İslam’ın gelecek 50 yıllık gündemi

Esat Arslan / Yazar
13.02.2016

Bugün sufi olmak İbn Arabi’nin insan-ı kamil kavrayışının Marks’ın yaratıcı emek düşüncesiyle ortaklığını görmeyi de gerektirir. Yani Marks’ı tasavvufa mal etmeyi. Zaten Marks da yaratıcı emeğin kutsal ‘arzu’sunu Spinoza’dan devralmıştı. Spinoza ise İbn Arabi’den... İslam’ın önümüzdeki 50 yıllık gündeminin ilk maddesi bu konudur.


İslam’ın gelecek 50 yıllık gündemi

2008 finansal krizinden sonra girmiş olduğumuz döneme ‘Büyük durgunluk’ adını veriyor Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz. Ona göre bu durgunluğun sebebi küresel talep yetersizliği. Yeryüzünde şu anda -yeni hiçbir teknolojik yatırım yapılmazsa bile- tüm dünyayı haydi haydi refaha erdirecek bir üretim potansiyeli var. Ve konu hakkında yapılmış ciddi araştırmalar yeryüzünün doğal kaynaklarının verimli kullanılması halinde küresel ekonominin on milyardan rahat ettireceğini fazla insanı erdirebileceğini söylüyor. Yani küresel kıtlık koşullarının uzağındayız. Fakat yeryüzünde milyarlarca insanın cebinde bir kuruş bile olmadığı için bu üretim potansiyelini karşılayacak bir küresel talep yok.

Stiglitz’in ima ettiği şey şu: Küresel piyasaların yapılanması, sayısız firmanın bunlardan herhangi birinin piyasayı kontrol etme imkanı olmadan, birbiriyle rekabet ettiği bir düzen sergilemiyor. Her sektörde, sektörü kontrol eden az sayıda firma var ve bu firmalar doğal kar oranının çok çok üstünde bir kazanç, yani rant elde ediyor. Kar oranı yüzde 20 bile olsa, firma bundan kar edip üretimini ve teknolojik yatırımını sürdürecekken, piyasadaki üstün gücü sayesinde yüzde 100’ün üzerinde kazanç sağlayabiliyor. Bu sebeple para, bu parayla ne yapacağını bilmeyen az sayıda firmanın elinde toplanıyor. Tüketsen tüketemezsin. Yatırıma aktarmak istesen bunu karşılayacak bir talep yok. Ve haliyle bu para tüketicilere akmıyor. Dev firmaların elinde birikiyor.

Patlamaya hazır balonlar             

2008 krizinin hangi dinamiklerle geleceğini 2001 yılında öngören Robert Brenner, firmalarda toplanan bu paranın finansal piyasalara aktığını söylüyor. Onun tespitine göre finansal piyasalardaki değerlerin yüzde 70’inden fazlası bu büyük firmalara ait. Ve reel sektörde aradığını bulamayan firmalar, artık finansal piyasalarda kazanç peşinde koştuğu için ve finansal piyasalar giderek daha fazla reel ekonomiye nüfuz ettiği için, finansal piyasalarda yatırıma akan bu tasarruf reel değerleri şişiriyor. Örneğin 10 bin dolar etmeyecek bir evin fiyatı 30 bin dolara çıkıyor. Büyük balonlar oluşuyor ve bu balonlar eninde sonunda patlıyor. 2008 krizi de bu yolla cereyan etmişti.

Kriz kahini olarak ünlenen Nouriel Roubini bir finansçı. En büyük problemin finansal piyasalara akan muazzam ölçekteki para, yani tasarruflar olduğunu biliyor. Fakat bu tasarrufların nereden geldiğini kestiremiyor. Bu nedenle 2008 krizini bir ABD ve finans krizi olarak okuyor. Onun gözünde olayın küresel seyir alması bu krizin yayılmasından ibaret. Halbuki bu tasarrufların kaynağı, reel sektörde muazzam kazançlar elde edip yeterli tüketim talebi olmadığı için bu tasarrufları finansal piyasalara sokan dev şirketler. Üstelik bu ABD firmalarına has değil. Avrupa, Japonya, Çin gibi ülkelerinin de dev firmaları aynı stratejiyi izliyor. Yani kriz ne ABD’nin ne finansal piyasaların krizi. Kriz, küresel reel ekonominin krizi, bu kriz kendini finansa taşıyor, finansta balon yaratıyor ve bu balon eninde sonunda en zayıf halkada patlıyor (ABD konutları) ve hemen sonra diğer balonları da patlatıyor. Finansal piyasaların gazıyla şişmiş reel ekonomi değerleri, balon sönünce asli haline dönüyor. Bu da büyüme, istihdam gibi rakamları alt üst ediyor.

