bu dikta, Müslümanların kendi ilahiyatlarından hareketle değil, devletin arzusu doğrultusunda ve sadece güvenlik gerekçeleriyle dinî (fakat suni) bir duruş geliştirmeleri beklentisini ortaya çıkarmaktadır. “Cihatçı” gruplarla mücadele için, İslami cemaatlerin itikatlarına müdahale, Avrupa’da devletin tarafsız yapısına zarar verdiği gibi, Müslümanları da güncel gelişmelere göre İslami bakışlarını değiştirmek gibi kaygan bir zemine itmektedir. Bu yaklaşım, Müslüman cemaatlerin kendi itikadi ve fıkhi temelleri açısından zaten aşırılığa karşı bağışıklık kazanmış olduğunu, İslami cemaatlerin çalışmalarının iyi bir kul olmak ve bu kulluk bilincini İslami kimliğin parçası olarak öğretmek üzerine bina edildiğini, bu açıdan masum insanlara yönelik şiddetin hâlihazırda zaten bilinçli bir İslami kimlikle örtüşmediğini görmez ya da bu gerçekleri kasıtlı bir şekilde görmezden gelir. Özellikle şiddete meyleden kişilerin de camilerdeki dinî tedrisatın ardındandeğil, büyük İslami kuruluşların da reddettiği ortam ve öğretilerin ardındanaşırılığa kaçtıkları dikkate alınmaz. Netice itibariyle tüm Müslümanları mercek altına alan ve dindar bir tasavvuru sorunsallaştıranbu yaklaşım, “farklı” olana beslenen nefretin bir tezahürü olarak özgür demokratik toplumun temel normlarıyla da bağdaşmayan baskıcı önleyici tedbirleri benimser.
“İslam’la değil, İslamcılıkla mücadele” yaklaşımı, IŞİD’in ortaya çıkması ve hem insani, hem de İslami açıdan dehşet verici cürümler işlemesiyle “Selefilikle mücadele”ye evrilmiş, böylece İslamcılıkla mücadele ve önleme programlarının içerikleri, metotları ve kullanılan kavramlar değiştirilmeden olduğu gibi “Selefiliği önleme” programlarına aktarılmıştır. Özellikle Almanya’da eyaletler arasında önleyici tedbirlerde bütüncül bir konsept bulunmamakta, sınırı tam çizilememiş bir soruna karşı, farklı metotlarla farklı önlemler yürütülmektedir.
Son yıllarda “Özgürlükçü demokratik düzen için en büyük tehdit İslamcılıktır” kabulü yerini Selefilik’e bırakmış, aşırılığın bir versiyonu olarak algılanan İslamcılıkla mücadelede edinilen meşruiyet zemini de Selefiliğe olduğu gibi aktarılmıştır. Böylece 2012 yılında “Kayıp” kampanyasının ardındaki yaklaşım biraz daha kurumsallaşmış, bariz ayrımcı yaklaşım kısmen törpülenmiş, IŞİD’in oluşturduğu dehşet tablosundan kazanılan meşruiyet ile birlikte önleyici tedbirlere aktarılmıştır. Üstelik risk altındaki grupların demokratik bilinç düzeyini artırma argümanıyla sahaya çıkan bu programlarda, hâkim siyasi diskurun “entegrasyon” ya da “İslam” derken Müslümanlara millî güvenlik çerçevesinden bakmasının tezahürü olarak, Müslümanların desteği de alınmaya başlamıştır. Almanya’da Kayıp kampanyasına ağır eleştiriler getiren birçok Müslüman kurum, mevcut durumda önleyici tedbirlerde kooperasyon partneri olarak bu tedbirlerin meşrulaştırılmasına delil olarak kullanılmakta, böylece bariz bir şekilde araçsallaştırılmaktadır. Burada, Müslüman cemaatlerin Avrupa’daki önleyici tedbirlere ya da terörle mücadele programlarına dâhil edilmelerinin yeni bir gelişme olmadığını belirtmekte fayda vardır. Örneğin Birleşik Krallık’ta henüz 2003 yılında Irak ve Afganistan’daki savaşlar sebebiyle “radikal”leşebilecek Müslümanlara yönelik önleyici stratejiler oluşturulmuştur.
