İslam medeniyeti ve Afganlaşma süreci

Vahdettin İnce - Yazar
28.09.2013

Bugün İslam coğrafyası biriken enerjinin kontrollü boşaltım alanlarıdır. Bu süreç belki de yüzyıl sürecek İslam ‘medeniyeti’nin kendi kendini imha etmesinin adıdır. Diğer bir ifadeyle bütün bir İslam aleminin Afganlaşması sürecidir.


İslam medeniyeti ve Afganlaşma süreci

Vahdettin İnce - Yazar

Hungtington geçen yüz yılın doksanlı yıllarında “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya atarken İslam dünyasının her tarafından itirazlar yükseldi. İslam medeniyetinin sınırları kanla, ateşle çiziliyor, diyordu; Bosna, Çeçenistan, Filistin, Afganistan gibi İslam aleminin başka dünyalarla temas ettiği noktalardaki çatışmaları örnek göstererek. Hungtington’un İslam Medeniyeti için öngördüğü bu konum, bu çatışmacı karakter kabul edilemezdi. Doğal olarak reddiyeler birbirini izledi, konferanslar, çalıştaylar, makaleler ortalığı kapladı. Bilimsel bir teze karşı normalde yapılması gereken de buydu kuşkusuz. Ama Hungtington’un amacı bir tartışma başlatıp gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamak değildi. Esasen Hungtington’un Batılı zihin dünyasında da İslam hiçbir zaman bir ‘medeniyet’in adı değildi. Öteden beri Batının izlediği bir yöntemi tekrarlıyordu sadece. Ama bu tezinde, zihin dünyasına uygun bir konumlandırma yapmış olmakla beraber İslam’dan bir ‘Medeniyet’ olarak söz etmesi, Müslüman entelektüellerin gururunu okşayıp başka maksatlara yönelik bu tartışmanın cazibesine kapılmalarını sağlamaya yetmişti. Batılı bir düşünür bizden ‘Medeniyet’ diye söz ediyordu, az bir şey mi? O zaman gelsin “İslam barış demektir”ler, “bizim dinimiz aklı esas alır”lar, “zaten (sıfır)ı da biz bulmuştuk”lar gibi retoriklerin süslediği söylevler. Halbuki Batının İslam alemi ile ilgili olarak belirlediği siyasal veya ekonomik bir projenin hayata geçirilme zamanı gelmişse önce teolojik veya siyasal bir tartışmanın fitilini ateşler (bu, duruma göre övgü ya da yergi de olabilir), İslam aleminin beyin takımı bu tartışmanın hararetine kapılıp cevap yetiştirmenin peşine düşünce de projeyi uygulamaya koyar. Yapılan buydu ve bunun örnekleri de çoktu.

Alman İmparatorluğu ufukta görülen birinci dünya savaşında müttefik arayışına girmişti. En uygun müttefik Osmanlıydı. Enver Paşa üzerinden meselenin siyasal boyutu halledilmişti, ama bu savaşa canla başla katılması için ümmetin moral olarak motive edilmesine ihtiyaç vardı. Bunun için Bismark’ın ağzından Peygamberimize (s.a.v) övgüler yağdırılmış ve bu söz İslam aleminin dört bir yanına yayılmıştı. Bir Alman İmparatoru Peygamberimiz hakkında “Ey Muhammed! Seninle aynı çağda yaşamadığım için müteessirim, binaenaleyh büyüklüğün karşısında saygıyla eğiliyorum” diyordu. Doğal olarak büyük bir heyecan dalgası yayılmıştı. Birkaç yüzyıldır kitlesel ihtidalar gerçekleştirme gücünü yitirmiş bir ümmetin sonunda bir imparatoru devşirme ihtimali Viyana’yı fethetmek kadar sarsıcı bir etki bırakmıştı. Geçen yüzyılın yetmişli yıllarına kadar nice hidayet romanında, vaaz ve hutbede ve tebliğ kitabında bu sözün Peygamberimiz ile ilgili nutuklara dercedildiğini görmüştüm. Hala bazı kitaplarda görmek mümkündür. Bunlara bakarak etkinin büyüklüğünü tahmin edebiliriz. Nitekim “Mübarek Almanya”nın yanında savaşa girmiştik. Oysa söz konusu övgüde adam düpedüz Hz. Peygamberin zamanının geçtiğini, bugün için olsa olsa tarihsel bir figür olarak saygı duyulabileceğini söylüyordu. Ama gururu okşanmış ulemanın bu noktayı fark etmeleri için boşu boşuna girdiğimiz birinci dünya savaşının kaybedilmiş olması bile yetmemişti.