Durgunluk dönemi

Küresel olarak büyük durgunluk dönemindeyiz. Çok büyük bir teknolojik keşif olmazsa bu durgunluk kalıcı. Ve bu keşfin herhangi bir emaresi yok. Bu yüzden bu durgunluk belki de önümüzdeki 50 yılın esas gündemi. Lokal olarak iyileşmeler olabiliyor. Son birkaç yıldır ABD’nin durumu gibi. Ama bu başka lokalliklerin çökmesi pahasına oluyor (şu anda Çin’in yaşadığı kriz gibi)... Aynı zamanda küresel bağlantılar, çok derin ve çok boyutlu olduğu için bir ülkenin yaşadığı çöküşün diğerlerini de geriye atması kaçınılmaz. Bir çeşit yengeç sepeti bu. Yükselen ekonomileri, düşen ekonomiler aşağı çekeceği için kapitalizm küresel ölçekte ağır problem yaşamaya mahkum.

Henüz finansal piyasalar Amerikan İmparatorluğu tarafından 1970’lerde egemen hale getirilmemişken büyük firmaların piyasa sistemini bozmasına Kennedy’nin iktisat danışmanı Kenneth Galbraith de işaret etmişti. Çözüm olarak büyük firmalardan ağır vergiler alıp -ki bu vergilerden sonra bile üretim ve yatırım onlar için cazip olacaktır- bunu insanlığın maddi ve manevi kalkınmasına adamayı önermişti. Fakat o dönemlerde kapitalizm için işler tıkırındaydı. Ve onu ciddiye alan pek kimse olmadı. Bugün ise 1970’lerde finansal yatırımların alabildiğine karlı hale getirilmesiyle işler daha da kötüleşti. Reel gelirleri düşen tüketiciler borçlandırılarak tüketime alıştırıldı. Reel karları sabit kalan firmalar değerlerinin finansal piyasalarca şişirilmesi sonucu karlılıklarını artırdı. Tüketicilerin evleri de üreticilerin firmaları da finansal spekülasyona ve balonlaşmaya giderek daha fazla tabi kılındı. Balonların patlamasından sonra artık borçlanamayan tüketiciler tüketememeye, borçlanamayan ve firmalarının finansal değerleri düşen üreticilerse üretmemeye, dolayısıyla ekonomiler de büyümemeye başladı. Artık sadece çevredekiler değil, gelişmiş dünyanın tüketicileri de giderek daha fazla eşitsizliği sorun etmeye başladı. Ünlü diplomat Richard Haass’ın belirttiği üzere ‘Kalıcı büyüme olmazsa eşitsizlik gözlere batar’. Bu çok büyük bir tehdit. Stiglitz de büyük durgunluğun analizine halk isyanlarını anlatarak başlayıp yine aynı konuyla bitiriyor. ABD’nin egemenlerine “Egemenliğiniz kalıcı değil, haberiniz olsun” ihtarını açıktan yapıyor. Bugün ABD’de en zengin yüzde 1’e savaş açmış bir başkan adayının sesi giderek daha gür çıkıyor. 10 yıl önce bu hayal bile edilemezdi.

