Finsbury Park Camii saldırısı ve Avrupa’da Müslümanların geleceği

Prof. Dr. Özcan Hıdır / İstanbul Sabahattin Zaim Üniv. Öğr. Üyesi
24.06.2017

Avrupa, ekonominin kötüye gittiği, AB’nin dağılma noktasına geldiği, öteki ile beraber yaşama anlayışının dibe vurduğu bir dönemi yaşıyor. Ekonominin ve sosyal şartların biraz daha kötüye doğru seyri durumunda negatif bakışların ilk yönleneceği adres kuşkusuz Müslümanlar olacaktır. ‘Fobi’nin ‘terör’e dönüşümünü ve ‘ırkçı-İslamofobik cinnet’ halini yansıtan Londra’daki Finsbury Park Camii saldırısı bu anlamda herkes için önemli bir uyarı.


Finsbury Park Camii saldırısı ve  Avrupa’da Müslümanların geleceği

‘Tüm Müslümanları öldürmek istiyorum’. Hatırlanacağı üzere bu sözler, Kuzey Londra’daki Finsbury Park Camii’e yönelik terör eyleminin faili 48 yaşındaki Cardiff doğumlu dört çocuk babası ırkçı-İslamofobik Darren Osborne’ye ait. Onun faili olduğu bu eylem, Avrupa’da Müslümanlara yönelik ırkçı-islamofobik söylemlerin bir müddettir artık fiili saldırılara dönüşme aşamasına geçtiğini gösteriyor. Hatırlanacağı üzere geçen sene Kanada’nın Quabec şehrinde de altı Müslümanın ölümüne yol açan bir cami saldırısı olmuştu. Yine Amerika’nın Virginia eyaletinde sahur sonrası camiden çıkan cemaatle tartışan biri, Nabra Hassanen adlı müslüman genç kızı öldürmüştü.

Bütün bunlar ışığında Finsbury Park Camii olayı, “fobi”nin “terör”e dönüşmesini, ırkçı-islamofobik bir cinnet halini gösteriyor, cami saldırıları ve Müslümanlara yönelik tutumlarda paradigmal bir dönüşüme işaret ediyor. Bu saldırı ayrıca, Batı’daki toplumsal bilinçaltında zaten var olan ırkçı-islamofobik duyguların ne tür cinnet ve cinayetlere, terör saldırılarına yol açabileceğini göstermesi bakımından da alarm niteliğinde bir uyarıdır.  

Tabiatıyla olayın, son üç ay içerisinde İngiltere’de DEAŞ tarafından düzenlendiği bildirilen ve pek çok kişinin ölümüyle sonuçlanan üç ayrı terör olayına yönelik –görünürde- bir tepki olarak yapılmış olması da akla gelebilir ki, zaten saldırgan da “Bu Londra Köprüsü’nün intikamıdır” diyerek bunu deklare etmiştir. DEAŞ’ın Avrupa’da üstlendiği terör saldırılarının Batı dünyasının çoğunun toplumsal hafızasında potansiyel olarak var olan İslamofobik korkuları diri tuttuğu, aktive edip karşıtlığa dönüştürdüğü, bu sebeple de Müslümanlara yönelik terör eylemlerine yeterli tepki verilmediği inkâr edilemez bir gerçek. Batı medyasının satır araları okunduğunda bunu görmemek mümkün değil. Ancak üzücü olan, Müslümanlar-göçmen kökenliler arasında da bu tavrın görülmesidir. Mesela Hollanda’da Türk asıllı gazeteci Ebru Umar’ın adeta aşırı sağ üslupla İngiltere’deki cami saldırganını anladığını belirtip bir anlamda haklı göstermeye çalışması buna tipik bir örnek olsa gerektir.

Çoğu kayıtlara geçmiyor

Camilere ve cami cemaatine yönelik saldırılar, Batı’daki ırkçı, islamofobik saldırıların son yıllardaki en belirgin örneğini teşkil eder. İlgili bazı araştırmalardan anladığımıza göre 2016 yılında ve 2017’nin ilk beş ayında Avrupa’daki cami saldırıları büyük artış göstermiştir. Üstelik bu saldırıların pek çoğu da şu veya bu sebeple kayıtlara geç(iril)memektedir. İngiltere’de, Brexit sonrası yabancılara karşı şiddet eylemlerinde büyük artış olduğu BM raporunda açıklandı. Yine Hollanda’daki 475 caminin yaklaşık yarısının son 10 senede en az bir kez ırkçı-islamofobik saldırıya uğradığı, her sekiz olaydan sadece birinin kayıtlara geçtiği ifade ediliyor. Bu da göstermektedir ki, ırkçı-ayırımcı ve İslamofobik tutumların öznesi olan Avrupa-Batı’daki Müslümanlar, kendilerine ve kutsallarına yönelik saldırıların kaydında bir kez daha ayırımcılığa maruz kalıyor. 

