İslam medeniyetini yeniden üretmek

Prof. Dr. Murat Çemrek / Necmettin Erbakan Üniversitesi
12.09.2015

Müslüman olarak var mıyız gerçekten bu dünyada? Yani ciltlenmiş sahifeler arasında mürekkeplenmiş öğreti hayatımızı kuşatmış mı yoksa biz kuşatılan hayatlarımızı İslam üzerinden aklamaya ve/ya meşrulaştırmaya mı çalışıyoruz?


İslam medeniyetini yeniden üretmek

Ne zaman içinde “şehit/ler,” “şehitlik” veya “şehadet” kelimeleri geçen bir cümle veya slogan duysam aklıma ilk önce Ali Şeriati’nin ¨Şehitler öldü, biz ölülerse yaşıyoruz¨ vecizesi gelir. Şeriati’nin 19 Haziran 1977’de daha 43 yaşında iken dönemin İran Şahı yönetimine bağlı SAVAK ajanlarınca İngiltere’de katledildiğini düşününce üstadın yaşamı, ¨Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz¨ hadisindeki ilahi ilkenin birinci aşamasını tecrübe eden bir şahitlikle hitam bulmuştur. Öte yandan şehadetin bir kavram olarak Nietzche’nin “Tanrı öldü” ifadesiyle perçinlenen modern zamanlarda epistemolojik bütünlüğünü koruyabilmesi, dini, metafiziğe indirgeyerek tarihin çöp sepetine göndermeye çalışanlara bir şamar niteliğindedir. Bütün mesele Bediüzzaman Said-i-Nursi’nin dediği gibi ölümün öldürülememesine gelip dayanmaktadır. Dahası şehadet, dinsel boyutu itibariyle Bakara Suresi 154. ayette geçen ¨Ve Allah yolunda katledilenlere ölüler demeyiniz halbuki onlar yaşamaktadırlar velakin siz şuur etmiyorsunuz¨ ifadesiyle metafizik içre metafizik barındırırken “ol mahiler derya içredürler deryayı bilmezler” bir kez daha tecelli eder. En önemlisi de şehitlik tanrıtanımaz ideolojilerce de “devrim şehidi”veya “demokrasi şehidi” gibi kavramlar eşliğinde metafiziğin ve bi-t-tabii dinin moderniteye rağmen varolmasını mümkün kılmıştır. Hatta şehadet her yerin agoraya dönüştüğü “duygular paketlenmiş tecime elverişli” kapitalist vakitlerdeki bir meta için için hızlı bir şekilde sirküle olmaktadır. Bundan dolayı rahmetli babaannem daha on aylıkken babasının Çanakkale Harbi’ndeki ölüm haberinin aileye ulaşmasını dindarlığına rağmen “şehit oldu” diye anlatmazdı, “Çanakkale’de kaldı” diye betimlerdi. Zaten Osmanlı’nın son yüzyılında Anadolu ahalisinin erkekleri Balkanlar’dan Arabistan çöllerine kadar hep bir yerlerde kalakaldılar.

Genel seçimlerin sonlanmasından bu yana Suruç’ta yaşanan katliam sonrasında her gün artarak gelen asker, polis ve sivil cenaze haberleri eşliğinde artık şehadet, düştüğü yeri daha çok yakan ölüm gibi acı ama giderek rakamlara hapsolunan bir istatistik olarak duyumsanmaktadır. Bu haberleri bize taşıyan medyanın belli bir algoritma üzerine kurulu klişe haber dili de adeta bu acıyı tavsatacak bir tekdüzeliği biteviye yeniden üretmektedir. Haksızlık ettiğimi düşünüyorsanız lütfen “şehidin evinde acı vardı” veya “şehidin baba ocağına ateş düştü” (sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi) gibi iptidai klişelerle örülü haber dilinin sadece ajitasyonu daha da artırmak için tezkereyi almasına çok kısa bir süre kaldığına veya geride bıraktıkları arasında nişanlı, eş ve hassaten bebek ve çocukları vurgulaması hepimizin acısını evvel emirde katmerlendirse de benzer sığ dilli haberlerin sayısı arttıkça duygularımız bir örste dövülürcesine nasırlaşmaktadır. Eğer öyle olmasaydı başta İç ve Batı Anadolu şehirlerinde olmak üzere terörü protesto ediyoruz diye insan canını tehlikeye atan yeni bir trafik terörü ve korna kirliliği oluşturmazlar acılarını cenaze sahibi aileler kadar vakur karşılayabilirlerdi.