Zenginden al, fakire ver

Roubini bir finansçı ve reel ekonomide neler döndüğünü bilmediği için küresel talep yetersizliğinin farkında olan Stiglitz’in tam tersi çözümlere ulaşıyor: “Ücretleri düşür ve işten çıkarmaları kolaylaştır.” Bu talep yetersizliği sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getireceği için ekonominin uzun vadede ölümü demek. Stiglitz ise sorunun küresel olduğunu bilmesine rağmen lokal bir çözüm arıyor: “ABD’nin en zenginlerinden aldığın vergileri ABD’nin en fakirlerine aktar.” Halbuki sorun küresel ve çözümün kalıcı olması için tedbirin de küresel olması gerekiyor: Fakir kalmış bir Türkiye, ABD mallarını ithal edemez. İhracatın durması ağır bir kriz sebebidir. Bu yüzden çözümün şöyle olması gerekir: “Yerkürenin en zenginlerinden aldığın vergileri, yerkürenin en fakirlerine aktarmanın verimli yollarını bul ve bırak bu para küresel ekonominin kılcallarında aksın, tüm yerküreye hayat versin. Böylece büyük bir para, finansal piyasalardan çekilip reel ekonomiye aktarılacağı için, finansal piyasalar da bugünkü gibi reel ekonomiyi sömürmeyi bırakıp Keynes’in ona tayin ettiği işleve dönsün.

Küresel egemenlerde şu an için böyle bir bakış yok. Onlar daha çok zenginlerini korumakla meşguller. 2008 krizi sonrasındaki krizin müsebbibi olmuş devasa şirketleri büyük kurtarma operasyonları ve Yunanistan’a reva görülen zulüm (3-5 bankanın faiz gelirini kurtarmak için sayısız insanı işsiz bırakma) bunun kanıtı. Fakat kapitalist yapı bir kez sarsıntıya uğradı. Küresel talep yetersizliği küresel kalıcı büyümeyi frenliyor ve artık en gelişmiş ülkelerde bile sıradan vatandaşlar kapitalizmin erdemlerine çok daha az inanıyor. Artık egemenlerin maskesini Marksistlerin düşürmesine gerek kalmadı. Çünkü bizatihi dünyaca ünlü ve ana akım iktisatçılar tarafından da saygı duyulan Stiglitz’in kendisi en zengin yüzde 1’in siyaseti, medyayı ve hukuku nasıl ele geçirdiğini ve tüm toplumu nasıl ifsat ettiğini kibar bir dille de olsa ifşa ediyor.

Ne kapitalist ne komünist

Bir toplumsal yapının sarsıntıya uğradığı yerde, imgelem ve tahayyülün toplumu dönüştürmesinin önünde bir engel kalmamış demektir. Fakat bu imgelemin başarılı olması için, başı göklerde de olsa ayağının yerden ve gerçeklerden kesilmemesi gerekir. Bu sebeple bugün için komünizmin başarılı olma şansı yoktur. Çünkü egemenliği birkaç yüz şirketten alır ve her şeye burnunu sokan totaliter bir örgüte, devlete teslim eder. Bu sebeple böylesi bir imgelemin yeryüzü halklarında arzu uyandırması düşünülemez.

Komünist ideallerle de olsa başarılı olacak ve halklarda rıza ve arzu yaratacak bir imgelemin liberal kurumlarda temellenmesi gerekir. Kapitalist değil, liberal. Bu kapitalizme teslim olmak demek değildir. Aksine halihazırdaki ekonomiyi liberal piyasa şartlarına çevirmek şu anlamlara gelir: Tekelci firmalardan muazzam vergiler alarak ve onlara bu muazzam gücü veren patent koşullarını değiştirerek büyük firmaları ve onların kar oranlarını serbest piyasa modeline yaklaştırmak... Bankalara ve finansal piyasalara daha da muazzam vergiler koyarak -yani onlar bugün ABD İmparatorluğu tarafından reel ekonominin çok ötesinde karlar edinen bir yapıya sokulmuş olsalar da piyasaların doğal işleyişinde reel sektöre göre çok daha risksiz oldukları için hak ettikleri daha düşük karlara onları zorlayarak- bankaları ve finansal piyasaları serbest pazar koşullarına yaklaştırmak... Ve bir kez piyasaları serbest piyasa koşullarına, yani Adam Smith’in dünyasına zorladıktan sonra ele geçen bu vergilerle sosyalizm yapmak, yani bu kaynakları yeryüzünün fakirlerinin maddi ve manevi kalkınmasına adamak... Bu yolla fakirlere aktarılan kaynakların küresel ekonomide dolaşıma girmesiyle tüm dünya ekonomisini canlandırmak mümkündür. Bu kaynakların devlet yatırımı olarak değerlendirilip devletin büyütülmesine de gerek yoktur. Ayşe Buğra’nın ve Çağlar Keyder’in işaret ettiği üzere ‘vatandaşlık geliri’ adı altında fakirlere ayni ödemeler ekonominin işleyişine zarar vermek zorunda değildir.