Yetmediğinin bir diğer örneği de, yine aynı manipülasyona matuf bir diğer olay karşısında aynı tavrın sergilenmiş olmasıdır. Osmanlının yenildiği Birinci Dünya Savaşı günlerinde, payitaht da işgal altında iken Anglikan Kilisesi Müslüman alimler tarafından cevaplandırılması talebiyle bir broşür yayınlamıştı. Broşürde “birden fazla kadınla evlenmekten” tutun “Peygamberimizin evliliklerine kadar” yüzlerce kere mukni cevaplar verildiği halde Avrupalıların dillerine pelesenk ettikleri konular yer alıyordu. Ümmetin enerjisini boşa harcatmak için sinir uçlarına dokunmanın ne denli etkin olduğunu deneyimleriyle görmüşlerdi bir kere. Yine Hindistan’dan, Mısır’a, İstanbul’a, Bağdat’a kadar onlarca, yüzlerce İslam alimi “Anglikan kilisesine reddiye”ler kaleme almıştı. Bu arada toplumu yönlendirme, harekete geçirme gücüne ve etkinliğine sahip ulema bir öfke patlamasıyla bu “gavur” odağa cevap vermekle enerjisini tüketirken imparatorluk kaşla göz arasında pay edilmişti. O sırada Bediüzzaman adı geçen kiliseye hitaben “senin sorularına cevap verebilmem için seninle eşit şartlarda olmam gerekir. Sen önce payitahtımdan askerlerini çek. Şimdi ise sana değil cevap vermek, ancak yüzüne tükürürüm” diyerek bu girişimin gerisindeki maksadı sezdiğini göstermişti. Aynı zamanda ümmetin beyni konumundaki alimlerin tarihin hercümerç zamanlarında enerjilerini bilim kisvesi altındaki manipülasyonları boşa çıkaracak alanlarda kullanmalarının yolunu da göstermişti.

İdeolojiler sonrası dönem 

İdeolojilerin etkinlik bakımından doruklarda oldukları geçen yüzyılın ortalarında tarihçi Toynbee “ideolojilerin dönemi bitiyor; bundan sonra dinlerin dönemi başlayacak ve bu döneme en hazırlıklı din İslam’dır” diyordu. Yine gurur okşayıcı hafif bir dokundurmanın cazibesine kapılan entelektüellerimiz İslam’ın bu bağlamda üstünlüklerini araştırmaya koyulmuş, belki onlarca, yüzlerce eser vermişlerdi. Batı, ideolojiler sonrası dönemde bir armut gibi pişecek ve ağzımıza düşecekti. Halbuki adam, medeniyetini uyarıyordu. Önlem alınmasını istiyordu. İdeolojiler sonrası boşluğu Batı medeniyetinin nasıl doldurduğunu da halihazırda görebiliyoruz. Biz yine enerjimizi boşa harcamıştık ve bir manipülasyon daha üzerimizde etkili olmuştu.

Batının oryantalizm çağından beri dünyanın geri kalanına, özellikle İslam alemine karşı uyguladığı yöntemin bir devamı olarak yazının başında işaret ettiğimiz “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya atan Hungtington’un bu uyarısından sonra nasıl bir pratik geliştirildiğine gelelim. 

Yirminci yüzyıl İslam alemi açısından bir yıkım oldu. Önce işgale uğradı, sonra bağımsızlık savaşları verildi ve ardından irili ufaklı devletlere bölünen bölgeye otoriter rejimler hakim oldu. Otoriter rejimlerin ağır baskısı altında yeraltına inmek zorunda kalan İslami hareketler bu süreç içinde muazzam bir enerji biriktirdi. Biriken enerjinin Batının kontrolünde boşaltılmaması durumunda İran ve (Sovyet işgali sürecindeki) Afganistan örneklerinde olduğu gibi Batının bin bir emekle oluşturduğu sistemin selameti açısından büyük tehlike arz ettiği görüldü. Aslında Filistin sorunu öteden beri Batı tarafından bu tür bir enerjinin deşarj alanı olarak oluşturulmuştu. Ancak enerji alabildiğine fazlaydı ve artık Filistin yetmiyordu. Başka alanlar oluşturulmaması durumunda İran örneğinde olduğu gibi sisteme ağır darbeler indirecek potansiyele sahipti. Filistin’in yanına Bosna, Çeçenistan gibi enerji boşaltım alanları oluşturuldu. İşte bu hengamede Hungtington, “İslam Medeniyetinin sınırlarını çizen kan ve ateşin” bu ‘Medeniyet’in kalbine taşınmasının Batı için daha yararlı olacağını söyledi malum teziyle. Bu kan, temas noktalarında bize sıçrayacağına onları boğsun ve bu ateş, sınır boylarında bizi yakacağına onları yaksın, diyordu. Kıta Avrupası yabancısı olmadığı bu yöntemi benimsemekte zorlanmadı; her zaman için pragmatist davranan Amerika ise 11 Eylül süreciyle ikna edildi ve ateş ocağımıza düştü.