Söylem ve pratik

Ülkenin içinden geçmekte olduğu kasvetli havanın kaçınılmaz olarak hepimizin halet-i-ruhiyesini dumura uğrattığı bir ortamda, temel hedefi İslam ve medeniyet bağlamında hâlâ İslam medeniyetinden konuşabileceksek retorik ile realite veya söylem ile pratik arasındaki makasın açılmasını irdelemek olan bu yazının girişi böyle şekillenmek durumunda kaldı. Temel sorum, bu topraklarda şehadetin büyük ölçüde rabtedildiği din-i-mübin İslam, şehitliğe anlam manzumesi sağlamasının ötesinde kendi başına bir medeniyet veya medeniyet kaynağı olarak niçin müntesipleri Müslümanlar için bu konumunu kaybetmiştir? Dinde bir değişiklik olmadığına göre Müslümanlarda değişen nedir?

Her din, öğreti veya ideoloji eşyanın tabiatı gereği idealize ettiği bir insan-ı-kamil ve onun şekillendireceği bir ütopyaya sahiptir. Bu ütopyanın herhangi bir zaman ve mekan matrisinde gerçekleşebilmesi için müntesiplerinin çıkacakları mükemmeliyet yolculuğunda bedenleri ve ruhlarıyla yer aldıkları ekosistemin bütününe şamil eşyaya da aynı hassasiyeti göstermeleri beklenir. Hiçbir din, öğreti veya ideoloji sadece kendi müntesiplerinin uyacağı bir değerler manzumesi sıralamaz, tam aksine içselleştiremeseler bile bu değerlerin pratiğe dökülmesinde bütün insanlığın fayda sağlayacağını duyururlar. Bu değerler sadece insanın insanla veya toplumla ilişkisini değil insanın canlı ve cansız tüm evrenle ilişkisini çerçevelemektedir. Bu bağlamda, İslam’ın temel endişesi müminlerinin başta siyasal olmak üzere iktidar alanlarını ele geçirip tanzim etmeleri değil tutumlarıyla tüm insanlık için takip ettikleri Peygamber gibi birer “güzel örnek” haline gelmeleridir. “Hile yapan bizden değildir” bir hadis olmasının ötesinde toplumsal yaşamın anahtarı olarak toplumu oluşturan bireylerin yekdiğerinin elinden ve dilinden emin olmasıyla gerçekleşebilir ki eline, diline ve beline sahip olmak sadece Bektaşilere özel bir rükün değildir. İşte “insanlar üzerine şahit olmak ve Peygamberce şahit gösterilmek” üzere gerçekleştirilecek “vasat ümmet” çizgisi bu temel üzerinde inşa edilmektedir. Bugün ‘vasat’ın mutedil olandan ziyade kalite zafiyeti anlamında kullanılması yanıltıcı olabilir. Halbuki o vasatlığın sağlanması havf ve reca dengesinin insanın hem iç dünyasında hem de yaşam pratiklerinde bireysel ve kolektif şekilde gerçekleştirilmesiyle mümkün olabilir. İşte Müslümanların uzunca bir süredir kaybettikleri bu korku ve ümit dengesi yerini onları bir girdap gibi içine çeken nihilizme veya kaderciliğe sürüklemiştir.