Bu saldırılara maruz kalan cami ve cemiyetlerin temsilcilerinden yüzde 58’inin psikolojik, yüzde 10’dan fazlasının da fiziksel saldırıya uğradığının ayrıca altı çizilmeli. Bizzat Alman hükümetinin açıkladığına göre de, ülkede bu yılın ilk üç ayında Müslümanlara karşı 208 saldırı ve hakaret kayıt altına alınmıştır. 2016 yılında Avrupa genelinde çoğunluğu başörtülü kadınlara yönelik olmak üzere, yabancılara karşı 3 bin şiddet eylemi olmuştur. Saldırıların faillerinin çoğunluğu aşırı sağcılardan oluşmakta, sosyal medya üzerinden camilerin kundaklanması için açıkca çağrıda bulunakatadırlar. Ayırımcılıkla mücadele büroları ile polis kayıtlarında da son yıllarda Müslümanlara yönelik ırkçı-islamofobik vakalardaki önemli artış net olarak gözlemlenmektedir. Bu vakaların önemli bir bölümünde Müslümanlara “teröristler “, “barbarlar” gibi nitelemelerde bulunulmuştur.

Etnikten dini ırkçılığa

Bütün bu negatif gelişmeler, bir yandan da Avrupa’da ırkçılığın etnik zeminden dini bir zemine evrildiğine işaret eder. Buna göre ırkçı söylem ve eylemlerde eskiden etnik kökene atıf yapılırken artık kişinin dini hedef alınmaya başlanmıştır. Burada ayrıca 11 Eylül sonrasında Avrupa ve Batı’da Müslümanların ”güvenlik eksenli entegrasyon politikaları”nın muhatabı kılınarak gittikçe ötekileştirilmelerini zikretmeliyiz.

Bu ise Batı’da Müslümanların potansiyel birer tehlike olarak görülmelerinin zeminini oluşturmuştur. ”Çokkültürlü” toplum anlayışından vazgeçmeye yönelik açıklamaları da göz önünde bulundurusak Müslümanları Avrupa’da özellikle kamusal alanda zorlu bir geleceğin beklediğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Batı’da son senelerde genelde negatif düzlemde ve güvenlik eksenli olarak en çok konuşulan konuların başında İslâm, Kur’an, Hz. Peygamber ve Müslümanların geldiğini ve dolayısıyla Batı’da İslâm’a yönelik söylem, eylem ve poltikaların endişe verici boyutlara ulaştığını artık insan haklarına ve ayırımcılığa yönelik Batılı araştırmalar da görmezden gelemiyor. Nitekim 2016 raporunda Uluslararası Af Örgütü de yükselen popülizmin toplumda kutuplaşmayı artırdığı ve güvenlik yasalarının özellikle Müslümanların ötekileştirilmesine yol açtığı uyarısını yapmıştır.

Hitler dönemi gibi

Bütün bu ırkçı-İslamofobik söylem ve eylemlere tepki veren Müslümanların karşısına ise genelde “fikir özgürlüğü” bariyeri çıkarılıyor. Irkçı-İslamofobik söylemler fikir hürriyetininin sınırlarına giriyor ve Müslümanların tepkileri hep “aşırı”, “tepkisel”, “duygusal” ve çogu zaman da “barbar” olarak lanse ediliyor. Ama bu arada İslam’ın bir din olduğu, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinler gibi muamele görmesi lazım geldiği unutuluyor. Adeta Müslümanlara yönelik “fikir özgürlügü ve din özgürlügü” bağlamında Batı büyük bir sınavdan geçiyor. Burada esasen bir çifte standart uygulandığı da çok açık. Müslümanların kutsal değerlerine yönelik bir saldırı olduğunda “sınırsız” bir şekilde kırmızı çizgi ve postüla haline getirilmeye çalışılan ve ısrarla savunulan “fikir özgürlügü”, aşırı sağcılara, Yahudi, Protestan, Katolik hümanistlere ve hatta en marjinal gruplara her hangi bir itiraz yapıldığında, bağlamından koparılarak cezalandırıcı ve suçlayıcı bir şekle bürünebiliyor.