Formül gayet basit; hedef seçilen (daha doğrusu iç çelişkileri çatışma düzeyine çıkarmak suretiyle hedef haline getirilen) ülkedeki merkezi otoriteyi zayıflat ve eşit kuvvetleri çatıştır. Adım adım uygulanan bir yöntemdir bu. İlk olarak Afganistan’da devreye sokuldu. Şu anda Afganistan birbirlerine hiçbir zaman üstünlük sağlayamayacak grupların birbirlerinden her gün onlarca adam öldürdüğü bir savaşın alanıdır. İkinci adım Irak’ta uygulandı. Rejim ortadan kaldırıldı ve duruma hakim olmaktan uzak son derece zayıf yeni rejimin gölgesinde ülke onlarca grubun birbirini yediği bir mezbahaya dönüştü. Günde ortalama yüz kişi ölüyor neredeyse. Libya hakeza, şu anda birbiriyle çatışan iki gruptan birinin sloganı “Allahu ekber”, öbürünün “La ilahe illallah”. Mısır oldu olacak. Bombalar patlamaya başladı bile. Yakın bir zamanda Sina’daki bedevilerin, Kıptilerin, İhvancıların, selefilerin ve laiklerin birbirini kırdığı bir ülke olması kuvvetle muhtemel. Yemen aynı minval üzere devam ediyor. Suriye’nin, rejimin düşmesi veya zayıflaması durumunda hangi güçlerin kanlı hesaplaşma alanı olacağı şimdiden belli. Cebhetu’n Nursa (Sünni Arap), Cebhetu’l Ekrad (Kürt), Yavuz Sultan Selim Tugayı (Türkmen), Hizbullah (Şii Arap), rejimin dayandığı Nusayriler (Alevi Arap) gibi savaşçı örgütlere bakıp kimlerin hangi cephede savaşmak üzere “kan ve ateş” sahnesinde rol alacağını şimdiden söyleyebilirim. Obama, muhtemel müdahalenin rejimin zayıflatılmasıyla sınırlı kalacağını söyledi zaten. Yani Beşşarlı veya Beşşarsız zayıf bir hükümetin gölgesinde yengisiz, yenilgisiz bir savaş ilanihaye sürecek. Bu saydığım yerlerin tümü biriken enerjinin kontrollü boşaltım alanlarıdır ve bu süreç belki yüzyıl sürecek İslam ‘medeniyeti’nin kendi kendini imha etmesinin adıdır. Diğer bir ifadeyle bütün bir İslam aleminin Afganlaşması sürecidir.

Savaşın alternatifi 

Kur’an-ı Kerim’de Mekke döneminde savaşmaktan söz eden heyecanlı kimselere yönelik “savaştan vazgeçin, namazı kılın, zekatı verin” şeklinde bir ayet var. Savaşın gidişatını, sonrasındaki olumlu veya olumsuz sonuçlarını kuşatacak kapasitede değilseniz, böyle bir düzeye ulaşmak için maddi ve manevi hazırlık yapın anlamındaki bu uyarı bizim halihazırdaki durumumuza da uygun düşmektedir. Ya ilahi uyarıya kulak vererek silahları bir kenara bırakıp bütün durumları kuşatacak, bölgemize kendi çözümümüzü dayatacak düzeye gelinceye kadar “namaz ve zekat” (manevi ve maddi donanım) ile olgunlaşacağız ya da belirleyici, yönlendirici konumda olmadığımız bir savaş ateşinin yakıtları olacağız, şimdi olduğu gibi.

Körfez Savaşı’nda ABD güçlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesi gündeme gelmişti bir ara. Henüz tezkere Meclis’te oylanmamışken Amerikalılar güneyde, Urfa, Antep dolaylarında kendilerine üs arıyorlardı. Antepli bir köylünün tarlasının da bulunduğu bölge bu iş için uygundu. Ama köylü tarlasını vermiyordu. Televizyon muhabiri soruyordu: Niye tarlanı Amerikalılara vermedin? 

-Müslüman’ı Müslüman’a kırdıracaklar; verir miyim tarlamı?

Mazlum Irak halkının kurtarılması serlevhasıyla başlatılan bir savaşın adını bir çırpıda koyuvermişti. “Hem onlar gittikten sonra ben döktükleri betonu nasıl kaldıracağım” şeklindeki ikinci cümlesini duyduğumda acı bir tebessüm yüzümün bir yerine konuvermişti ama, ilk cümle hedefi on ikiden vurmuştu.

Onca deneyimden sonra çoğu aydınımızın Antepli köylü kadar meseleyi kavrayamadığını gördükçe kahroluyor insan.  

[email protected]