Elbette hiçbir medeniyet yoktur ki; siyasal ve ekonomik güçten ırak olsun ve bunu mümkün kılan askeri ve sivil bürokrasi ile sanatçılar, bilim insanları ve tüccarlar olmadan kurulabilsin veya devam ettirilebilsin. Öte yandan genelde İslam ve medeniyet ilişkisinden ve özelde de İslam medeniyetinden bahsettiğimizde aklıma diğer medeniyetlerde olduğu gibi cesametli yapılar gelmemesinin sebebi işte bu mutedil çizginin hayatın her alanını kuşattığında medeni bir çizgiye erişileceği varsayımıdır. Bu minvalde, görkemli camiler de olmak üzere devasa binaların İslam’ın haşmetini yansıtacağı yerde tam tersine onun ruhundan çok uzaklara gönüllü bir sürgüne düşürdüğünü söyleyebiliriz. Medine’de kurduğu site devletiyle elde ettiği siyasal iktidarı kendisini kovan Mekke’ye taşıyıp sonra yeniden kendisine kucak açan Medine’ye dönüp orada vefat eden İslam Peygamberi, israftan kaçınıp az ile yetinmeyi medeniyetinin merkezine yerleştiriyorsa tam da insan-ı-kamil oluşturmak için bu mükemmeliyetçilik yolculuğunun hareket noktasını göstermektedir.

Eşyanın ilahi cevheri

İslam medeniyeti denince aklıma rikkatin ve zarafetin zirvesi kuş sarayları ile diş kirası gelmektedir. Her medeniyet sadece müntesiplerinin değil aynı atmosferi paylaştığı diğer canlıların da yaşam hakları başta olmak üzere onları var eden ve var kılan kimliklerini de garantiye alır. Epistemoloji konjonktüre göre yeniden şekillenebilir ve bir medeniyet eşyanın ilahi cevherini ontolojik olarak muhafaza edebildiği sürece varlığını devam ettirebilir. İşte İslam medeniyeti kendisine ilahi ruhtan üflenmiş insanın yeryüzündeki hilafetinin gereği olarak bozgunculuk çıkarmak yerine sükûneti sağlamak ve devam ettirmek görevini yerine getirmesiyle yeniden ihya edilebilir. Bu bağlamda, Gandhi’nin Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğünün sorulması üzerine “Olsaydı çok güzel olurdu” ifadesinin sağlam bir eleştiri olmasının ötesinde başta insan olmak üzere tüm eşyanın ontolojisinin tefessüh ettiğini göstermesi açısından manidardır. Bu bağlamda, yaşadığımız eko-sistemi çürüten aşırı üretim ve tüketimle hayatiyetini devam ettirebilen kapitalizme karşı ekolojik hareketlerin öncelikle Müslüman bireylerden ve toplumlardan çıkmasını beklerdim şahsen fakat bu tip sosyal hareketler bu bozulmanın merkezi Batı toplumlarından çıkmıştır. Uluslararası hukukun temeli ahde vefa ilkesinin sosyal hayattaki karşılığının empati olduğundan hareketle özbenliğimiz için istediklerimizi başka canlı ve cansızlar için de istemedikçe veya onlar için fedakarlıkta bulunmadıkça “yakıtı taşlar ve insanlar olan cehennem”den bizi ne alıkoyabilir ki? Bu cehennemi diğergamdan uzaklaşan tabiatımızla zaten bu dünyaya indirdiğimiz de ortadadır.

Müslümanlar, nereye?