Bu tartışmalar esnasında bir nokta da genelde dikkatlerden kaçıyor. Aslında bu olaylara yön ve destek verenler nezdinde İslam bir “din” değil (!), Batı norm ve değerlerini tehdit eden bir “ideoloji” olarak görülüyor. Tabiatıyla Müslümanlar da bu tehlikeli ideolojinin temsilcileri, hatta “çağın gerisinde kalmış bir ideoloji ve kültür”ün temsilcileri olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Bütün bunlar ise Hitler dönemi Almanya’sında Yahudilere yönelik etnik-dini temelli muameleler ile benzerlik arzediyor. Zira Hitler döneminde de Yahudiler ötekileştirilmiş, demonize edilmiştir. Avrupa’da-Batı’da Müslümanların gittikçe Hitler dönemi Yahudileri konumuna sokulmaya çalışıldıgı yönündeki kanaatler artıyor.

Nitekim geçtiğimiz yıllarda Hollandalı liberal Yahudilerin lideri pozisyonundaki Abraham Soetendorp’un söylediği, “Müslümanlar Hitler dönemi Yahudileri gibi muamele görme yolundalar” sözü, bu günlerde alabildiğine anlamlı hale geliyor. Yine Hollanda İşçi Partisi başkanlığı ve Amsterdam Belediye Başkanlığı da yapmış olan Job Cohen’in de benzer bir söz söylediği biliniyor. Bu tür açıklamaların Avrupa’da Yahudi toplumuna yön verici posizyondaki kimselerce yapılıyor olması da ayrıca dikkat çekici olsa gerektir. Amerikalı siyaset bilimci Anne Norton, Müslüman Sorunu Üzerine/On the Muslim Question  (Princeton 2013) adlı eserinde, geçen yüzyıldaki Yahudi sorununun yerini bugün müslüman sorununun aldığını yazmıştır. Geert Wilders’in Kur’an’ı Hitler’in Kavgam adlı kitabı ile mukayese etmesi ve Hollanda’da yasaklanmasını istemesi de bir açıdan böyle bir arka plana yaslanır.

Zira o dönemde Yahudilere yapılan muameleler öncesinde de Yahudi kutsal kitabının yakılmaya çalışıldığı, Yahudilerin toplumdaki olumsuzlukların sebebi gibi hedef gösterildiği biliniyor. Bir diğer husus da ekonomik ve sosyal şartların da söz konusu dönem ile gittikçe daha da benzeştiği yönünde. Zira Hitler dönemi Almanya’sında da ekonominin kötüye gittiği ve ötekine yönelik bakışın alabildiğine kötüleştiği bir dönemdir. Mesela Fırtına Birlikleri (SA) ve SS (Nazi devleti üst düzey muhafızları), sahiplerinin Yahudi olduğunu halka duyurmak üzere Almanya’daki Yahudilerin sahip olduğu işletmelerin önüne, dükkanların vitrinine Almancada Yahudi anlamına gelen jude kelimesi yazılmış, kapıları sarı ve siyaha boyanmış, Davut Yıldızı çizilmiştir. Yine Naziler yıllık parti mitinglerinde, Yahudileri ikinci sınıf vatandaş haline getiren ve siyasi haklarının çoğunu ellerinden alan yeni yasaları duyurmuşlardır. Aynı şekilde 1933 yılında Nazi hükümeti, Profesyonel Kamu Hizmeti Düzenlenme Yasası’nı yürürlüğe sokmuş ve bu yasayla Nazi devletinin muhalifi olarak görülen Yahudilerin ve siyasi muhaliflerin dışlanması amaçlanmıştır.

Bugünkü Avrupa’da ekonominin kötüye gittiği, AB’nin dağılma noktasına geldiği, çok kültürlülüğün bittiği açıklamaları, öteki ile beraber yaşama anlayışının dibe vurduğu bir dönemi yaşıyoruz. Ekonominin ve sosyal şartların biraz daha kötüye doğru seyri durumunda negatif bakışların ilk yönleneceği adres kuşkusuz Müslümanlar olacaktır. Bu ise Müslümanların Avrupa’da ikinci bir “Endülüs vakası” veya “Hitler dönemi Yahudileri”nin durumuna düşmesi ihtimalini hatıra getirir.

Hatırlanacağı üzere özellikle 11 Mart Rotterdam olayı sonrasında Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın Almanya ve Hollanda’ya yönelik “Nazi” suçlaması Alman, Hollanda ve AB yetkililerinden sert tepki almıştı. Ne var ki aynı yetkililerin yabancılara ve özellikle Müslümanlara yönelik son yıllardaki ırkçı-İslamofobik söylem ve eylemleri önlemeye yönelik ciddi adımları atmadıkları, hatta oy kapısı olarak görülüp popülizm uğruna benzer söylemlere yöneldikleri görülüyor. Umarım, “fobi”nin “terör”e dönüşümünü ve “ırkçı-İslamofobik cinnet” halini yansıtan Londra’daki Finsbury Park Camii saldırısı bu anlamda herkes için önemli bir uyarı olur.

[email protected]