İktisadi adalet ve Kuran

Kuran’ı dikkatle okursanız onun en temel meselesinin iktisadi adalet olduğunu görürsünüz. Çünkü bütün baskılar, tanrılaştırmalar ve sömürüler iktisadi adaletsizlikten doğar. Kuran’ın bu konudaki ideali de Haşr Suresi’nde belirtildiği üzere şudur: “Şehir halklarından fakirlere servet transferi yapılır. Bu, zenginlik sadece ve sadece bazı kesimlerin elinde hapsolmasın diyedir.” Bu ideal ultra kapitalist Nozick’in bile “Her adalet kuramı bu düşünürle tartışmak zorundadır” dediği John Rawls’ın idealidir. Yani hukukça tanınan fırsat eşitliği idealini gerçeğe dönüştürmek. 2008’den önce ABD’li sıradan vatandaşlar bu idealin ABD’de gerçek olduğunu sanıyordu. Yani ABD’de bir fakir çalışırsa 2-3 kuşak içinde gerçekten zengin olabilir diye inanıyorlardı. Ama artık bu yalana inanmıyorlar. Müslümanlar olarak onları bu Amerikan idealine tekrar taşımak bizim borcumuzdur. Bu cihadın gayelerinden biridir.

İnsan-ı kamil

Tasavvuf insanı insan-ı kamil haline getirmeye çalışır. Yani kendi bağrındaki tanrısal vasıfları inkişaf ettiren bedeni ve ruhuyla özgürlüğü yakalamış insan haline... Abdülkadir Geylani, Mevlana, İmam Rabbani gibi sufi büyüklerini ciddiye alacaksak insan-ı kamil ideali dünya nimetlerinden elini eteğini çekmekte sonlanan bir özgürlük düşüncesi değildir. Aksine insan-ı kamil dünyevi zorunlulukların baskısından kurtuluşunda temel maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderme olanağını bulmuş bir figürdür. İnsan-ı Kamil yeryüzü nimetleriyle nimetlenebilen ve bu nimetlerde Allah’ı müşahede edebilen bir figürdür. İnsanlığı insan-ı kamil olmaya yöneltmek ve bu ideali engelleyen zincirleri ortadan kaldırmak tasavvufun göreviyse bugün kapitalizme karşı savaş açıp yeryüzünün maddi ve manevi olanaklarını tüm insanlığa hediye etmeye çalışmak da tasavvufun vazifesidir. Hoca Ahmed Yesevi’nin, Ahi Evren’in, Baba İlyas ve Baba İshak’ın, Hacı Bektaş’ın ve Şeyh Edebali’nin Osmanlı’yı inşa eden talebeleri bu ideal için aktif cihat etmeyi yollarının borcu bilmişlerdir. Onlar için ilahi aşk yeryüzünü güzel bir yere çevirmek için aktif cihadı da bünyesinde taşıyordu. Onun için bugün sufi olmak İbn Arabi’nin insan-ı kamil kavrayışının Marks’ın yaratıcı emek düşüncesiyle ortaklığını görmeyi de gerektirir. Yani Marks’ı tasavvufa mal etmeyi. Zaten Marks da yaratıcı emeğin kutsal ‘arzu’sunu Spinoza’dan devralmıştı. Spinoza ise İbn Arabi’den...

İslam’ın önümüzdeki elli yıllık gündeminin ilk maddesi bu konudur. Eğer İslam ümmeti olarak saplanmış olduğumuz batağı bir çiçeğe çevirmek istiyorsak... Bir sufinin en asli görevi olan zehri bala çevirme yeteneğini gerçek kılmak istiyorsak... Aksi halde İslam, bu bataklık içerisinde, kendi çocuklarımızda bile eskilere ait bir masaldan öte bir heyecan ve arzu uyandırmayacaktır.

[email protected]