Şiddet ve ekstremizm gibi sorunların önlenmesi konusundaki çalışmalara çözüme katkı sağlayacağına inanan Müslümanların katılmaları tabiidir. Tabii olmayan, bu çalışmaların dindarlığı sorunsallaştırması, temel İslami kavramları kriminalize etmesi, sorunla alakası olmayan ortam ve kurumlardan ulaşamayacakları potansiyel ekstremistler itibariyle beklenti içerisine girilerek Müslüman kurumların baskı altına alınmasıdır. Burada, İslam ve Müslümanların sorunsallaştırıldığı alanlarda, kendilerine sunulan “çerçeve”yi sorgulamayan Müslüman cemaatlerin tutumlarındaki hata da kendini göstermektedir.
Çerçeveyi sorgulamak
Terör ve şiddeti önlemek gibi tabii bir sorumluluğun, Avrupa’da Müslüman karşıtlığının siyaseten kemikleşmesinin bir sonucu olarak farklılaştığını ve tehlikeli bir boyut kazandığını görmek gerekmektedir. Mevcut içeriği ve kullanılan kavramlarla önleyici tedbirler, İslam düşmanı tepkilerin savunmacı demokrasi içerisinde sivilleşmiş ve bilimselleşmiş bir versiyonudur. Bu yaklaşımın en zıt ucunda, Norveç’te 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik bulunmaktadır.
Özgürlükçü demokratik sistem ve siyasi diskur, nefrete kadar uzanan ve içinde aşırı sağ unsurları bulunduran sözde”İslam eleştirilerini” meşru görürken; öznelliğini muhafaza etmeye çalışan, araçsallaştırılmaktan kaçınan ya da devlet politikalarına eleştirel yaklaşan pozisyonları düşmanlaştırıyor, bu yaklaşımları Müslümanlar özelinde “İslamcılık” olarak kurgulayıp önlenmesi gereken pozisyonlar olarak görüyorsa; bu seçici “önleyiciliğin” sorgulanması gerektiği açıktır. İslam düşmanlığına yönelik önleyici programlar yokken ya da büyük kitle örgütlerinden veya kiliselerden İslam düşmanlığına yönelik radikalleşmeyi engellemeleri konusunda proje beklenmezken Müslüman cemaatlerin terapiye ihtiyaç duyan hastalar olarak değerlendirilmesi, akut değil, kronik bir soruna işaret etmektedir.
Medyanın etki alanının yanı sıra örneğin Almanya’da eyaletlerde polis çalışanları, hapishane görevlileri, ordu, yerel idareler, öğretmenler ya da sosyal pedagoglara kadar uzanan önleyici tedbirler, öncesinin İslamcılığı, bugünün ise Selefiliği ile mücadele hakkında kamuoyu oluşturmaktadır. Bu kamuoyu, Müslümanların Avrupa’da içinde doğacakları, büyüyecekleri ve dinlerine ve içinde yaşadıkları devlete yaklaşımlarını belirleyecekleri kamuoyudur. Dolayısıyla bu tedbirlerin sakıncaları, Avrupa’da Müslüman kimliğinin muhafazasını doğrudan ilgilendirmekte; ama aynı zamanda çoğunluk toplumunun da Müslümanlara karşı algısını belirlemektedir.
Avrupa ülkelerinde güvenlik konsepti terimlerinin tamamı ‘İslam’ kavramsallaştırmasından ayrılmadığı sürece, artık olağan hâle gelen Müslümanlara yönelik düşmanca saldırıların önlenebilmesi o kadar da kolay olmayacak.