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse Gandhi’nin Batı medeniyeti için kullandığı ifadenin başka bir cihetten İslam medeniyeti için de Gırnata’nın düşüşünden beri değilse bile Karlofça’dan bu yana söylenebileceğini akılda tutmak gerekir. İslam’dan beslenen siyasal sistemler XVII. yüzyılın sonundan itibaren ricat halindedirler. Bu ricatı tersine çevirebilecek Müslümanlar üç asırdan fazla nerededirler? Düşünceye sevk etmesi anlamında “provokatif” ve ruh tırmalayıcı anlamında “ajitatif” bir soru soralım; yeryüzündeki tüm Müslümanlar sadece kendilerinin yakalandığı bir hastalık veya sadece onları yok eden bir silahla ortadan kalksa dünyada ne değişir? Sorumu biraz daha derinleştirirsem; acaba Müslümanlar bireysel ve toplumsal yaşamlarında İslam’ı hangi düzeyde yaşamaktadırlar ki; seküler ulus-devlet ve aynıyla vaki uluslararası sistem ile kapitalist küresel ekonomi Müslümanların varlığına rağmen hayat bulabilmiştir ve devam edebilmektedir?

İzninizle bir adım daha atayım, başta kendi nefsim olmak üzere Müslüman olarak var mıyız gerçekten bu dünyada? Yani ciltlenmiş sahifeler arasında mürekkeplenmiş öğreti hayatımızı kuşatmış mı yoksa biz kuşatılan hayatlarımızı İslam üzerinden aklamaya ve/ya meşrulaştırmaya mı çalışıyoruz? Mehmet Akif’in benden bir asır önceki “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile/Adem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile/Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir/Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir” feryadı bugün için de geçerlidir. İslam, günümüzün İslam toplumları için fiillerimizin meşrulaştırıcısı olarak fonksiyonel bir işlev görmekte ve Müslümanlar kitaba uymaktansa kitabına uydurmayı tercih etmektedirler. İslam ortaya koyduğu prensipler itibariyle ayakları yere basmayan başı bir karış havada bir ütopyayı değil pratiği zor ama mümkün olan insanın kendi azgın nefsine gem vurmasını talep ettiği emirler ve yasaklar vaaz etmektedir. Bu ilkeleri yerine getirenler Müslüman olmasa bile ortaya çıkan sonuç gayet İslamidir. Yani Allah dinini gayrimüslim unsurlar üzerinden tamamlarken nominal Müslümanların buradan çıkarması gereken bir ders olmalıdır. Yoksa o etiketleri kendilerine ne bu dünyada ne de inançları gereği ahiret aleminde bir fayda sağlamayacaktır. İşte yazının girişinde ifade ettiğimi şehadet kavramı üzerinden dünyevi savaşlarımızı mı kutsallaştırıyoruz yoksa yaşamlarımızda kaim kılmaya çalıştığımız ilahi ruhun gereğini mi yerine getirmeye çalışıp çalışmadığımızı sorgulamamız gerekmektedir.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan süreç 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonuçlanınca Soğuk Savaş boyunca güvenlik adına bastırılarak halının altına süpürülen kimlikler tekrar gün yüzüne çıktığında bazıları bunu bir hayalet ya da hortlak görme olarak adlandırsa da kimlikler halının altında hep ama hep vardılar. Yaklaşık çeyrek asırdır kimlik merkezli üretilen sosyal bilimler literatürü bundan kaynaklanmaktadır ve başta İslam olmak üzere özelde İbrahimi dinlerin genelde bütün dinlerin bir medeniyet iddiası, üzeri ne kadar örtülürse örtülsün söz konusudur. Bunu Huntington gibi “Medeniyetler Çatışması” olarak algılamak veya Medeniyetler İttifakı olarak da okumak mümkündür. Gandhi’nin Batı medeniyeti için söylediğinin İslam medeniyetinin bugünü için geçerli olmaması için söylem ile realite arasında giderek açılan makasın öncelikle farkına varıp bu aranın nasıl kapatılabileceğine kafa yormak gerekiyor. Yoksa İslam medeniyeti nedir diye sorduğumuzda ¨İşte onlar bir ümmetti gelip geçti¨ dememek içten bile değildir. Yazımı vecizesiyle başladığım üstat Şeriati’nin İslam ümmeti için duasına binlerce amin diyerek bitiriyorum.

[email protected]